Kültür-sanat mekânları… Yakın zamana kadar hakkında kamusal ölçekte pek de laf söylemediğimiz, belki de kamunun ilgi alanı olduğunu bile düşünmediğimiz sanat galerileri, müzeler, etkinlik mekânları ve benzeri dört duvar arası veya harici mekânlar. Bugün itibariyle kamuda iddialı yansımalarını gördüğümüz, yerel yönetimlerle merkezi yönetimin yarışabileceği genişliğe ve arza ulaşmış olan bir fiziksel arayüz. Aşağı yukarı son on yılda ne nasıl değişti de bu meselenin tartışma alanı böylesine büyüyebildi, sıra sıra açılan mekânlar birbiriyle yarışıyor hale gelebildi? Esasında devletin yıllanmış ve artık nispeten kendi özerkliğini üretmiş müzeleri, galerileri ve tiyatroları haricinde, birkaç köklü kurumun veya doğruya doğru, ülke ekonomisinin önemli kısmının ortağı olacak büyüklükteki holdinglerin öncülüğünü yaptığı, mekân üzerinden kültürün ve sanatın korunması meselesi nasıl bugün kamunun esas ilgi alanlarından biri haline geldi? Bu yazı, bazı mecralara ait özelleşmiş tipteki mekânları bağlamın dışında tutarak genel mekân enflasyonuna dair güncel bir bakış atmaya çalışacak.
Kültürün endüstrisi varsa fabrikası neresi?
Kabaca bir cevapla başlamak gerekirse kültür sanat alanında çağdaş perspektifin genişlemesi, büyümesi ve oluşan çarpan etkisinin toplumsal karşılığını yaratması, ilgili alandaki üretimlerin kamuyla barışık, kolay ve erişilebilir arayüzler sayesinde bir araya gelmesiyle gerçekleşti. Belli başlı galeri türevi alanları aşarak yeni mekânlar bulan, zeminini yaratan sanat üretimi ve benzer mecralardaki diğer sergilenebilir işler, bilindik formel sergi sınırlarını ve akademiyi aşarak kendi kamusal alanlarını oluşturdu. Bu mekân kültürü, ilk kamusal sergisini 1863’te, daha çok basit sinai ve zirai ürünlerin kalkınma odağıyla sergilendiği Sergi-i Umumî-i Osmanî ile yapmış olan ülke, ilk müze tecrübelerini de 19’uncu yüzyılda yaşadı. Cumhuriyet dönemi sonrasındaki süreç ise Kültür Bakanlığı (1982 sonrası Kültür ve Turizm Bakanlığı- ki bu isim değişikliği bile devlet-kültür sanat ilişkisi kronolojisinde bir çizgi çekmeyi sağlayabilir) lokomotifiyle ilerledi. Birçok mecranın devlet tekelinde olduğu bu dönemde kültür-sanat üretimi öncelikle toplumsal sanat tartışmaları vesilesiyle kamusal alanla yakınlaşmaya başladı, ‘70’li yıllarla birlikte amiyane tabirle daha da yerlileşti ve yer yer siyasi temsillerin parçası haline gelmeye başladı. Sonrasında ise özel sektör, zaman içerisinde bilinen sergi anlayışını yıktı, sergi arayüzlerini de dönüştürerek görünür sanatın arzını yükseltti. Bu yükseliş, özellikle ‘80 sonrasındaki belli başlı kopuşları ve global boyuttaki sosyokültürel dönüşümü de izleyerek, ülkedeki kültürel gelişime paralel şekilde ilerledi. Bu yükselişi, ülkedeki, özellikle büyük şehirlerde ‘90’lı yılların başında iyice hissedilen, sınıfsal dönüşüm ve yükseköğrenim seviyesindeki eğitimin gün geçtikçe artan ulaşılabilirliği de ivmelendirdi. Sermayenin en büyük kaldıraç görevini gördüğü bu süreç, günün sonunda özel sektörün kamu girişimlerini geride bırakarak kültürel kamusal alan üretiminin başat aktörü olmasını sağladı.
Peki bu durum yaşam alanlarımıza, topluma ve kente ne kattı? Devasa holdinglerin destekçisi olduğu sergi mekânlarının, kütüphanelerin, etkinlik mekânlarının ve bu mekânlara ait üretimlerin yarattığı toplumsal yansımanın, nihayetinde kültür sanat talebini de zamanla yükselttiğini söylemek pek yanlış olmaz. Dahası, talebin çoğalmasıyla oluşan arz vakumu, bu süreci takip eden farklı ölçeklerdeki birçok özel ve sivil aktörün de kültür sanat mekânlarına yönelik desteğini zamanla arttırdı. Böylelikle geniş, toplumla ve toplumsal olanla direkt ilişkili bir endüstriden bahsedebilir olmaya başladık, bu endüstrinin çalışan nüfusu oluştu ve gelişti, bu nüfus zaman içerisinde hem akademi hem de devletle ortaklaşarak kendine has farklı sınıfları ve segmentleri oluşturdu. Esasında kültürel üretimin, bildiğimiz üretim anlayışı dışında, üretici-ürün özelinde gerçekleşmediği ama ürünün kamuyla buluşabildiği bu alanlar da kültür endüstrisinin mekânları haline geldi.
İstanbul’un taşı kültür, toprağı sanat
Kültürel iktidar tartışmalarının siyasi ve toplumsal ölçekte bolca yapıldığı, özel veya kamuya ait kültür sanat mekânlarının birbiriyle yarıştığı; bu yarışların sürekli gündeme yansıdığı bir dönemden geçiyoruz. Kültür sanatın farklı yansımalarının eleştirel olarak hedef alınabildiği, bunun üzerinden kamusal tartışmaların yürütüldüğü durumlara şahit oluyoruz. Bu çatışmaların muhataplarının, çatışmadaki öznelere yönelik daha fazla arz yarattığı, bu öznelerin taraf seçtiği bir izleği takip ediyoruz. Bu anlamda belki de kültür sanatın farklı kutuplarının mekân ölçeğinde birbiriyle yarışması gibi, gerçekten de ilginç bir süreci izliyoruz. Bu durumun ve mekânsal dönüşümün, kültür sanat endüstrisinin kalbi olan İstanbul’da gerçekleşmesi de haliyle kaçınılmaz oluyor.
Bu bağlamda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB), 2019’da türlü badireler ardından göreve gelen yeni yönetimiyle birlikte stratejik bir çerçeveye oturan kültür sanat (ve mevcut İstanbul gerçekliğini de düşünerek, turizm) alanındaki katkıları, özellikle de mekânsal ölçekte giderek genişleyen etki çemberi, belediye bünyesindeki İBB Miras ekibinin restorasyon ve onarım faaliyetleriyle birlikte oldukça öne çıkıyor. Bu faaliyetler sayesinde birçok yeni mekâna kavuşan şehir ve İBB’nin farklı veçhelerde ürettiği mekânlar, bu aşamadan sonra yazının ana odağını oluşturacaktır.
Öncelikle Anadolu Yakası’nda, sivil örgütlenmenin ve mahalle dayanışmasının yıllar boyunca mücadelesini sürdürdüğü Hasanpaşa Gazhanesi, belki de kamusal talebin yarattığı arzın fiziksel olarak meâansallaşmasının en başarılı örneklerinden biri. 1892’de çalışmaya başlayan ve bölgedeki ısınma ihtiyacına yönelik çalışan bu endüstriyel merkez, 1993 itibariyle görevini tamamladı. Bundan sonrasında ise İETT garajı gibi geçici ve vasıfsız hizmete yönelik bir atıl alan olarak kullanılan Gazhane yerleşkesi 1994’te yıkılmak ve yeniden işlevlendirilmek istendi. Hasanpaşa sakinlerinin inisiyatifiyle sahip çıkılan ve kamusal alan olması istenen bölge, sonradan sivil bir kooperatif haline gelecek olan Gazhane Çevre Gönüllüleri tarafından, 1996 itibariyle yerleşke içerisinde düzenlenen etkinlikler ve buluşmalarla sürekli gündemde tutuldu. 2014 yılında eski belediye yönetiminin onayıyla restorasyon dosyası onaylanan yerleşke, uzun süre kapalı kapılar ardından bir şantiye olarak kaldı, ancak 2021 itibariyle açıldı ve bölgenin belki de (Tarihi Salı Pazarı’yla birlikte) nefes alınabilecek tek noktası olarak öne çıktı. Bünyesindeki sergi alanları, konser mekânları ve (gençler tarafından oldukça ilgi gören ve ‘tam kapasite’ çalışan) kütüphane/çalışma odalarıyla farklı ihtiyaçlara hitap edebilen Gazhane, bugün belki de aktif yurttaşlık, sivil dayanışma, kültür sanat ve kamusal alan gibi farklı mefhumların en iyi ve başarılı kesişimlerinden biri. Öte yandan bölgede bu ölçekte mekânlara duyulan ihtiyaç, Gazhane’nin gördüğü yüksek ilgiyle birlikte kendini iyice hatırlatıyor. Pusetle gezen ailelerden konser için gelen gençlere kadar, farklı kalabalıkların, yoğun bir şekilde bir araya geldiği yerleşke, mekân yönetiminin yeni stratejiler ve kamusal programlar üretmediği takdirde orta vadede bir Bomontiada olma riskini de beraberinde taşıyor.
Öte yandan her ne kadar bölgenin nirengisi olarak göze çarpsa da, uzun süre işlevsiz kalan Moda İskelesi’ne de bir bakış atmak gerek. 1919’da mimar Vedat Tek’in tasarımıyla hayat bulan iskele yapısı, 1986 yılına kadar işlevini sürdürdü; sonrasında ise farklı şekilde hizmete açıldı ancak ilk zamandaki sembol imajını hiçbir zaman yeniden kazanamadı. 2016 yılındaki skandal olarak adlandırılabilecek, kafe ve eğlence mekânı işlevine yönelik yenileme projesi ise uzun soluklu olamadı, iskele yapısı aynı yıl içerisinde restorasyon projesinde eklenen parçalar sökülerek mühürlendi. 2022’de, İBB tarafından sürdürülen basit onarım ve restorasyon çalışmalarının sonucunda iskele belediye inisiyatifinde kullanıma açıldı; kafe, kütüphane ve çalışma mekânı olarak işlevlenen yapı, bugün seyrek bir tarifeyle de olsa vapurları tekrar Moda’da ağırlıyor ve karayolu ulaşımı gittikçe problemli hale gelen Moda yarımadasına deniz kıyısından keyifli bir kaçış noktası sağlıyor. Buradaki olası risk ise, İstanbul’un popüler muhitlerinde deniz manzarasına sahip her mekâna olduğu gibi, bir noktadan sonra diğer işlevlerinden zaman içerisinde sıyrılarak kafeleşme ihtimali. Bu anlamda mekân yönetiminin ve stratejilerinin ön plana çıkması ve iskele yapısına dair kararlı bir iradenin gerekliliği göze çarpıyor.
Tarihselliğin mekânsallaşması, İstanbul Surları, Suriçi ve yarımada
İstanbul’un hikâyelerini en iyi anlatan yanlarından biri, kaçınılmaz şekilde şehrin eski ve tarihi kalbi olan Suriçi ve surları. Bugün hâlâ İstanbul turizminin merkezi olarak öne çıkan Sultanahmet ve çevresinin kültürel etkisi, artık yarımadanın batısına doğru hızlıca ilerlemekte; Suriçi’nin batısında kalan konut ve tıp fakültelerinin yer aldığı muhitleri de dönüştürmekte. Özellikle de yabancı yatırımların esas itici güç olduğu Süleymaniye Dönüşüm Projesi bulunduğu bölgeyi hızlıca farklılaştırırken deprem gündemiyle birlikte yetersizliği ve tehlikesi tekrar hatırlanan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi binalarının ve arazilerinin dönüşümü de, olası taşınma senaryolarının kabulü durumunda bölgeyi oldukça etkileyecek gibi görünüyor.
İBB Mevlanakapı Kara Surları Etkinlik Alanı Kara Surları Millet Bahçesi
İstanbul Üniversitesi Beyazıt Yerleşkesi etrafında, geç Dârülfünûn döneminden kalma bazı yapılar ise, yine İBB’nin girişimleriyle farklı ama bölgenin mevcuduna uygun yeni işlevler kazanabiliyor. Toplu taşıma tarihinin unutulan kolaylıklarından troleybüslerin güç merkezi olarak 1912’de inşa edilen ve 1984’e kadar kullanılan yapı bugün Kütüphane Troleybüs olarak, Beyazıt’taki öğrencilere ve dışarıdan gelen ziyaretçilere kaliteli bir çalışma, buluşma ve sunum/etkinlik alanı sağlıyor. Restorasyonunu ve bünyesindeki çağdaş dokunuşları oldukça şık bir şekilde taşıyan bu yapı, İstanbul Üniversitesi’nin bölgedeki yeni (ve kanımca oldukça başarısız ve bölgeyle bağlantısız) yapılarından olan Mimarlık Fakültesi’nin bitişiğinde, neoklasik cüssesiyle fakülte yapısını utandıracak üslupta bir cephe sergiliyor.
Sur dedik, surlara uzanalım: Mevlanakapı’da, tam da surların iç kısmında yer alan Mevlanakapı Ziyaretçi Merkezi ve etkinlik alanı, 2022’de kullanıma açıldı. Küçük bir kütüphane-kafe mekânıyla birlikte sur içerisindeki yeşil alanı etkinlik amaçlı işlevlendiren bu yerleşke, aynı zamanda surun Şehremini tarafında kalan 19. yüzyıl başına ait karakol binasını da bölgeye dair panoramik görsellerin sergilendiği minik bir bilgi merkezine çevirmiş durumda. Genel bakışta harabeliğiyle ilgi gören bu bölgenin, bu tip bir yaklaşımla yeniden ele alınması yeterince (ve iyi anlamda) sıradışı görünürken etkinlik mekânı olarak düşünülen kısımların şu anki atıllığı da ne yazık ki bölgenin vaadettiği ihtimallere şu an için ket vurmakta. Özellikle yaz aylarında kendini belli eden yetersiz gölge alanı, kent mobilyası ve benzer donatı eksikliği, mekânın tüm idealizminin yanında projeye, yarım kalan bir iş izlenimi vermekte. Ek olarak, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı inisiyatifiyle inşa edilen hemen yanıbaşındaki Kara Surları Millet Bahçesi, tüm o fabrikasyon özensizliğine ve tekdüzeliğine rağmen çok daha fazla yurttaşın nefes alacağı ve ziyadesiyle ilgi gören bir bölge haline dönüşmüş durumda. Yüzyıllardır yerinde duran kara surlarıyla hiçbir noktada entegre olamayan (hatta projenin olası devamına göre surların öngörünümünü engelleyecek inşaatları da zamanla ağırlayacak olan), konvansiyonel çocuk parkı anlayışının en bilinen yüzünü sunan Millet Bahçesi, bir yandan da sunabildiği gölge, oturma alanı ve bisiklet yolu gibi unsurlarıyla bölgede vakit geçirmek için tercih edilen, mekânsal olarak başarısız ama asgari işlevleri de kamuya sunabilen bir yer olarak göze çarpıyor.
Kültürsüz alan, mekân değildir
Surların güney ucuna, Yedikule’ye ilerleyelim. Burada, Hasanpaşa Gazhanesi’nin hikâyesine benzer şekilde, 1880 yılında hizmete giren Yedikule Gazhane yapısı, yine kentte havagazı kullanımının tamamen terk edildiği 1993’te ana işlevini yitirerek İETT’ye devredildi. Muadilinden farklı şekilde, işlediği süre içerisinde daha büyük ve sosyal bir yapı kompleksine evrilen Yedikule Gazhanesi, teknik alanların yanı sıra bünyesindeki çalışanların lojmanları ve sosyal mekânlarına kadar birçok farklı işlevde yapı barındırıyordu. Gazhane kompleksi içerisindeki dönüşüm ve değişim Haziran 2023’te açılan, yeniden işlevlendirilerek hizmete giren sergi yapısı Hangar ile başladı; halihazırda yerleşke içerisinde bulunan diğer yapıların da restorasyon ve yeniden işlevlendirme süreci bugün hâlâ devam etmekte. Ölçeği oldukça büyük, Anadolu muadilinden katbekat iri olan yerleşke, görüldüğü anda taşıdığı potansiyeli kolayca hissettiriyor. Öte yandan, erişimi bulvarlar ve atıl yapı stoğuyla sıkışmış ve oldukça zorlaşmış olan bu bölgede, ilk hizmete giren ve bu yerleşkeyi bir süreliğine taşıyacak olan yapının 300 m2’den hallice bir sergi yapısı olması, eleştiriyi gerektiriyor ve yöntemi sorgulatıyor. Bölgeye ulaşıma yönelik herhangi yeni bir yaklaşım geliştirilmediği sürece de bu sergi mekânının, şimdiden büyük iddialara sahip olan Yedikule Gazhane yerleşkesinin, şu an için temsilini yapması pek mümkün görünmüyor. Bu anlamda, belki de yine İBB inisiyatifinde tasarlanıp kurgulanan, Cibali hattındaki T5 tramvay hattı ile Fener Evleri – Haliç Sanat birlikteliğinden alınacak dersler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aksi takdirde, Ayazağa’da yer alan, teknik bağlamına uygun başarılı sergilere ev sahipliği yapmasına rağmen hem bulunduğu bölge içerisindeki konumu hem de erişimin zorluğu sebebiyle giderek görünmezleşen, yenilenerek açılışı 2022’de yapılmış, eski Hamidiye Su Pompası İstasyonu, bugünkü Cendere Sanat Müzesi’nin durumuna düşmesi ne yazık ki işten bile değil. Cendere demişken, farklı bir örnek olması sebebiyle bu yapının hikâyesini biraz daha açmak gerekebilir. İlk olarak 1999’da bir kültür merkezi olması hedefiyle gündeme gelen yapı, 2011’de Su Medeniyetleri Müzesi olması amacıyla tekrar tartışıldı. Başarılı restorasyon uygulamasına rağmen, erişimi zor ve çevresine göre biraz da görünmez kalan bu yapı, su temalı sergilere ev sahipliği yapıyor; ancak diğer mekânlara kıyasla farklı beklentiler sunan müze işlevini öne çıkaracak, İstanbul’un (bugün de fazlasıyla tartışılan) su gündemine yönelik sabit ve öğretici içeriği sunmakta şu an için yetersiz kalıyor.
Bu yazının popüler gündemle en çok kesişen kısmına geçelim. Feshane, bilindiği üzere erken Osmanlı modernitesinin ve çağdaşlaşmasının simgelerinden olan II. Mahmud dönemindeki askeri revizyonun ana mekânlarından biri. 1833’te çalışmaya başlayan, yeni ordunun yeni kıyafetlerinin üretildiği, zamanla fes üretiminin de merkezi haline gelen bu sanayi yapısı, 19. yüzyıl sonu itibariyle aynı zamanda bir uygulamalı eğitim mekânı haline de gelmişti. 20. yüzyıl başındaki Osmanlı atılımlarıyla ülke sınırları içerisindeki en büyük tekstil atölyesine dönüşen Feshane, sonradan Sümerbank idaresine girerek üretimlerine yeni cumhuriyetle birlikte devam etti. Ancak 1989’da üretimin sonlanmasıyla bu devasa endüstriyel alan işlevsizleşti; akabinde de dönemin İBB yönetimi tarafından 45 yıllığına yap-işlet-devret (YİD) modeliyle Eczacıbaşı Vakfı’na kiralandı. 1992’deki 3. İstanbul Bienali, yapının belki de kendini yeniden üretmesi ve yeni bir başlangıç yapabilmesi için bir fırsattı, ancak teknik problemlerden ötürü (ve muhtemelen yapıyı su basması sonucu) 1994’teki bienal aynı mekânda gerçekleşmedi. Dönemin yeni İBB yönetiminin de inisiyatifiyle 1999’da tekrar açılan mekân, “Feshane Festival Sarayı” adıyla, önce yerli/yabancı ürün fuarlarının gerçekleştirildiği sonrasında ise İSMEK’in yılsonu kurs ürünlerinin sergilendiği etkinliklere ve Ramazan eğlencelerine ev sahipliği yapan, giderek yıpranan ve yıpranmış bırakılan bir yapıya dönüştü. 2018’de tekrar restorasyona giren ve 2023’te Artistanbul Feshane adıyla, İBB yönetiminde kamusal bir çağdaş sanatlar merkezine dönüşen yapı, oldukça başarılı ve nitelikli bir restorasyon sürecinden geçerek geçtiğimiz Haziran ayında ziyarete açıldı. Kamu veya özel farketmeksizin, herkese açık bir sanat mekânı olarak oldukça kapsayıcı bir vizyon sunan Feshane, aslında şehrin merkezindeki mekânlarda yoğunlaşan disiplinleri ve o disiplinlerin ürünlerini nispeten kent çeperine doğru taşıma görevi üstleniyor. Bu sayede kültür sanatı daha da erişilebilir hale getiren, bunu yaparken de katılımcı bir sanat yönetimiyle ilerleyen, çoğu yönüyle ilkleri başarmış ve başaracak gibi duran, ümit verici bir mekân olarak öne çıkıyor. Mekânın dönüşümü ve mevcut sergilerin yerleşimi itibariyle kamusallık duygusunu her adımda kullanıcıya hissettiren Feshane, öte yandan da yakın zamanda açılışını yapmış; muadili diyebileceğimiz yeni İstanbul Modern yapısındaki yanlış uygulamaları ve yaklaşımları da bünyesinde doğru halleriyle barındırmayı başarıyor. Sırtını mimari tasarıma yaslayarak sergiden ve sergilenenden ziyade mekânı öne çıkaran İstanbul Modern’in tersine, Feshane üstüne düşen sergi mekânı görevini başarılı bir şekilde ifa ediyor. Sergi mekânlarının ferahlığı ve ‘tasarım kaygısı olmadan’ verdiği rahatlığı, kullanıcı tarafından kolaylıkla hissedilebiliyor. Çağdaş sanat mekânlarına artık (ne yazık ki) entegre halde gelen o pazarlama güdüsüyle kurgulanmamış olan iç ve dış mekânlar, konser ve söyleşi gibi etkinlikler sırasında değerini daha da hissettiriyor. İstanbul Modern’deki kime ve neye nasıl yaradığı meçhul çatı havuzunun göz kamaştıran ihtişamının yanında Feshane yapısı, mütevazı ve amaca yönelik ama yine de kaliteli mekân sunma başarısını gösteriyor.
Öte yandan, Feshane’de gerçekleşen “Ortadan Başlamak” sergisinde yer alan işlerin protesto edildiği bazı eylemlerle anılması, ister istemez mekânın kamu tarafından yer yer reddedildiğine dair bir anlayış üretebilir. Herhangi bir konut bölgesinin parçası olmayan, şu ana kadarki mekân tecrübesi itibariyle dini veya benzeri bir bağlamla da kesişmeyen (ancak üstünde yer aldığı bulvarın hemen karşısındaki İlim Yayma Cemiyeti Genel Merkezi’yle komşu olan), geleneksel anlamda temsiliyeti ise bugüne kadarki yöneticiler tarafından çoktan pazarlanarak elden çıkarılmış olan Feshane, bugün kültür sanat aktörleri tarafından terk edilmiş olan kent çeperinde parlak bir kültür sanat uydusu olarak göze çarpıyor. Böylelikle, şu ana kadar görülen tepkinin yapaylığı anlaşılıyor ve kültürel iktidar tartışmalarına paralel, yerel seçimleri hedefleyen, siyasi ölçekte bir provokasyon sürecinin muhatabı olduğunun ipuçlarını önümüze diziyor.
Sanat toplum içinse, sanat mekânı kimin içindir?
Hülasa, bazılarını atlamak durumunda kaldığım; ilçe belediyelerinin girişimlerini de tercihen dışında bıraktığım, İstanbul’da tanık olduğumuz bu kültür sanat mekânları enflasyonu günün sonunda bize ne anlatıyor? Maddi enflasyonun yıprattığı, manevi ya da ideolojik kavramların sadece slogana indirgenerek ucuzlaştığı, kapsayıcı dayanışmanın zorlaştığı ve yıprandıkça tekrar toparlanamaz hale geldiği şu dönemde kültür mekânlarının kamusal girişimlerle önümüze arka arkaya sunulması, aslında bir araya gelmenin farklı mecralarının gerekliliğini bize hatırlatıyor. Sanatın toplumsallığı üzerine tartışmaların tekrar tekrar döndüğü, kültür sanatın erişilebilirliğinin belki de en çok önem kazandığı şu dönemde, bir kamusal sanat merkezindeki etkinliğin küratoryal kalitesi veya sergilerdeki işlerin dünya standardında olup olmadığının açıkçası öncelikli bir önemi kalmıyor. Baskıyı, gölgelemeyi ve sansürü tartışmamız gereken, yani erişilebilirliği ve güvenli alanları konuşmamız gereken bu zamanda kültür sanat üretiminin hangi evrensel standartları hangi kalitede yakaladığını konuşmak yersizleşiyor ve hatta ne yazık ki züppe bir konumlanma yaratıyor. Bir araya gelme araçlarının, birbirinden öğrenme ve birbirini tanıma arayüzlerinin eksikliğini, bir bakıma bu mekânlar üstleniyor; farzı misal, kütüphanesinde ders çalışan öğrencinin, sergi binasında karşılaştığı akademisyenle tanışabiliyor olması Hasanpaşa Gazhanesi’ni önemli kılıyor. Veya Feshane’de bir etkinliğe katılan vatandaşın geçerken uğrayarak oradaki kavramsal sanat eserini tanıması sağlanıyor. Bu kesişimler, kültür sanat alanının çoğunlukla atlanan kısmını, yani kültürel karşılaşmaları bize tekrar öğretiyor. Bu bağlamda, bitirirken şunu da özellikle not düşmek gerekiyor: hem sosyal hem de kültürel açıdan, daha kapsayıcı, daha katılımcı ve daha erişilebilir mekânlara kavuşmadan, kültür sanatın toplumsal faydasından söz etmenin, bugün pek de bir manası kalmıyor.