Nehna, 2021 yılında kurulduğunda bir grup Antakyalı Rum Ortodoks’un kentin hafızasını bir websitesi üzerinden çeşitli yazılarla tuttuğu çevrimiçi bir fikir platformuydu. Kendilerine seçtikleri isim sadece cemaatlerini değil, tüm Antakya’yı kapsıyordu. Arapça “biz” anlamına gelen “nehna”nın anlamını sırtlanıp 6 Şubat depreminden sonra bu kapsamın sorumluluğuyla, kentte yıkımın yarattığı sorunları duyurmak ve çözmek için daha etkin biçimde çabalamaya başladılar.
Kentin kültürel hafızasını ritüellerinden mimarisine, doğasından lezzetlerine ne varsa hatırlatmaya; kentin yeniden inşasında Antakyalıların söz sahibi olmasına yönelik etkinliklere uzanan çeşitli çalışmalar yürütüyorlar. Nehna ekibinden Anna Maria Beylunioğlu ile eski Antakya’yı, oradaki kültürel hayatı ve ısrarla “Ma rehna, nehna hon” (Buradayız, gitmiyoruz) diyerek yaptıkları kente dair çalışmaları ve kentin yeniden inşasındaki itirazlarını konuştuk.
Antakya ve çevresindeki Ortodoksların kültür ve tarihini, güncel sorunlarını aktarmak için yayın yapan bir platform olarak 2021 yılında kurdunuz Nehna’yı ancak depremle birlikte çok daha fazla sorumluluk aldınız. Nehna nasıl bir ihtiyaçla hayat bulmuş, yola nasıl çıkmıştı?
Altı kişi bir araya gelip içine doğmuş olduğumuz toplumu anlatmak istemiştik ama bunu sadece Antakyalı Ortodoksları tanıtarak yapamazdık. Çünkü bu cemaati cemaat yapan bir arada yaşadığı diğer topluluklarla gündelik, kültürel, toplumsal etkileşimleri. Antakya’ya dair ritüellerin, kültürün çok fazla anlatılmadığını, çalışılmadığını düşünüyorduk. Bireysel hayatlarımızda da kendi müziğimize, bayramlarımıza dair şaşkınlıklar, kafa karışıklıkları yaşıyordu insanlar. “Adın Anna Maria ama dilin nasıl Arapça olabiliyor?” gibi kafa karışıklıkları. Çok basit bir örnek ama bu ve buna benzer bilinmezliklerden kaynaklanan bir girişim olarak kendimizi anlatmak istedik.
Bir de Türkiye’de bizim gibi cemaatlerin, eğer ki istanbul dışında kalıyorlarsa çok da dertlerini aktaramadıklarını biliyorduk. Mesela 6-7 Eylül olayları hep İstanbul merkezli konuşulur, Varlık Vergisi yine İstanbul bazlıdır. Ama oralarda da yaşandı bu olaylar, insanlar bu ayrımcı politikalardan oralarda da etkilendi. Akademik-yarı akademik yazılar yayınlayalım dedik. Bunda ekipteki altı kişiden ikisinin akademisyen olması ve editörlük pozisyonunu üstlenmeleri de rol oynadı. Böyle başladık.
Nasıl bir değişim yaşadınız depremle?
Depremden sonra hafıza tutmaya dair bir çaba gösterdiğimizi daha iyi anladık. Gönüllülük ilkesiyle yola çıktığımız için depremden önce son zamanlarda insan gücü açısından zorlanmaya başlamıştık ve kendi aramızda dernekleşmemiz gerektiğini konuşuyorduk. Henüz adım atmamıştık, bir yandan insan hakları temelli bir iş yaptığımız için önümüzde nasıl bir ortam olacağını öngörmek açısından seçimleri bekleme kararı almıştık. Sonra deprem oldu ve her şeyimiz değişti. Nehna’da haftada 1-2 yazı editler, iki ayda bir toplantı yaparken şu anda kendi işlerimize vakit ayıramaz hale geldik. Önce herkes gibi biz de insani yardım çabasının içinde bulduk kendimizi. Sosyal medya hesaplarımızı deprem öncesinde de iyi kullanıyorduk depremle birlikte daha çok dikkat çektik. Başta da söylediğim gibi sadece Ortodoks cemaatine yönelik bir yaklaşımımız olmadığı için de bize yoğunlaşıldı. Başta tabii ki insanlara direkt temas eden konulara ağırlık verdik, sosyal medyadan yardımları yönlendirdik. Şu anda Nehna olarak bir konteyner kent projesine destek olmaya çalışıyoruz. Uzun vadede ise önemli olanın hafızayı canlı tutmak olduğu bilinciyle birkaç proje üzerinde çalışıyoruz. Bunlardan birine başladık: Eski Antakya’yı referans alabileceğimiz bir noktaya ihtiyaç olduğunu düşünerek bir dijital hafıza müzesi yapmaya karar verdik. Araştırmalar ve hazırlıklar sonucunda uygulamanın tasarımına başladık. İnsanların bir harita üzerinde Google temelli pinleyerek anılarını, fotoğraflarını yükleyebileceği bir sistem bu. Haziran gibi açmayı planlıyoruz. Bir de sözlü tarih projemiz var. Görüşmeleri devam ediyor.
Bunlarla beraber Antakya’da neler olduğunu da takip ediyoruz. Başından beri endişeliyiz. Neyi kaybedebileceğimizin farkında olan bir gruptuk Nehna olarak. Çünkü çok güçlü kültürel pratiklerimiz var. Bunlar bizi biz yapan, Antakya’dan çıktığımızda bizi sudan çıkmış balığa çeviren şeyler…
Herkes için memleketi kıymetlidir ama Antakyalıların kentle kurduğu bağ çok güçlü ve bir başka. Nehna ekibine bakınca da bunu görüyoruz, hepiniz ya mesleklerinizi ya da mesleklerinizin yanı sıra çeşitli yan uğraşlarla ilgi alanlarınızı Antakya üzerine kurmuşsunuz. Nasıl bir aidiyet duygusu bu? Bu bağla birlikte endişe duyduğunuz, takip ettiğiniz konular neler Antakya’ya dair?
Nedenini çok bilmemekle beraber dil meselesinden, bizi diğer toplumlardan ayıran Arapçanın varlığından kaynaklandığını düşünüyorum. Dil müziğimizi, yemek isimlerini, düğünleri, gündelik hayatı, kültürel bütün ögeleri etkiliyor kaçınılmaz olarak. Her ne kadar Antakya, deprem öncesinde pek çok yer gibi neoliberal politikalar üzerinden yaşadığımız bozulmadan payını almaya başlamış olsa da hızlı yaşam henüz oraya çok fazla sirayet etmemişti. Gezmeyi, lezzeti ve iyi yaşamayı bilen bir kültüre sahibiz. Mesela ben İstanbul’da yaşıyorum ama uzun yıllar tükettiğim et, salça oralardan geliyordu. Çok basit geliyor olabilir kulağa ama lezzetleri, o lezzet mekânlarını yerinde bulmak, her şeyin taze ve güzel olmasının da etkisi var. Tüm bunları kaybedeceğimizden korktuk açıkçası. Çünkü yıkımın, kayıpların, acıların ardından hayatta kalanlar orada kalamayacak duruma geldi. Farklı kentlere çekildiler. Şu anda orada yaşam yok ve yakında da koskoca bir inşaat alanı olacak. Ya geri dönemezlerse korkusu bu. Çünkü Antakya’yı Antakya yapan o şehrin düzeni ve insanlarıydı. Şehri daha güvenli olacak diye dağlara yaparsanız -ki Sur ve Van’daki örnekler öyle- kentin ruhunu öldürürsünüz. Antakya’yı kim, nasıl yapacak? Bu soruların cevaplarını az çok bildiğimiz için endişemiz arttı ve bu konuyu takip etmeye, belli konuları gündemde tutmaya başladık.
Yerli halkın dahil olamadığı, kentin ruhuyla uyumsuz “turistik” yapılanma Van’ın ve Sur’un kendine özgü dokusunu bozdu. Antakya’yı da benzer sorunlar bekliyor gibi görünüyor. Kenti biçimlendiren tarihi ve dini yapıların, sit alanlarındaki kültür varlıklarının aslına ve prosedürlere uygun yapılması için Nehna ve benzeri oluşumlar ne kadar müdahil olabiliyor? Bunun için neler yapılabilir?
Öncelikle artçılar seyrelse de bir süre daha devam edeceği için uzmanlar bir seneden önce oraya bir şey yapılamayacağını söylüyor. Çünkü yer sarsıntılarının durulması gerekiyor. Şehrin planları çiziliyor şu anda ama bunu yaparken Antakyalıların görüşlerinin alınmadığını biliyoruz. Şeffaf olmayan bir durum var ortada. Antakya eskisine yakın bir biçimde inşa edilmezse o insanlar oraya nasıl dönecekler? Orada avlulu evler, o avlularda beraberce sohbetlerin, yemeklerin yapıldığı bir kültürel hayat vardı. Şehrin geçmişi, hafızası demek bu. Tabii ki güvenli evlerde yaşamak istiyoruz ama uzmanlar şunu da söylüyor: Eğer siz deprem yönetmeliğine uygun bina yaparsanız bina hasar görse bile o binadan sağ çıkabilirsiniz. Şehri dağlara da kursanız, deprem yönetmeliğine uygun olmazsa o evler yine yıkılacak.
Eski Antakya yapılarının yeniden inşasıyla ilgili çalışmalar yürütenler ve uzman isimlerle de temas halindeyiz. Kültürel mirasın korunması diyoruz, bu kapsamda tescilli ve tescilsiz yapılar var. Bunlardan biri de Altınözü’ndeydi ve tescilsiz diye az kalsın yıkılıyordu. Onun için sosyal medyadan kampanya başlattık, yıkım kararı durduruldu. Bu gibi tarihi yapıların da takibine başladık. Antakya farklı dinlerin bir arada yaşadığı bir yer, dolayısıyla ilk yapılacak şeylerden biri dini yapıları inşa etmek olacaktır ama eğer insanların dükkânlarını, eski avlulu evlerini kilise ve camilerin etrafına konuşlandırmazsanız insanlar gelmeyecektir. Sonuçta bu ritüelleri, kültürü o insanlar var ediyor.
İKSV için deprem bölgesinde kültür-sanat alanında saha araştırması yapan akademisyen Ulaş Bayraktar kente dair kültür nüveleri, ritüeller üzerinden bir araya gelmenin öneminden bahsetmişti, kayıpların 40. gününde Samandağ’daki yürüyüşü hatırlatarak. Siz de Nehna olarak aynı gün İstanbul’da, İstos’ta benzer bir anma etkinliği düzenlediniz. Siz de bu tür etkinlikleri biraz önce söylediğiniz gibi o kültürü yaratan insanları türlü vesilelerle bir araya getirmek için yapıyorsunuz sanırım.
Evet, çünkü insanlar bu tür ritüeller sayesinde bir araya geliyor ve kendilerini daha rahat ifade edebiliyor. 40’ındaki anma bir yandan çok acıydı ama çok güçlü bir mesajdı. Mezarlık kültürü sokaklara taşındı, rihenlerle şehirde dolaşıldı. Yine Antakya’ya doğru Arapça müzikler eşliğinde bir yürüyüş yapıldı, o da çok etkileyici ve anlamlıydı. Paskalya’yı kutlamak için de kente döndü Antakyalılar. Bunları yaşatmak, hem hatırlatmak hem de canlı tutmak ve oradaki insanlara umut vermek açısından çok önemli. Ailelerini, akrabalarını depremden sonra yurt dışına çekenler oldu; özellikle 60-65 yaş üstü insanlar gittikleri yerde ağır depresyona girdi, yemeden içmeden kesildiler. Şimdi konteyner ya da çadırda yaşamak için geri dönüyorlar Antakya’ya.
Eski bir röportajda Nehna ekibinden Can Terbiyeli, “Nüfusu az olan toplulukların dayanışma dışında başka bir seçeneği yok” diyordu, bir başka röportajda da “Ne yazık ki bir toplumu görmek, bilmek, tanıyabilmek için ya savaş çıkmalı ya bir soykırım olmalı ya da tehdit altında kalmalı”… Depremle su yüzüne çıkanları da özetler gibi bu sözleri.
Kesinlikle. Gerçekten hiç bilinmiyoruz. Sadece geniş toplumda bilinmemenin yanı sıra kendi toplumumuz da kendini anlatmaya alışık değil. Bunun da koruma içgüdüsü gibi başka sebepleri var ama o kadar azaldık ki topluma nüfuz etmediğimiz sürece yaşayamayız. Zaten sayımız azaldı; haklarımızı nasıl koruyacağız dediğimiz noktada toplumu, kilise kapılarını açıp nüfuz etmek gerekiyor. Antakya için “medeniyetler beşiği”, “mozaik” gibi romantik sözler sarf edilse de bu durum gerçekliği yansıtmıyor. Farklı cemaatler arasında her zaman bir perde vardı. Tabii bu perde İstanbul’daki kadar kalın değildi ama deprem olduğu zaman Nehna olarak kiliselerin kapılarını açmasına vesile olduk. İskenderun ve Samandağ’daki kiliselerde aşevleri kuruldu; o mutfakta Aleviler, Hıristiyanlar, Sünniler hep beraber yemek yaptı. Bence enteresan bir pratikti. Can’ın da dediği gibi başka türlü olmayacak bu iş. Maalesef ki dayanışmamız gerektiğini depremle bir kez daha test ettik.
Başından beri orada olan çeşitli sivil inisiyatifler, oluşumlar var. Orada bu anlamda nasıl bir ortam, işbirliği var?
Bu süreçte birçok dernek kuruldu Antakya’ya dair ama maalesef bu gruplar şimdiye kadar birbiriyle pek ilişkili değildi. Herkes iyi niyetle, heyecanla kendi başına bir şeyler yapıyor ama insanları bir araya getirmek ve birbirlerine yardımcı olabilecekleri noktada iletişimde olmak çok önemli. İstanbul, Ankara merkezli örgütlerin yanında yerel ağlar ayrıca çok kıymetli. Samandağ’da moloz yığılan yerlerdeki sıkıntıları gidermekle uğraşan insanların çabaları gibi. Çünkü orada yaşıyorlar ve birebir bize anlatmaya çalışıyorlar yaşadıkları sorunları. Bülent Bilmez’in önerisiyle tüm bu oluşumların katıldığı bir toplantı düzenlenmeye başladı. Biz de Nehna olarak mümkün olduğunca her masadan haberdar olmaya çalışarak bilgilenmeye gayret ediyoruz.
Bu yazı bir Avrupa Birliği projesi olan CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı’nın desteklediği “Sanat Haberciliğini ve Eleştirisini Yerelden Geliştirmek” projesi kapsamında Argonotlar tarafından komisyon edilmiştir.