Fransız romancı Marcel Proust’un okuyucularına yaşamın anlamının kökenine inmesinde yol gösterici bir yazar olduğunu birçoğumuz biliyoruz. Peki ya Monet’nin nilüferlerinin yazarın “kayıp zamanın izinde”si ve aydınlatıcı Proustyen anlarla nasıl bağlantılı olduğunu biliyor musunuz? Gelin bunun nasıl olduğuna birlikte göz atalım.
Bir okur olarak Leo Tolstoy’un Savaş ve Barış romanının uzun olduğunu düşünüyorsanız, o zaman Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sini es geçtiniz demektir. Çünkü yedi ciltten oluşan ve 1913-1927 yılları arasında Fransızca ismiyle “À la recherche du temps perdu” olarak yayımlanan Kayıp Zamanın İzinde, dünyanın en uzun romanlarından biridir ve Savaş ve Barış romanının yaklaşık iki katına tekabül eden 1,2 milyondan fazla kelimeye sahiptir.
Proust’un bu romanının en ünlü sahnesi ise bitki çayı ve Fransızların “madlen” dediği zarif küçük keklerle ilgili olanıdır denilebilir. Romanın ilk cildi olan Swann’ların Tarafı’nda, Proust’un kendi hayatıyla birtakım üstü örtük benzerliklere sahip olan anlatıcı karakter Marcel, bize uzun zamandır depresyonda ve üzgün hissettiğini şu sözlerle dile getiriyor:
“[…] bir kış günü eve döndüğümde, üşümüş olduğumu gören annem, alışkın olmadığım halde, biraz çay içmemi önerdi. Önce istemedim, sonra, bilmem neden, fikir değiştirdim.
Annem, birini gönderip, Küçük Madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm.
Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi.
Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Çayın ve kekin tadıyla bir bağlantısı olduğunu, ama onu kat kat aştığını, farklı bir niteliği olması gerektiğini seziyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi?”
(YKY’deki Roza Hakmen çevirisi)
Çay ve madlenlerle geçen bu an romanın akışında çok önemli bir yere sahip, çünkü Proust’un hayatı derinden takdir etme konusunda bize öğretmek istediği ne varsa bu satırlarda kendini gösteriyor. Peki ya Proust’un bu ‘hayat dersi’ tam olarak nelerden bahsediyor?
Hayatın kayıp anlamının izinde
Yukarıda alıntılanmış olan sahnede, Proust’un anlatıcısı günümüzde “Proustyen bir an” olarak nitelediğimiz şeyi deneyimliyor. Aniden gelişen istemsiz ve yoğun bir hatırlama anını. Çayın ve madlenin tadı, onu küçük bir çocukken yazlarını Fransız kırsalındaki teyzesinin evinde geçirdiği zamanlardaki çocukluğunun mutlu yıllarına geri götürüyor. Zengin çağrıştırıcı gücü sayesinde, Proustyen anın bize öğrettiği şey, yaşamın illaki sıkıcı ve anlamsız olmadığıdır. Yani hayattaki basit şeylere farklı bakmamız ve onları yeniden takdir etmeyi bir şekilde öğrenmemiz gerekiyor.
Fakat bu noktada daha derin konulara geçmeden önce biraz duralım ve Proust’un alttan alta vermiş olduğu mesajları daha iyi anlamak adına bu devasa başyapıt hakkında kısaca biraz fikir edinebilmek için bir adım geriye gidelim.
Hikayenin derinliklerine doğru
Kitap, yaşamın anlamının ve amacının arayışı içerisinde olan orta yaşlı bir adamın hikayesini anlatıyor. Çay ve madlen anı, anlatıcının mutlu çocukluğuyla ilgili anılarını açığa çıkaran ve onu umut ve şükranla dolduran bir andır.
Romandaki Marcel karakteri bu anın sonrasında hayat hikayesini anlatmaya başlar ve aralarında aristokrat Guermantes ailesinden Charles Swann’ın da bulunduğu bir dizi unutulmaz karakteri okuyucuya tanıtır. Ve elbette, Marcel’in tutkulu bir bağ kurduğu Albertine’i. Roman boyunca, karakterin dünyası hem kültürlü hem de yozlaşmış insanları kapsayacak şekilde genişler ve Marcel, insana dair ne kadar ahmaklık ve sefalet varsa hepsini görür.
En dibe vurduğunda, zamanın ve peşinde olduğu her şeyden güzellik ve anlamın kaybolduğunu hisseder. Ancak anlatıcı, geçmişte yaşadığı tüm güzelliklerin ebediyen canlı olduğunu bilinçdışı hafızasında yer etmiş olan bir dizi olay aracılığıyla fark eder. Daha sonra kaybettiği zamanı yeniden bulur ve okuyucunun deneyimlediği romanı yazmak için ölüme karşı yarışarak işe koyulur.
Proust, kendi kayıp zamanının izini sürerken yeni bir keşifte bulunmuyor aksine halihazırdaki şeylerin bir nevi başkalaşım geçirerek değişebileceğini gösteriyordu. Değişmez kabul edilen şeyleri alıyor, onları adeta eriterek yeni bir hale sokuyordu. Bunu yaparken de değişmez gerçekler olarak kabul edilen şeylerin temelinde yatan o ahengin ve evrensel değerin orada bir yerde hala durduğu göstermek istiyordu. Proust’un romanı, tam da bu nedenle, anlatıcının o evrensel değeri, yaşamın anlamının kökenindeki üç olgu üzerinden keşfetmesini anlatıyor.
Yaşamın anlamının kökenindeki üç olgu
Bu üç olgudan birincisinin sosyal başarı olduğunu söyleyebiliriz. Romandaki anlatıcı, yıllar boyunca enerjisini toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarına doğru çıkmak için kullanmıştır. Ancak Marcel bir gün bu sosyal züppelikten yorulur. Çoğu sohbetin artık sıkıcı gelmeye başladığını kabullenir ve erdemli ya da yozlaşmış olmanın sosyal statülerle ilgisi olmaksızın toplumun tamamına dağılmış olduğunun farkına varır. Özellikle gençken, dışarıda bir yerlerde üstün insanlardan oluşan bir sınıf olabileceğini zannetmenin doğal bir hata olduğunu anlamaya başlar. Diğer yandan Proust’un romanı bize başka bir yerde daha iyi bir hayat olmadığına dair kesin bir güvence veriyor.
Bir diğer olgu ise sevgidir. Romanın ikinci cildi olan Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’de anlatıcı tatillerini büyükannesiyle birlikte deniz kenarında geçirir. Orada Albertine adında bir kıza âşık olur.
Yaklaşık 300 sayfa boyunca anlatıcının düşünebileceği tek şey Albertine olmuştur. Ama zamanla Marcel yine hayal kırıklığına uğrar. Proust’un gözünde aşkın en büyük vaadi, yalnız olmayı bırakıp hayatımızı başka bir insanınkiyle kaynaştırabilmemizdir. Ancak roman, hiç kimsenin kimseyi tam olarak anlayamayacağı ve yalnızlığın bir endemi olduğu sonucuna varıyor.
Bu bizi hayatın anlamı için üçüncü ve tek başarılı olguya, yani sanata götürüyor. Proust’a göre, büyük sanatçılar bize dünyayı taze ve canlı bir şekilde gösterdikleri için gerçekten büyük bir alkışı hak ediyorlar. Proust açısından sanatın karşıtı ise kendisinin alışkanlık olarak adlandırdığı şeydir. Onun için alışkanlık, duyularımızı körelterek hayatımızın çoğunu mahveden bir şeydir. Proust’un gözünde işin püf noktası ise yetişkinlik döneminde bir çocuğun takdir etme güçlerini geri kazanmayı öğrenmektir. Yani günlük yaşamı yeni bir duyarlılıkla değerlendirebilmek için alışkanlığın perdesini aralamak zorundayız. İşte Proust’a göre sanatçıların yaptığı tam da budur.
Proustyen bir an olarak sanat
Monet bize yeni bir ışık altında nilüferleri gösterdiğinde, van Gogh rüya gibi yıldızlı geceleri ortaya çıkardığında veya Christo, Berlin’deki Reichstag gibi binaları kapladığında, temelde yaptıkları şey, aslında alışkanlığı ortadan kaldırmak ve hayatı gerçek ihtişamına geri döndürmek. Ancak Proust’un mesajı bunun için kendimizin sanatçı olması ya da sürekli müze ve galerileri ziyaret etmemiz gerektiği değildir elbette.
Onun önerisi sanatçılardan öğrenmek ve böylece kendi dünyamıza yeni bir bakış açısı kazandırmaktır. Mesela Picasso’nun meşhur “Quand je travaille, ça me repose” cümlesini örnek alalım: İspanyol sanatçı çalışmanın onun için dinlenmek anlamına geldiğini söylüyor. Bugünlerde böyle bir şeyi kim iddia edebilir ki? Proust için sanatçılar bu yüzden bu kadar önemli. Çünkü onlar hayatta anlam bulmanın anahtarını ellerinde tutuyorlar. Hatta denilebilir ki, sanatçıların eserleri uzun süren Proustyen anlar gibidir.
Proust’un en sevdiği ressamın, gündelik hayatın çekiciliğini ve değerini nasıl ortaya çıkaracağını bilen bir ressam olan Vermeer olması tesadüf değildir. Hollandalı sanatçı, tıpkı Proust’un yaptığı gibi, bizi hayatın olağan koşullarıyla uzlaştırmaya kendini adamıştı ve bu nedenle Vermeer’in ruhunun Kayıp Zamanın İzinde isimli eserin üzerinde dolaştığını hissedebilirsiniz.
Marcel Proust kimdir?
Roman, bir noktaya kadar Proust’un kendi hayatının hikayesidir ve alegorik bir hakikat arayışı olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu nedenle, romancının biyografisine de bir göz atmak gerekmektedir.
Proust, 1871’de üst orta sınıf bir Fransız ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Dönemin önemli doktorlarından olan babası, Fransa’da koleranın son bulması için yaptığı katkılarıyla biliniyordu. Küçük bir çocukken, Proust tatillerini Chartres civarında (ki daha sonra romanında Combray olarak yer alacaktı) ya da büyükannesiyle birlikte kalacağı Fransız sahilinde geçirirdi.
Sonraki yıllarda, genç bir yetişkin olarak, yüksek sosyeteye ve seçkin salonlara erişim kazanacak ve burjuvazinin keskin bir gözlemcisi olarak Fransız gazetesi Le Figaro için makaleler yazmaya başlayacaktı. Bu deneyimi onun daha sonra romanı için yaratacağı aristokrat Guermantes ailesini yaratmada bir çerçeve sağlamış olabilir. Dahası, Proust’un sanata olan hayranlığının aslında sanat meraklısı John Ruskin ile bir karşılaşmaya dayandığına inanılmaktadır. Proust, Ruskin’in Amiens İncili’nin çevirisi için çalışmıştı.
Proust, ailesi öldükten sonra şiddetli bir depresyona girdi. Öyle ki, bu nedenle 1905’te Boulogne-Billancourt’daki bir sanatoryuma yatmak zorunda kalmıştı. Orada, bir terapi yöntemi olarak “istemsiz anıları” başarıyla tetikleyebilen Paul Sollier tarafından tedavi edildi. Proust, inzivasını bitirdikten sonra Paris’teki Haussmann Bulvarı’na taşındı ve orada romanı üzerinde çalışmaya başladı.
Marcel Proust kitabının her şeyden önce bize yardım etmesini amaçlamıştı. Bu konuda yaşamının sonlarına doğru, hizmetçisi Celeste’ye şöyle söyler: “Keşke ben de kitaplarımla, babamın yaptığı iş kadar insanlığa iyilik yapabilseydim.”
Kayıp Zamanın İzinde’nin Yayınlanması
Her ne kadar Kayıp Zamanın İzinde birçok kişi tarafından 20. yüzyılın en büyük romanları arasında sayılsa da, ilk cildinin basılması o kadar kolay olmadı. Yayınevleri kitabı basmayı birkaç kez reddetti. Britannica Ansiklopedisi’ne göre, nihayet 1913’te masrafları yazarın kendisine ait olmak üzere yayınlandı. Zamanla romanını revize ederek, hissini, dokusunu ve yapısını zenginleştirdi ve derinleştirdi. Bunu yaparken de Swannlar’ın Tarafı’nı insan hayal gücünün en derin başarılarından birine dönüştürerek, insanların ve yerlerin deha düzeyinde tasvirlerini yapmayı başardı ve çay ve kek tasviriyle tüm edebiyat tarihinin en efsanevi sahnelerinden birini yarattı.
1919’da ise Swannlar’ın Tarafı’nın yeniden basımıyla birlikte bu sefer ikinci cilt olan Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde de yayınlandı. Daha sonra prestijli bir ödül olan Prix Goncourt’u alan Proust aniden dünyaca ünlü bir yazar oldu. Proust hayattayken kitabın iki cildi daha çıktı: Guermantes Tarafı ve Sodom ve Gomora. Son üç cilt ise yazarın ölümünden sonra yayınlandı. Tüm ciltlerin bir arada olduğu ilk baskısı ise 1954’te yayınlanabildi.
The Collector‘daki makaleden derleyen: Erdem Gürsu