Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Kütüphane

Gökten zembille in(memiş) bir sohbet

Mehmet Güleryüz’ün 2015’te İstanbul Modern’de gerçekleşen “Ressam ve Resim” başlıklı sergisinin kataloğu için sosyolog Nilüfer Göle’yle gerçekleştirdiği söyleşi Argonotlar Kütüphanesinde.

Bir ressam ile bir sosyoloğun birbirine söyleyecek nesi olabilirdi? Kesişme noktalarımız nelerdi, ne gibi temas alanları ortaya çıkarabilirdik? Güncel sanatın gücünü giderek kavramlardan ve söylemlerden aldığı bir gerçek. Buna mukabil, sosyal bilimler ise biraz daha sanat körü diyebiliriz. Sanat ile sosyal bilimleri birbiriyle nasıl konuşturabilirdik?

Mehmet Güleryüz ile sürdüreceğimiz sohbet, dil ve desen arasındaki karşılaşma, temas noktaları ve sürtüşmeler üzerine düşünmeye bir zemin hazırlamalıydı. Paris’te neredeyse kapı komşusu denilecek kadar yakınıma geldiğini öğrenmiştim. Evimde oturup yüz yüze, zamanı askıya alarak konuşabilecektik. Sohbet serüvenine karar verdikten sonra, on yıldır her gün kapıdan içeri girdiğimde beni karşılayan; kırmızı, sarı, yeşil, alacalı renkleriyle tan vakti Kapadokya coğrafyasını hatırlatan Güleryüz tablosuna artık başka bir gözle bakmaya başlamıştım: Gökyüzünde salınan iki balon ve birinin sepetinde, aşağıdaki topraklara bakan insan figürü, benim buralardaki göçmenliğime, havailiğime gönderme yapıyor gibiydi biraz da. Ressamın kendisine gelince: Mehmet ile çok kez yolum kesişmişti ama en son Gezi olayları sırasında, sokağın ortasında gaz yemiş, sendelemiş ve yere düşmüş halde göründüğü, sosyal medyada dolaşan fotoğrafı gözümün önündeydi. Gülümsedim. Yol işaretleri bana bu sohbetin gökten zembille inmediğini söylüyordu.

Dil ve imgeyi birbiriyle konuşturabilecek, farklı çalgı aletlerimizi akort edebilecek miydik, bilmiyor, birbirimizden çekiniyorduk. Kolay olmadı. Mehmet gelir gelmez kendi notasını önümüze koydu. Yorum, doğaçlama bana kalmıştı. İstanbul Modern’deki retrospektif sergisinin bir ezgisi (leitmotif) olarak düşünüyordu bu sohbeti. Sanat tarihçilerinden, sanat eleştirmenlerinden farklı biriyle, bir “üst gözle” resmini nasıl yeniden konumlandırabilirdi, merak ediyordu.

Bu retrospektifte bana bir bakış, daha doğrusu sanata bir bakış gerekiyor. Bu kim olmalı? Sanattan biri mi olmalı, sanat tarihçisi mi olmalı, eleştirmen mi olmalı? Bir başka üst göz gerekli. O üst göz şu: bu resmin esas dayandığı nokta, yani benim resim yaparken dayandığım nokta önsezilerim, hislerim, sezgilerim, daha çok hayvani güdülerim. Resmimi bu gözle bir bağlama yerleştirecek ve iki alana, iki dünyaya -biz ve burası, doğu ve batı- bakacak birisi.

Mehmet Güleryüz hem “buraya” özgü kültürel havzanın içinden, hem de “insanı” anlamak, isteyen, zamanı ve mekanı olmayan bir sanat diliyle konuşuyordu. Onun sanat ile oluşturduğu güçlü ve görünen bağı anlamak için kişisel güzergah ile tarih arasında saklı kalmış, büzülmüş, kıvrılmış, göze ve ele hemen gelmeyen
farklı katmanları deşmek gerekiyordu. Kişisel hikayeler bize
makro tarihsel anlatıların yuttuğu ayrıntıları yakalamamızı sağlayabilir ve böylelikle, Gilles Deleuze’ün deyişiyle, araya sıkışan “plileri, kıvrımları, büzgüleri” açabilir ve kendimizi sorgulayabilirdik.

Mehmet Güleryüz’ün sanat güzergahının Batı hattında geliştiğini biliyordum. Türkiye’nin resim tarihi ile batılılaşma serüveni birlikte gider. Türk ressamları da genelde Paris ve New York’taki sanat akımlarından beslenirler. Bu sosyal bilimler için de geçerli. Paris’e aşinalık demek resim, kitap, düşünce dünyasına aşinalık anlamına gelir. Mehmet Güleryüz’ün kültür ile duygudaşlığı ise temelde aileden geliyor, çift kültürlü bir aileden. Hem geleneksel hem batı kültürünün eserleri arasında; İstanbul ve Berlin akademilerinden mezun ressam bir hala, müzisyen bir dayı, dedelerinin hat ve halı koleksiyonları arasında yetişmiş. Geleneğin sadece oturup kalkma anlamınan çok önemli bir öğrenme disiplini içerdiği bir aile yaşantısı bu. Özellikle, bir yandan Osmanlı dilini ve birikimini sahiplenen, öte yandan CHP’ye oy veren “muhalif baba figürü”, muhafazakar ve modern değerler arasında farklı bir terkibin olabileceğine işaret edecek, yol gösterecekti.

Benim aile halim bence çok geçerli, benzeri olan bir hal değil. Genelinin Atatürkçü olduğu bir dönemde, Demokrat Partililer bile Atatürkçüyken; bir kişi, bir aile içinden bir adam, karşıydı. Babam bir karşıttı. Şimdi işin daha beter yanı da, bunu böyle söylediğin zaman bugünkü Batı karşıtı bir tiplemeyi göz önüne getiriyorsun. Öyle bir şey yok ortada… Bu adamların yaşam biçimi, sanata, yazıya verdikleri önem, eğitime verdikleri önem, yaşam disiplinleri; bunların hepsi hakikaten bir Osmanlı Aydını disipliniydi adeta. Esas değerlere tutunmaya çalışıyorlardı. Dine sıkıca bağlılardı. Bugün o tür bir muhafazakarlık söz konusu değil. Senin de üzerine parmak bastığın ve benim için en önemli nokta da o temelde. Muhalif duruşunu ödünsüz sürdüren bir babanın evindeki eğitim ve atmosfer beni belirledi.

Esas karşıtlığı neydi peki?

Kızdığı noktalar dilin gitmesi, harflerin değişmesi, kültürün temelde zayıflayıp, erimesi ve tek adam fikriydi. Adam idolleştirilme meselesine karşıydı.

Baba, Osmanlı dilinin ve edebiyatının inceliklerine meraklı, onları oğluna öğretmek istiyor; sekiz yaşında Ahmet Haşim’i ezberletiyor, lügatleri önüne koyup Arapça, Farsça kökenli deyimleri açıklıyor. Mehmet Güleryüz, kişisel duruşunun ve sanatının temelinde yatan bu eğitimin, gelenek ile kültürün iççice geçmiş olmasını hatırlatıyor ve seçkin olmakla halkçılık, yaratıcılık ile yaratan arasındaki çetrefilli ilişkiye farklı bir yorum getiriyordu.

“Hakka makbul olmaz adem, halka menfur olmadan.” Eğer bu deyişi dokuz yaşında duymuşsan, duvarda, okuyamadığın Arapça harflerle ama güzel bir kaligrafiyle yazılı duruyorsa, tabii bir de bunun ne demek olduğunu sorup öğrenmişsen, bu sözlerin senin üzerinde bir etkisi oluyor elbette. Babamın tasavvufi düşünceye duyduğu saygıyı ifade ediyor. Halkın, kitlenin kabul edilmez, hatta lanetli bulduğunun Hak indinde kabul göreceği fikrini işliyor. Tekrar edeyim: “Hakka makbul olmaz adem, halka menfur olmadan.” Geçen süreçlerde, bu düşünceye dayandığımı fark ettim. Hak nedir? O Hak senin akdini nasıl beğenir, nasıl kabul eder? Üstelik herkes sana karşıyken. O zaman bir kere yalnız olma meselesi var. Yani “individu”, birey hikayesi var. Kitlenin beğenisinin talep edilen bir şey olmadığı düşüncesi var. Çünkü müştereğin menfaati sanata yönelmiş bireyin dertlerinden farklıdır. O zaman tek başına karşıtlık söz konusu. Bu tümüyle tasavvuftaki teklik, tek duruşla ilişkili. Benim bugünkü düsturum da bu; buna inanırım.

Mehmet Güleryüz’ün evinin duvarında bir hat levhasında okuduğu ve içselleştirdiği bu mısra, Halveti tarikatı Şeyhi Şemsettin Sivasi’nin şiirinin bir beytinden değiştirilerek alınmış. “Bir acayip derde düşmüş Şemsi yanıyor müdam/ Hakka makbul olmak ister halka menfur olmadan”: Şair zor bir derde düşmüş yanıyor, halk kendisinden nefret etmeden Allah tarafından kabul görmek istiyor. Burada şairin istediği, hakikati anlatma vazifesini yaparken halk tarafından dışlanmadan da Allah’ın sevgisine mazhar olmaktır. Değiştirilmiş versiyon, bunun olanaklı olmadığını iyice açık eder: Önemli olan halkın ilgisi, sevgisi değil, Allah’ın rızası, onun kabulüdür. Birçok hadis aynı temayı işler, hakikati anlatma vazifesini yaparken eğitimciler, şairler, halk tarafından dışlanırlar, insanlar kendilerini yetiştirmeye çalışan bu insanları her zaman anlayamazlar; ancak büyüyüp kemale erdiklerinde kendilerini eğiten Hak dostlarına hak verirler.

Güleryüz sanatçı olduğu kadar bir eğitimci de. Sanatçıların eğitimci yanlarını biz mi unutmaya meylettik, yoksa bunun unutulması kendi tercihleri mi bilmiyorum. Her ne kadar resim atölyeleri, usta-çırak ilişkileri, eğitimin zanaat boyutunu bize hatırlatıyorsa da, sanatçıların giderek kendi eserlerine dönük, benmerkezci ve nesiller arası daha az paylaşımcı olmaya başladığını düşünüyordum. Biz akademisyenler için ise bilgilerimizi aktarmak, genç nesilleri eğitmek yaptığımız işin doğal, neredeyse kutsal bir parçasıdır. Örneğin benim en yakın yaşam halkamda öğrencilerim yer alır. Bu nedenle Mehmet Güleryüz’ün eğitime itibar ediyor olmasını biraz da merakla izliyordum. Onun için eğitim, hakikati anlama ve anlatma meşgalesinin, mücadelesinin bir parçasıydı. Tam da bu yüzden sanata adımını atmadan önce, öğrenciyi zora koşuyor, kalıplardan sıyrılması, kendi gerçeğiyle karşı karşıya kalmasını yükleniyordu.

Bir resim öğrencisi bana geldiğinde, sorduğum tek bir şey vardır. “Sanatı çok seviyor musun?” derim. Ama on küsür defa sorarım bunu. Muhtemelen benim için ya deli, ya da duymuyor der.. Eğer cevabı olumluysa, bundan sonra mesuliyeti bana ait, onu eğiteceğim. Yapacağım da şu: Üzerindeki zarı yırtıp, doğumu gerçekleştireceğim. Çünkü ben bunu yapma hak ve gücüne sahip biriyim. Ondan sonra tavsiye edeceğim ilk şey; saçmala! Saçmalama hali aslında haykırma, dansın primitif hali, jestleri, yükseltme gibi şeyler. Ondan sonra bunları gör, duy, koyduğun işaretleri seyret. Ve sonrasında bunları ifadene uygun kılma yollarını ararız beraberce. Benim derslerimin asıl gidişatı budur. Sanatçının ne olacak, nasıl olacak meselesi, kendini tanımasıyla ortaya çıkar bence.

Bizi yaratıcılığa ya da bilimsel eserlere götüren yolları konuşuyoruz. Giderek usta-çırak bire bir ilişkisi kayboluyor, atölye, akademi dünyası değişiyor, üniversiteler, bölümler, galeriler, kitaplar, esin kaynakları çoğalıyor. Şu anda geldiğimiz modern dünyanın içinde yaratıcılık süreci değişmekte mi? Ustanın öğretileri yerine esin kaynaklarının çoğalması, tüketilmesi mi söz konusu olan?

Ustaya da karşı olacağın bir nokta vardır. Öyle bir şeydir ki, usta seni bir yere kadar götürür ve hakikaten onun dedikleri, onun açtığı ve onu işaret ettiği veriyle sezersin, anlarsın, görürsün veya işinin önü açılır. Onun işaretleriyle. Ben birçok kişinin gittiği yolları iyi anlamaya çalışıp, onların gittiği yolun ötesine gitmeye gayret ettim. Bir usta öğretisi aslen budur. Her gün ben üçer, dörder tane usta katıyorum hayatıma! Her gün yenileri! Ama illa ki resimden girmiyor. Edebiyattan, felsefeden, politikadan, senin her şekil- de, her zaman hayatına katacağın ustalar var.

İSİMSİZ, İMZASIZ, ANONİM OLMA HALLERİ

Yaratıcılık için birey olma hallerini bir şart olarak görüyoruz ama ben bu ön kabulümüzü biraz daha kurcalamak, sorgulamak istiyordum. Belli konforları kırarak, bunlar sınıfsal, kültürel, dini, ülkesel olabilir, yani cemaatin hükümlerine aldırmayarak birey oluyorsun. Birey olmak, imzanı atmak yaratıcı egonun dürtüsü. Ama öte yandan sanat ve bilim, o kolektif yaşamın bir şekilde bilinci ya da sözcüsü. Anlamaya çalıştığın o bünyenin parçasısın aslında. Sanatçı ve entelektüel kişinin mutlaka bir imzaya, isme, özgün bir söze, desene sahip olma arzusu var. Ama ben zaman zaman kendimi halı dokuma tezgahında, binlerce ilmikten, (onlar benim için toplumun sesleri kafamda) binlerce renkten bir desen çıkartmaya çalışan, biraz da kamburu çıkmış, karanlıkta gözleri görmemeye başlamış Anadolulu bir dokumacı olarak görüveriyorum. Bu kadının halının bir köşesine gizli bir imza attığı oluyor. Ama sonuç olarak anonim, isimsiz kalıyor. Zanaatin bize hatırlattığı isimsizlik, anonimlik hali bizim için de geçerli değil mi? Sanatçının ve bilim insanının birey vurgusu biraz da modern egonun bir ilüzyonu değil mi? Bu imzayla isimsizlik halleri arasında senin nasıl gelgitlerin var?

Birincisi; iki halde de yalnız geçirilen süreçlerin olduğunu söylemek lazım. Yani bir oluşturma süreci, büyük bir yalnızlık süreci var. Bir ressam için de, bir bilim insanı için de. Yazdığı zaman, bir araştırma yaptığı zaman; birçok şeye rağmen, binlerce yüze, binlerce hale, binlerce ilişkiye, tüm bunları derleyip toplama sürecinde kişi tek başınadır bunlara karşı. Bu yalnızlık süreçleri bence o kadar geniş ki. Herkes için söz konusu olabilecek bir şeyin, o kadar da üzerinde durulacak bir önemi olmadığı söylenebilir. Herkes yalnız, herkes tek başına bir iş yapıyor. Ama biz kendi halimizden bahsediyoruz. Bunun çok önemli bir miktarının cevapsız kalması, hele seçtiğim hal ve eğiliş nedeniyle hiçbir karşılık almama, tersine reddedilmesi söz konusu. Ben bunu çok uzun zaman cevapsız yaşadım. Şöyle bir şey oldu. Cevaplar meslek çevresinde beğeniler bir isim oluşturdu; bir hal oluşturdu. Yaptığımın ses getirdiğine dair bir fikir edindim ama bütün bunların dönüşmesi hiçbir şekilde benim zorladığım veya içinde debelendiğim haldeki yalnızlığı giderici şeyler değildi. Tersine, daha koyultucu oldu. O süreçte, sen de anonimaya giriyorsun. Yani sen tanınmamayı seçiyorsun. Tavrın ve meseleleri seçişi nedeniyle reddedilmeyi tercih ediyorsun. Daha doğrusu kabul ediyorsun. Bunun hesabını da yapmıyorsun.

Benim için mesele sadece kabul edilmemek değil. Biz aynı zamanda bizi aşan toplumsal, bilinçaltıyla ilgili bir takım sesleri dışa vuran taşıyıcılarız. O yüzden bu tek imza olma iddiası ve birey olmalarımızda da bir apori, yani çözümsüzlük var. Çünkü sonuç olarak biz toplumun kendine bakışını, kendi dilini değiştirdikçe varız. Yani bizim zaten bu anonim olma haliyle, kolektif olan ile ilişkimiz var. Benim de fikirlerim dolaşıma girdikçe, anonimleşiyor bir ölçüde… Sen, o çağdaş toplumun, o kültürel havzanın, meselelerinin can alıcı noktalarına değip, onları dönüştürüp, ihlal ettikçe, belki de insanlar da o ölçüde seni alıyor ve adeta lime lime ederek kendilerinin bir parçası kılıyor.

Nihayetinde “automutilation” diye bir şey var. Kendini tahrip etme, erime isteğiyle ortaya çıkıyor. Zaten çok farklı yerlerden de olsa, farklı kaynaklar, farklı ortamlardan da gelsen belli bir durumda bu erime olayı bir zorunluluk! Ve insani olan, senin kendini taşıdığın bütün o süreçlerden geçişinin hangi pürüzleri beraberinde getirdiği, onu nasıl daha öteye taşıyacağı ve bu yolda ancak neleri eksilterek gidebileceğin. Çok büyük bir eleme ve sadeleştirme yapman gerektiği. Senden bunu istiyor aslında. Senden bütün bir vazgeçiş, bütün bir hiçlik istiyor. Bunun hiçbir şekilde kimse tarafından görülür bir hali yok. Bu çok mühim bir nokta. Sanatın bir dışarıya yönelik kısmı var ve onu yapanın kendiyle çok içeride ve çok mabeyninde yaşadığı temel bir mesele var. O nokta hiçbir zaman ifşa edilir bir şey değil; bütün isteklerine rağmen, ne kadar kapılarını açarsan aç, anlatılır bir şey değil.

Mehmet Güleryüz entelektüel, sanatçı olma durumuna çok değer veriyor ama akademik kalıplar karşısında da put kırıcı. Öğrencilik yıllarından beri, akademide istediği resmi bulamayıp, tiyatroya geçişi ve esas “meselelerini” tiyatro bünyesinde bulduğunu hatırlamak gerekir. Çok kere kendinin ve eserlerinin “kabul görmediğini” dile getiriyor. Bu onun için bir yara mı, yoksa tersine bilinçli bir sanatını konumlandırma biçimi mi?

Bütün bu davranışın, bütün bu oluşumun bir karşıt hâlde oluş, son derece ciddi bir tercih ve radikal bir karşı duruş olduğunu söyleyebiliriz. Burada otorite gibi gözüken kuruluşlara, otoriter olan güce karşıyım. Ki bilgi de büyük bir otorite ve bunun kullanım hali, bir iktidar nesnesi oluşu, bir anlamda faydadan çok baskı nesnesine dönüşmesine de hep çok karşı oldum.

Bu bilgiden vazgeçmenin tersine, bir şekilde zedelenebilirlik, ince derililik hâlini, bilginin apoletlere, otoriteye dönüşmesine tercih etmek. Bilgeleştikçe dokunulabilirliğimizin artması gerekmiyor mu? Özellikle akademisyenler ve sanatçılar için saygınlığın bağlayıcı, pranga olabileceğini düşünüyorum. Yani saygınlığa sığınarak sanatçı ve entelektüel olunabilir mi?

Zırhsızlık, dokunulabilirlik, zedelenebilirlik; tüm bunları derinde hissederken iç gücüne dayanmak… Biraz ters bir şey ama…

Senin huysuzluğunu asabiyetini, (biraz da kendiminkini) böyle açıklıyorum. Sadece dünyayla arandaki muhalif ilişki nedeniyle değil, bir taraftan da aslında kendi kırılganlığını korumaya çalışman, onu örtmemen ve iç gücünü ortaya koyman.

Hani balık yumurtasını muma bandırıyorlar ya, ne asit etki edebiliyor ne hava ne de rutubet. Mumun içindesin. Bir çeşit su geçirmezlik hâli! Şu da önemli: Güncel sanat özellikle gücünü söylemlerden alıyor. Filozofik söylemlerden. Kendi asal gücü yok ve açıkçası halihazırda sahip olduğu gücü ben yeterli görmüyorum. Şu anda, herhangi bir malzemenin ambalajındaki malzeme gibiler. Kaliteli olabilir, ama bir çeşit prospektüs bu. Okuduğunuz zaman içinde tanıdığınız isimlere rastlarsanız, onunla hemen, daha yakın bir bağ kurabilirsiniz. Yani bunun samimiyet, hakikilik ve özellik gibi meseleleri örten veya bir çeşit destek, kol değneği hali olduğunu söyleyebiliriz. Bundan kaçınılamaz, çünkü bağıra çağıra evimizin içine düştüğü ortam bu oldu. Bunu görüyorduk, buna doğru gidildiğini görüyorduk. Böyle büyük bir tüketim, büyük bir ticari hal…

İTİCİ ESTETİK

Mehmet Güleryüz’ün resimlerinde insanı rahatsız eden, paketlenmesini, tüketilmesini zorlaştıran bir yan var. Tuhaf, güzeli kollamayan; tersine örtüleri yırtan, itici ve agresif olmakla beraber, resme baktığında insanı can alıcı bir şekilde yakalayan, boğuşturan, huzur vermeyen bir dil var. Batı modern sanatı itaatsizlik ve özgürlük anlayışlarına çok bağlı; kollama, örtme, mahremiyeti savunma, cemaat ahlakı vs. hiç yok. Bu soru sanat için olduğu kadar sosyoloji için de geçerli. Gerçeği anlamak için, gerçeği ihlal etmemiz, boz yap sürecinden geçirmemiz, yeni bir biçim, yeni bir dil ortaya çıkarmak için var olan kalıpları, taşları yerinden oynatmamız gerekiyor. Buna muhafazakar olmayan sanat anlayışı mı demeliyiz?

Benim yaptığım sanat, ister istemez İslam dünyasına ait bir sanat. Kimse buna itiraz edemez. Burada şunu gözden kaçırmamak gerekiyor yalnız: Ben yaptığım sanatın bütün İslam sanatını tanımlayan bir sanat olduğunu iddia etmiyorum. Ama benim sanatımın da İslam sanatının bir parçası olduğunu söylüyorum.

Peki o zaman domuzla meselen neydi, domuzu kullanırken ne düşündün? Bugün Avrupa’da Müslüman kökenli sanatçılarda domuz temasını çok işliyorlar. Senin domuz yaptığın tarihte ise gündemde değildi. Bunun Müslümanlıkta mekruh olduğunu düşünerek mi yapmıştın? Yoksa domuz senin için herhangi bir hayvan mıydı?

Yapılmaması gereken şeyleri yapıyorum. 1971’deki performansımdı söz konusu olan. O zamana kadar da domuz hiç görmemiştim. Niye maymunlar yaptım? Niye hayvanlar yaptım? Niye insanı hayvanla gösterdim? Diğerleri gibi domuzu da kendi bünyeme, kendi alanıma alıyordum. Domuz bizde ne? Yenmez, dokunulmaz bir hayvan. Her haliyle varlığı mekruh; kirli, istenilmeyen ve haram bir varlık. Bir yandan da domuz pek çok kültürde polisi, zengini ya da şehvet düşkününü sembolize edebiliyor. Aslen istenmeyen bir şey. Bense kendimi onun emrinde olarak gördüm. Sistem onun rahatını sağlayıcı bir görev biçmiş bana. Ben domuzla uzun bir süre epey uğraştım. Form olarak da çok hoşuma giden bir şey elbette.

Bu noktada Sermet Çağan’ı anmak gerek. Çağan ile ahbaplığımız tiyatrodan, 60 senesine dayanır. 1950-60’lı yılların Türkiyesi’nde önemli aydınlardan, oyun yazarlarından biriydi. Ayak Bacak Fabrikası’nı yazan, bir anlamda Beat Kuşağı’yla ilişkisi olan bir adamdı. Türkiye’de sol düşüncenin içindeki en önemli zekalardan biriydi aynı zamanda. Ahbaplığımızda Sermet’in devamlı söylediği; Türkiye’de bastırılmış toplumun ifadesinin daima kapalı olarak hayvanlar üstünden anlatıldığıydı; onu derdi hep. Saklanan, üstü örtülü bir toplumda, insanlar kendi hallerini hayvanlara yükleyerek işin içinden sıyrılabiliyorlar. Baskı altındaki, ona alışkın toplumların yöntemidir bu. Bizdeki söylem örtülü, uzlaşmacı olmaya yönelik. Ben ise uyumsuz, tedirginlik yaratan tekin olmayan durumları ele aldım.

GEZİ, MEKRUH VE HAYATİ ENERJİ

Domuz’dan Gezi meydan hareketine geçmek istemiyordum ama iktidar konumundaki insanlar tarafından, Gezi bir çeşit “mekruh ve memnu” statüsüne konmak, “domuzlaştırılmak” isteniyor. Farklı bir söylemin ortaya çıkmasına razı olamayanları tedirgin eden Gezi, insanların kendini ifade ediş biçimlerinde sanatın da çok önemli olduğu bir meydan hareketi yarattı. Görsel sanat, mizah ve performans önemli bir repertuar oluşturdular. Mehmet Güleryüz’ün Gezi’yi nasıl yorumladığını ve Gezi’ye neden katıldığını merak ediyordum Gezi’den ortaya çıkan yaratıcı enerji, hepimizi gökkuşağı renkleri içine aldı. Siyasi dili değiştirdi, bu meydan- da konulan oyun, tiyatro, dans, afişler, duran adam, iftar sofrası, satranç oynayan çocuklar, yoga yapanlar, namaz kılanlar, kandil simidini barış hareketi haline getirenler… Bu kadar mı yaratıcı enerjinin ortaya çıktığı, “meydanlarda” sahnelendiği bir an olur?

Bu benim çok erken tercihlerimden biri, kendi yaptığım işlerde buralarda dolaştım. Birincisi tiyatrodan gelen bir şey tabii. Mehmet Ulusoy’la sokak tiyatrosu gibi şeyler bizim pratiğimizin içindeydi. İkincisi, “happening”, sokakta bir iş yapma meselesini erken yapanlardan biri olmam. 1971’de Pont des Arts’da yaptığım, o domuz sallama hikayesi gibi mesela. O zaman öyle şeyler yoktu. “Happening”ler yapılmıştı tabii ki ama bunlar hala bugünkü güncel sanatın yapabildiği gibi dünya çapında şeyler değildi. Benim renkli işkence heykellerim, başka heykellerim, bunların hepsi Türkiye’deki politikayla ilgili ve burada amaç şuydu: Bir yüzeyin dışına çıkma ve toplumla dışarıda temas etme.

Peki sen neyle temas etmeye çıktın meydana? Gezi’ye sanat yapmaya gitmedin herhalde?

Sanatçının her yaptığı sanat olmadığı gibi, sanatçı her anda sanat oluşturmak zorunda da değildir. Kendiyle sanat arasına, yaşam haliyle mesafe koyması gerekir. Ben oraya sanat yapmaya çıkmadım. Yıllarca bu şehirde oturmuş, zamanında annesiyle, babasıyla, burada yaşamış, çocukluğunun en güzel anlarını o meydanda annesiyle geçirmiş bir adamım. Ben onun için çıktım. Meydanı korumak için çıktım. Atatürk anıtının önünde ilkokuldan mezun olduğum yıl annemle çektirdiğimiz fotoğrafı hatırladım. Orada bizim hakkımız var. Benden fazla annemin var hatta. Talimhane’ye sık giderdik, akrabalarımız ordaydı, ciciannem oradaydı. Dolayısıyla ben orada büyüdüm; taş taş, adım adım bilirim. Dayım Kristal Gazinosu’nda bir trio’da çalıyordu. İkindi saatlerinde, millet çay içer, pasta yerken, onlar klasik müzik yapıyorlardı. Ben beş yaşında orada bunları yaşamışken, benim meydana çıkmam normaldi. Bunu defalarca da söyledim. Bu benim hakkım.

Modern dünya bir şekilde tarihin katmanlarını unutmamızı istiyor. Adeta bir düz ekran gibi, buzlu cam gibi bizle yaşam arasına giriyor. Gezi meydan hareketinin bir önemi de, sanırım şu konuştuklarımızda yatıyor. Sanatçı ve bilim insanının ortak noktası, yaptığımız işin aslında mekân, gövde ve bellekle ilişkisi olması. Bu noktada Gezi meydan hareketi yeni bir farkındalığa yol açtı.

Paris’te 68’deki afişlerdeki, esprilere gıpta etmişimdir hep. Ama Gezi’de bunun hiç aşağısında olmayan, çok enerjik, zeki, hakiki olan bir sürü slogan, duruş ve hareket oldu. O zaman gerçekten çok ümitlendim. Gezi’de “anonimanın” gücü vardı. Şimdi herkesin fark etmeksizin sanat yapabildiği, dalga geçer, mizahi bir söylemin olması; aslında halkın sanatının, anonim bir sanat olduğu fikrini destekler.

RENK KAYMASI VE MODERNLİK

Türkiye, yaratıcı demokratik muhayyilelerin sadece Batı’nın toplumsal kültür havzaları içinden çıkmadığına birçok alanda örnek teşkil edebilir. Yaratıcı ve girişimci, kendi dilini, tüm sanat ve bilim alanlarında yakalamaya çalışan bireylerden oluşan, açık toplum olma özellikleri taşıyan bir ülke. Uluslararası sanat dünyası ile Türkiye iç içe, festivaller, bienaller, müzeler, üniversiteler artık burası ve orası, doğu-batı ayrımlarını aşındırıyor. Bununla birlikte saatlerin ayarı, müziğin ritmi yer yer bozulan, bir türlü net resim veremeyen bir toplumda yaşadığımıza dair karamsarlığımız dağılmıyor. Hatta tersine tekçi zihinsel kalıpların ve dayatıcı siyasi yörüngelerin etkisinden kurtulamayacağımız korkusu paylaşılıyor. Modernlik ile gelenek arasındaki yeni terkipler bizi çoğulcu ve yaratıcı, yoksa daha tekçi ve buyurgan bir topluma doğru mu götürecek? Sanat diliyle bu sosyolojik ikilemleri, paradoksları nasıl okuyabiliriz?

Ben bunu bir renk kayması olarak görüyorum. Toplumdan hiçbir zaman “baskı” sonucu net renk çıkmadı. Dört renk de kullanılsa, beş renk de kullanılsa, baskıda daima bir renk kayması oldu. Çünkü o katmanlar hiçbir zaman üst üste, tam oturmadı. Röper noktaları doğru tespit edilmedi. Ayrı ayrı formlar halinde oluştu. Baskı derken, “print” (matbaa) anlamında da kullanıyorum. Sonuçta bir bakıyorsun: resim flu!

Nereden geliyor bu uyumsuzluk?

Toplumun esasından ötede konumlanmış bir modernite dü-şüncesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Kendi yapısı farklı bir katmandan oluşan bir toplumun hiçbir zaman yukarıdakine entegre olabileceğini zannetmiyorum. Olduğunu zannettiğimiz noktalar var. Ne o noktalar? Bunun bazı kısımları geçirgen. 1. 2. 3. katman.. Niye? Çünkü onlar toplumun kolayca alabileceği ve menfaatine uygun olan şeyler. Biz de onların modernleştiği kanısına varıyoruz böylece.

Yani teknoloji kullanımı, tüketim kalıpları, zenginleşme, konfor arayışı gibi modern sanılar… Ama bu sadece yukarıdan aşağıya bir baskı nedeniyle değil. Bugün aşağıdan yukarıya da kendi tercihlerini, desenini ortaya koymak isteyen bir baskı yok mu? Bir sanatçı olarak renklerin kaydığı bir litografiden örnek verirken, bizdeki modernlik deneyimini bozuk bir işle mi bir tutuyorsun? Ben bir toplum bilimci olarak zaten benim işimin bu renk kaymalarına bakmak, onları anlamaya çalışmak olduğunu düşünüyorum.

Ama zaten senin işin bu. “Benim de işime geliyor” diyeceğim sana. Çünkü işime yarıyor! Neden? Aynı sebeple. Nasıl ki sana bol malzeme var, bana da bol malzeme var. O yüzden bu resim iyidir, moderndir, modern ötesidir, geridir… Bunlar benim hiç umrumda değil. Ben sadece bütün imkânlarımla -sanat öğrenimimle, tiyatro öğrenimimle vs.- nasıl bir toplayıcı olabilirim, nasıl emerim? Bu yapıyı bir kere iyi gözleyen, edindiği bilgiyi ve algıyı da sakınmaksızın ifade eden, eksik veya doğru, o veya bu şekilde bir şahitlik bu.

Tabii doğrudan bir şahitlik, gerçeği olduğu gibi resmetmek değil söylediğin. Gerçeği olduğu gibi, aracısız, doğrudan, işlenmemiş, çiğ halin de vermek değil. Esasında hem bilim hem sanat, hakikate ulaşabilmek için gerçeği ihlal ediyor. Bu sadece cesaret, sezgi değil, bilgi de içeriyor. Sanatın ve bilimin kendine özgü bir dili var, toplumu, dünyayı…

Dönüştürme hali var. Bir kere réalite’den çok uzak bir noktada réalite’yi tekrar oluşturma var. Eugène Ionesco, “Réalité n’est pas réaliste” der. Yani gerçek, gerçekçilik değildir diyerek, düşe ve yaratıcığa vurgu yapar.

Bilim ve sanat, insanların aklındaki resmi, inandıkları toplumsal hikayeleri tekrarlamıyor, tersine imgeleri, inançları sorguluyor, yapboza uğratıyor. Bu nedenle kalıp kırıcı oluyor, rahatsız ediyor. Benim yaklaşımımda kullandığım “snapshot”, kavramı, yani “enstantane”, anlık görüntü, hem görmeye hem bir “çakmaya” işaret eder. Başka bir deyişle, “görmenin”, “bilmenin”, kendi içinde taşıdığı bir kudreti, isabet ettiğinde yarattığı bir darp hali var. Sanatçı ve bilim insanı da bu yıkıcı yaratıcılıktan ister istemez nasibini alıyor.

Renk kayması güçlü bir metafor. Yukarıdan aşağıya sosyal mühendislik baskısı, aşağıdan yukarıya arzu halleri, küresel paketli estetikle sınırlı kalan tüketiciler. Modernlikle didişmeyenler, İslamla yüzleşmeyenler, ne muhafazakar kalabilenler, ne modern olabilenler. Söz konusu “baskı” ve “renk kaymaları” nedeniyle tekinsiz bir alan. Bunun sadece estetik bir mesele olmaktan çıkıp, kaosa, şiddete, çözülmeye yol açabileceğini biliyoruz.

Sanatçı ile sosyal bilimci bu süreç içerisinde, görmezden gelinen kör noktalara, tekin olmayan alanlara girerek, saklı, katlı plileri açmaya yeltenirler. Bu keşif arzusu ve yaratıcılık dürtüsünün taşıdığı hayatiyet ve toplumsal tarihin, kendilerini muzip durumlara mı, yoksa trajik yükümlülüklere mi mahkum edeceğini bilemezler. Bunun hesabını da yapmazlar.

Paris, 16 Ekim 2014


Bu söyleşi 9 Ocak–26 Temmuz 2015 tarihleri arasında İstanbul Modern’de gerçekleşen Mehmet Güleryüz’ün “Ressam ve Resim” başlıklı retrospektif sergisinin kataloğu için gerçekleştirilmiştir.


İlginizi Çekebilir