Larissa Araz, Versus Art Project’te gerçekleşen yeni kişisel sergisi “In Hoc Signo Vinces”de 2005 yılında Türkiye Cumhuriyeti Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından nesli tükenmekte olan üç hayvan türünün taksonomik isimlerini değiştirmesinden yola çıkarak geç dönem Osmanlı’dan erken dönem Cumhuriyet’e “dil” meselesi üzerinden yeni bir soruşturmanın içerisine giriyor. Söz konusu bu değişiklikleri “Bilim İnsanı”, “Dil”, “Hayvanlar” ve “Avcılar” başlıklı dört ayrı bölümde inceleyen Araz; son 3 yılda gravür, çinko, desen, video ve ses gibi birbirinden farklı mecraları kullanarak ürettiği mekâna özgü yerleştirmeleri bir araya getiriyor. Larissa Araz ile “In Hoc Signo Vinces” başlıklı kişisel sergisi üzerine konuştuk.
Sizin temel araştırma pratiğinizde alternatif tarih, insan olmayan tanık ve kurumlar gibi birçok özel sorunsalın yer aldığını, bu meseleler üzerinden bugüne ve sanata dair yeni bir yaklaşım geliştirdiğinizi söylemek mümkün. Öncelikle tüm bu sorunsallar sizin sanat pratiğinizde nasıl karşılık buluyor? Bir sanatçı olarak ele aldığınız konulara yönelik araştırma, çalışma ve üretme pratiğiniz zaman içerisinde nasıl şekillendi?
Üniversite eğitimime Medya, Kültür ve İletişim Bölümü’nde başladım, daha sonra Sosyoloji Bölümü’nde yan dal yaptım. Üniversite sonrası hem kültür kurumlarında hem de kültür kurumlarına servis veren ajanslarda çalıştım. Kültür veya sanat üretimime başlamadan onun dolaşımı, iletişimi ve gösterimi konusunda birçok deneyim edindim. Bu dönemin 2015 ile 2018 arasına denk düşmesi Türkiye tarihindeki sosyo-politik yarılmaların kültür denilen sektörümüzde ekonomik, politik, sosyolojik dönüşümlerini ileri sararak izlememi sağladı.
Araştırma, çalışma ve üretme pratiğimi şekillendirmemi sağlayan en önemli şey 2018’de kurduğum poşe sanatçı inisiyatifi diyebilirim. 2018 sonrası kesilen Avrupa kültür fonları, azalan sanat mekânları, süregiden OHAL, içinde bulunduğumuz ekonomik krizin daha kendini yeni yeni gösteriyor olması hepimizin hayatını etkilediği gibi en prekar mesleklerden biri olan sanatçıları da tabii ki etkiledi. Her üretim toplumun geçirdiği süreçlerden etkileniyor aslında. Sanatsal üretim materyalinizin seçimi bile devletinizin ihracat ve ithalat ilişkilerine ve döviz kurlarına bakıyor.
Mesela gravürleri beraber ürettiğim Derin Ekin Kenter’le bu proje üzerine çalışırken bir gün bir anda kullandığımız gramajlı Hahnemuhle gravür kâğıtlarının Türkiye’de tükendiğini fark ettik. Muhtemelen seçime ve seçimden etkilenecek döviz kuruna göre tekrar piyasaya salınacaktı. Bir stokçuluk durumu söz konusuydu. Sergiyi döviz kuruna göre ayarlayamayacağımız için gramajı değiştirmek zorunda kaldık ve bütçemiz de tabii ki direkt etkilendi.
Yeni kişisel serginiz “In Hoc Signo Vinces”, sizin temel araştırma/çalışma alanlarınızı içerisinde barındıran ve bir öz olarak dışarı vuran/yansıtan bir sergi. Bu sergide geç dönem Osmanlı’dan Cumhuriyet’e (1840-1923) uzanan çizgide nesli tükenmekte olan üç hayvan türünün taksonomik isimleri üzerinden şekillenen bir araştırmanın peşinden gidiyorsunuz. Bu mesele sizin dikkatinizi nasıl çekti ve bu değişiklik, bize bugün için ya da bugüne dair neler söyler?
İsmi değiştirilen hayvanlar, yakın arkadaşım ve beraber üretim yaptığım Ekin Can Göksoy’un karşısına bir Wikipedia entrysi olarak çıktı. “Tam senin konular” diye bana yolladığında İmroz’un iki isimliliği hakkında olan Dear Julia projemi yeni bitirmiştim. Kendisinden izin alarak bunu araştıracağımı ve belki bir işe dönüştüreceğimi söyledim.
Bir süredir isim değişiklikleri, kimlik yitimleri, anadil sorunları üzerine işler üretiyorum. Kendi ailemin anadillerinden hiçbirinin bana aktarılmaması veya ailemdeki birçok erkeğin askerlikte zorluk çekmemesi için sahiplendikleri Türkçe isimler gibi örnekler sebebiyle sizin teriminizle bu “dikkate” sahibim.
Türkiye’nin 100 yıldır kendini baştan yaratma arzusuna 2005 yılında hayvanlar da eklenmiş. Bütün Anadolu’daki köylerin, dağların, ovaların, kasabaların vb. isimleri değiştirildiği gibi onların da isimleri değiştirilmiş. Bugüne dair bana tek anlattığı şey hiçbir şeyin değişmemiş olduğu.
Serginin merkezinde Latince isimleri Vulpes Vulpes Kurdistanica (Satunin, 1906), Ovis Armeniana (Blyth, 1840) ve Capreolus Capreolus Armenius (Blackler, 1919) olan hayvan sınıfına ait üç tür yer alıyor. (Tilki, yaban koyunu ve karaca). Bu üç tür, aslında Anadolu coğrafyasında nasıl bir hayat ve sosyal yapının söz konusu olduğunu göstermesi bakımından da önemli. Bu katmanda, söz konusu bu türler ve isimlendirilme hikâyeleri bize Anadolu’nun geçmişi bağlamında neler söyler? Bir sanatçı için tüm bu veriler nasıl bir anlam taşır?
Aslında istediğiniz cevap Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın çoklu sosyo-politik kimliklere sahip olduğunu tekrarlamam ki bunun tartışmaya açık bir konu olduğunu düşünmüyorum. Benim varlığım, şu anda bu röportajı size verebiliyor olmam da buna zaten bir örnek. Ama aslında bu isimlendirilmeler Anadolu’nun geçmişi hakkında bize verdiği bilgiden çok emperyalizmin bilim insanları üzerinden nasıl işlediğine dair daha çok veri iletiyor. Bu hayvanların isimlendirildiği tarihlerin Osmanlı’nın en büyük kırılma yaşadığı dönemlere denk düşmesi de bu isimleri Fransız, İngiliz ve Rus bilim insanları tarafından verilmesinin arka planındaki düşünce yapısını sorgulatıyor.
Sergide tilki, yaban koyunu ve karaca türüne ait taksonomik isim değişiklerinin izini “Bilim İnsanı”, “Dil”, “Hayvanlar” ve “Avcılar” başlıklı dört ayrı bölümde inceliyorsunuz. Söz konusu bölümleri gün yüzüne çıkarırken nasıl hareket ettiniz? Kendi özellerinde bu bölümler bize ne anlatır? Bu bölümler ve başlıklar üzerinden nasıl bir anlatı kurguladınız?
“Bilim İnsanı” kısmında sergide bahsi geçen tilki, yaban koyunu ve karacayı “keşfeden” bilim insanlarını hayal etmeye çalıştım. Bu insanlar kimlerdi? Hangi vasıtaları kullanıyorlardı? Ne içip ne yiyorlardı? Neden korkuyorlardı? Neyi görmek istiyorlardı? Neyi görmekten en çok çekiniyorlardı? Neyi hayal ediyorlardı? Kimi arzuluyorlardı? Geceleri hangi rüyayı görüyorlardı?
Hayatlarında hiç gitmedikleri bir coğrafyaya gidip bilmedikleri dillerde gerçekleşen bilmedikleri ritüellerle karşılaşıyorlardı. Orada yaşanan yabanileşmeyi merak ediyordum. Sergi mekânındaki “Bilim İnsanı”odasında bu insanın hayallerini ve gördüğü şeylerin eskizlerini tasarlamaya duvara kömürle taşımaya çalıştım. Sanki defterlerinin arasında dolaşıyormuş gibi olsun diledim izleyici. Uçmaya ve unutulmaya çok yakın bir yapıda olmasından dolayı kömür kullandık Kirkor ile çizerken. Keşifler döneminin teknolojilerine bir referans olarak duvar çizimlerinin üzerlerine bahsi geçen hayvanların çinko gravür plakalarını astım. Hayvanların çizimlerini gravür ile çoğaltarak kitaplara ve ansiklopedilere yayıyorlardı.
“Avcılar” bölümü, kapıdan sızan bir ateş videosuyla gördüğünüz bir oda. İzleyicilerin avcıların yaktığı bir ateşin başında beklediğini hayal ettim hep. Zaten izleyici görsel kodları okumaya başladığı an aslında bir avcının sembollerine ve literatürüne sahip olduğunu kanıtlıyor kendine.
“Dil” kısmında, doğa tarihi müzelerindeki sergileme biçimlerinden yola çıkarak üretilmiş bir dolap bulunuyor. İçine sıkıştırılmışçasına yerleştirilmiş ağacı; zoolog, filozof, ressam ve kâşif Ernst Haeckel’in The tree of life (1879) çiziminden esinlenilerek geliştirdim. Türlerin aile ve kökenlerini tanımlamak için kullanılan ağaç sembolü, zaman içerisinde ırklar ve aileleri ayrıştırmak için de kullanılan bir imgeye dönüşmüş. Bunu oluştururken kök salamamak veya kökünden edilmek kavramlarıyla birlikte kökenleri düşünüyordum.
Koridor boyunca yürüyen geyik, yaban koyunu ve tilki ise “Hayvanlar”ı oluşturuyor. Hayaletimsi bir şeffaflıkla yürüyen bu hayvanlar, onlara ait olan bu bölgenin izleyiciyle ilişkisini müzakere ediyor. Bir diğer deyişle diğer odaya gitmeniz için üstlerine basmanız veya projeksiyonun ışığını gölgenizle kapatmanız gerekiyor. Kendi otoritemi sorgulamaya çalıştığım bir yaklaşımdı.
Batılı sömürgeci ve emperyalist bilim insanlarının/misyonerlerin tavırları, Anadolu ve Mezopotamya’da yürüttükleri çalışmalar da ayrıca önemli. Bütün bir dünyayı kendi gözlerinden, kendi istedikleri gibi görmeye çalışan bir eğilim söz konusu burada. Batı’nın bu mutlak egemen, emperyalist ve sömürgeci tavrı, geçmişi yeniden biçimlendirirken bugüne nasıl bir miras bırakır? Bu miras, sözgelimi taksonomi isimleri üzerinden nasıl okunabilir?
Batı’nın bilimsel anlamda bıraktığı miras ne yazık ki bugünümüzü oluşturuyor. Sergi üzerinden konuşmak gerekirse kalan mirası bilim dili olarak Batı’nın Latince seçiminden bile görebiliyoruz. Türleri ayırırken de dönemin bilim dili olarak kabul edilen Latince’yi devam ettirmek, İsveç’te 1707-1778 yılları arasında yaşamış hekim, biyolog, Carl Linneaus’un seçimiydi. Kendisi 1735’te Systema Naturae adlı eserini yazdı ve bu eserde, doğanın üç (bitkiler, hayvanlar, mineraller) alemi üzerine hiyerarşik bir sistem oluşturdu. Günümüzde kullandığımız taksonomik isimlendirme sisteminin temelini yarattı. Hızını alamayana Linneaus daha sonra insan türlerini de sınıflandırmaya başladı. Deri rengine göre ayırt ettiği dört tür sayesinde, gelecek 400 yılın ırkçılık temellerini attı diyebiliriz; siyah, sarı, kırmızı ve beyaz.
Serginin merkezinde yer alan tür isimlerinin 2005 yılında Türkiye Cumhuriyeti Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından değiştirilmesi aynı zamanda bir sansür olarak da değerlendirilebilir. “Kurdistanica” ve “Armeniana” gibi ifadeler bu değişiklikle beraber literatürden çıkarılır. Devletin sansür aracının istisnasız her alanda kendisini göstermesi sizin için ortaya nasıl bir tablo çıkardı? Sanatın da temel konularından/meselelerinden biri olarak sansür, bu anlamda size sergi özelinde nasıl bir alan açtı?
Bence bu önemli soruları aslında hepimizin cevaplaması gerekiyor. Sansürü nasıl içselleştiriyoruz? Nasıl hayatımıza yansıtıyoruz? Türkiye’de ismi değiştirilmiş bu hayvanlara ne kadar önem atfediyoruz? Aynı toprağı paylaştığımız isimleri, tarihleri, yaşam alanları silinen türlerin ve /veya toplulukların ne kadar farkındayız? Sergi bu anlamda benim dert edindiğim bu konuları herkesin dert edinmesini temenni ettiğim bir alan açtı diyebilirim.
“In Hoc Signo Vinces”, aynı zamanda bütün bir coğrafyanın, toplum ve sosyal dengenin geç dönem Osmanlı sonrasında nasıl değiştiğine işaret etmesi bakımından da önemli bir sergi, ki bu bağlamda yüzleşilmesi gereken birçok konudan da bahsedilebilir. Söz konusu bu isimler bize Mezopotamya, daha da özelinde Anadolu coğrafyası, bu coğrafyanın geçmişine/tarihine dair neler söyler?
Bizim coğrafyayla ilgili yüzleşmemiz gereken konuları bu hayvanlara atfetmek çok kolaycı bir yol olur. Eğer Osmanlı’nın dağılmasıyla Anadolu ve Mezopotamya’da gerçekleşen türlü felaketlere bakmak isterseniz İstos Yayınları veya Aras Yayınları’ndan pek çok kitap bulabilirsiniz. İletişim Yayınları’nın tarih, sosyoloji, politika/siyaset alanında çıkardığı kitaplara veya İsmail Beşikçi Vakfı’nın yayınladığı kitaplar da aydınlatıcı olacaktır. Kitap istemeyenlerin bu bölgelere seyahat etmesi zaten yeterli olacaktır. Boşaltılmış köyler, yıkıntı halde metruk yapılar, el değiştirmiş evler, yapılan barajlarla sular altında kalmış antik kentler veya anlamadığınız dilde gördüğünüz bir yazıt bile sizlere hiçbir sanat eserinin anlatamayacağı netlikte bir izlek sunar. İsmi değiştirilmiş hayvanlar hakkındaki işim benim bu geçmişle ve kendi geçmişimle nasıl bir diyalog kurduğumla alakalı bir konu.
Sergide son 3 yılda ürettiğiniz gravür, çinko, desen, video ve ses gibi farklı mecraları/medyumları iç içe geçirerek ürettiğiniz mekâna özgü yerleştirmeler yer alıyor. Son olarak bu yerleştirmeleri nasıl kurguladınız? Mekân ile yerleştirmeler nasıl bütünleşti?
Genelde işlerimde anlattığım projeyi hep bölerek anlatıyorum. Bu bölümler konu başlıkları da olabiliyor, araştırmamdaki özneler de anlattığım hikâyedeki nesneler de. Bu bölünme derinleşebilmemi de sağlıyor. Odaları bu bölümlere ayırmak bana kitap hissi verdiği için iyi gelmişti. Projesinin çıktılarını kurgularken birçok insandan destek aldım. Bu destek sonunda projeyi beraber üretmeye kadar ilerledi. Kirkor Dabanyan, Derin Ekin Kenter, Eren Şenkardeş, Kaan Sümer, Cüneyt Özşeker projeyi beraber yaptığım sanatçılar. Versus’un direktörleri Mert ve Leyla Ünsal mekânı esnetebilme, değiştirme ve dönüştürme konusunda çok açık fikirlilerdi. Tasarlarken bazı odaları kapattık, bazılarından ayrı geçişler yaptık ve hayalimizdeki yerleşime ulaştık. Kurulumu yapan ve prodüksiyon süreçlerinde bütün desteğini ve alternatif çözümleri sunan Fiksatif ekibini de atlamamak gerek.