Herhangi bir gösteri alanının içerdiği vaat, o alanın etrafını gösterinin unsurlarıyla donatabilir. Bu bir miting de olabilir, bir spor müsabakası da bir konser de. İzleyenle sahnedeki arasında bir hiyerarşi oluşsa da platform, sahne ya da ring adı verilen çember aynı zamanda kitlelerin temsiliyet alanı olmasıyla da bir işlev kazanıyor. Şiddetin bir gösteriye dönüşmesi ise insanlığın en eski tarihlerinden beri izlemekten imtina etmediği vahşi bir şov. Büyük arenalarda gladyatör izleyen kalabalıklardan bir celladın infazını seyreden güruhlara kadar hafızalara kodlanan bu unsurun taşıdığı gelenek insan eliyle ehlileşerek yakın çağda spor gösterilerine evrildi. Belki yeni çağın izleyenleri birinin bir diğerini öldürmesini nida sesleriyle izlemedi ama bu gizil şiddeti kurallı birtakım spor disiplinlerine dönüştürdü. Savaşlara, gündelik hayata, eve, işe, okula kadar yaşamın her alanına sızan şiddet kimi zaman ise birilerinin elinde hak arayışlarına, adalet mücadelelerine kanalize oldu. Tabii böylesi mücadelelerin kahramanlarını da beraberinde yaratarak. Tarihsel olarak elindeki gücün popülaritesini politika sahasına taşıyan unutulmaz figürlerden biri de kuşkusuz Muhammed Ali’ydi. Tüm zamanların en iyi boksörü olarak kabul edilen Muhammed Ali; sadece sportif bir kişilik değil Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddeden bir aktivist, siyah hareketinin sembollerinden bir insan hakları savunucusu olarak da hafızalarda yer etti. Gücün şiddet ve beden ile olan ilişkisinin kurallar çerçevesinde bir gösteriye dönüştüğü alanlardan biri olan boks ringini yalnızca bir spor platformu olmaktan çıkarıp politik bir sunum alanı, bir temsiliyet ve taraf olma kimliği getiren Muhammed Ali; bir nevi ‘öteki’lerin sembolü haline geldi.
Sanatçı Alican Leblebici Muhammed Ali’nin tarihsel olarak verdiği bu ilhamla güç, mücadele, adalet, eşitlik, strateji ve direniş gibi kavramların görünür olduğu bir arenaya odaklanıyor. Muhammed Ali’yi yalnızca bir boksör, bir sporcu olarak görmek yerine adalet arayışı içinde sosyopolitik bir figür olarak ringe çıkarıyor ve onu haksızlığa karşı bir direniş sembolü olarak resmediyor. Muhammed Ali’nin çocukluğundan ilk gençliğine, kariyerinin zirvesinden siyasi protestolarına kadar aşinası olduğumuz görsellerini kendi kompozisyonunda işliyor. Ringi egemenlik, otorite ve kontrolün sembolü olarak okuyan sanatçı böylelikle toplumdaki güç dengelerini, mücadele eden taraflar arasındaki sosyal, politik veya ideolojik farklılıkları masaya yatırıyor.
Sergide Alican Leblebici, Muhammed Ali’nin sivil haklar hareketine yaptığı katkıları gerçekçi resimler, neon semboller ve pop-art esintileriyle gözler önüne sermesinin yanı sıra yapay zekâ araçlarını da kullanarak ürettiği bir videoyla da “Muhammed Ali günümüzde yaşıyor olsaydı dünyaya nasıl bir mesaj verirdi?” sorusunu izleyicilerle buluşturuyor. 1-30 Eylül tarihleri arasında Merdiven Art Space’de görülebilecek “Ringin Ortasında” başlıklı sergisini, karşılık geldiği semboller çerçevesinde sanatçıyla konuştuk.
Boks sporunu kendi açınızdan nasıl yorumluyorsunuz? Boksun sizdeki ifadesi ve karşılığı tam olarak ne?
Boks sporu benim için çok şiddet dolu bir şey aslında. Bir insan karşısındaki bir başka insana nasıl böyle eziyet edebilir? Ben çok kısa da olsa kick boks ve boks kursuna gittim, dayak yiyip geri döndüm. Fakat benim ilgilendiğim şey boksun kendisi değil. Muhammed Ali’nin bir boksör olarak bende bir karşılığı yok. Muhammed Ali’nin şiddetin içerisinde gösterdiği adalet yolculuğu o şiddeti dengeliyor bence. Beni daha çok tavlayan şey o oldu.
Sizi harekete geçiren şey boks değil, Muhammed Ali figürünün kendisi öyle mi?
Muhammed Ali’nin sosyo-politik etkisi diyebiliriz.
Boksu sosyal ve politik simgelerin yansıtılabileceği bir alan olarak okuyor musunuz peki?
Ben boksu değil, ringi sosyal ve politik bir alan olarak görüyorum. Serginin adını da o yüzden “Ringin Ortasında” koydum. Ring bir ‘çember’ bir ‘halka’ çünkü. Bilinen ilk resmi görüşler bunun İngiltere’de doğduğu yönünde. O zaman köylülerde bir sistem olmadığı için hemen toprağın üzerinde bir yuvarlak çiziyorlar ve ipler geriyorlar yavaş yavaş. Sonra onun en pratik sisteminin kare yapmak olduğuna karar veriyorlar. Oradan adı ring kalıyor, o geleneğe bağlı kalmak adına. Spartaküs de aslında bir ringdeydi baktığınız zaman.
Bir sunum, bir gösteri alanı olarak görmek lazım belki de.
Evet, yani baktığınız zaman mitingler de bir ring alanı. İşte daha yeni seçimlerden çıktık, bütün partiler kendi gücünü gösterme adına bir ringe çıktılar. Ben şunu fark etmeye başladım: Ring aslında bir temsil. Neyle uğraşıyorsan onun temsili aslında. Senin hayattaki problemin, sorunların neyse ring o. Yani sen kendi ringinde mücadele ediyorsun.
Bu ringin içerisinde boks gibi şiddet içeren bir sporu seçmiş olmanızın özel bir nedeni var mı? Çünkü bir yerden baktığınız zaman diğer disiplinlere ve spor dallarına kıyasla görsel olarak estetize edilmesi daha zor bir alan gibi geliyor?
Ben konu olarak estetik ve şiddeti bir arada çok kullandım. En başından beri şiddet bende vardı. Bunun psikolojik etkisinden ziyade sosyolojik etkisinden söz ediyorum. Şiddete de yine estetik değerler içinde bir cevap vermek lazım. Estetiği çoğunlukla kendine has bir olgu olarak düşünüyoruz ama mesela direnişi estetik olarak da okuyabiliriz. Sadece güzellik üzerinden okumamak lazım, çirkinin estetiği de var mesela. Direniş de çok şiddetli bir süreç. Pir Sultan Abdal da Köroğlu da çok şiddetli adamlar bence. Hepsi baktığın zaman kabadayı bence. Fakat bıraktıkları mirasa dönüp bakınca o şiddetin neye dönüştüğünü görebiliyorsun. Aynı anlamda Muhammed Ali de şiddeti çok doğru bir şekilde kanalize etmiş. Benim boksla olan ilk serüvenim 2015 yılında bir boks eldivenini vakumlu torbaya sıkıştırıp neredeyse kalp formunu anımsatan bir kompozisyonda iyice havasını alarak başlamıştı. Öyle bir resim yapmıştım. O resim de hasbelkader İstanbul Modern Sanatlar Müzesi’ne dahil oldu. O zaman boks eldivenini güç nesnesi olarak düşünmüştüm, gücün bir unsuru gibi. Üretirken bazı anahtar kelimeler oluyor, güç de bunlardan biri.
Bunu güncel sanatın disiplinleri içerisinde beden, güç ve politika üçgeninde nasıl kullandınız peki ve bu üçgende üretimlerinizi nasıl yorumlarsınız?
Kendimle ilgili “hakkımda” diye bir kısım yazsam anahtar kelimelerim; sanat tarihi, suç, politika, güç, portre, isyan gibi kelimeler olurdu. Benim ilk sergimde de bedenin kullanımı öne çıkıyordu. İlk sergimi hazırlarken huzurevinde Kezban isminde Alzheimer hastası bir kadınla tanışmıştım. Ve o kadının elinin resmini yaptım. “Huzur Eli” isimli eserim, huzurevinde yaşayan yaşlı bir kadının eli. Resmin üzerindeki isimlere dikkat edildiğinde ironi bize göz kırpıyor. Kim bunlar? diyerek etrafta gezinen kadının sevgilileri, bir yaşantısı, bir hafızası olması gerekiyordu diye düşündüm. Ama kadın alzheimer hastasıydı, hiçbir şey hatırlamıyordu. İşte o an bu elin resmini yapmak istedim. Eski sevgililerinin adını dövme yapmışçasına ben de başbakanların isimlerini yazdım. Çünkü birey-toplum, birey- iktidar ilişkisi üzerinde düşününce özgür iradeyi, razı olmayı, reddetmeyi ya da kabul etmeyi düşündüm. Eski sevgililerinin isimlerini bedenine yazan onları çok sevdiğini gösteren ama aynı zamanda kendi kaderinin kendi elinde olduğunu, hiçbir dış iradenin söz konusu olmadığını, özgür iradeyle yaşamını düzenlediğini, kendi fikri ve bedeni üzerinde tek söz sahibi olduğunu söyleyen bir el. Bu yaşlı el, tekrar tekrar âşık olabilen ve eski sevgililerinin isimlerine hiç düşünmeden çizgi çekebilen bir el.
Bedenle şiddetin ve estetiğin buluştuğu nokta benim için buydu. Bedenin görüneni ve görünmeyeni arasında bağ kurmaya çalıştım.
Bu serginiz diğer çalışmalarınıza kıyasla tam olarak nerede duruyor?
Bu sergi geldiğim son nokta değil tabii ki. Çok heyecanlandığım, çok streslendiğim, çok korktuğum bir dönemim aslında.
Bir seriye başlamak istiyorum. Türkiye’de benim yaşadığım döneme denk gelen bütün toplumsal gündemler benim penceremden geçsin isterim. Direnişin Estetiği adını verdiğim bu seri beni başka şeyler düşünmeye sevk etti. Ben şu an düşünmeyi bıraksam bile 20 yıllık sergi projelerim var. Klasörlerim var ve bir elbise gardırobunu açıp bugün ne giysem gibi düşündüğümde çıkarabiliyorum. Bu sergiyi daha önceledim diğerlerinden.
Öyleyse bu sergiye ilham veren kişi Muhammed Ali’nin politik mücadelesi ve imajı hangi fikirleri uyandırdı ve öncelemek ihtiyacı doğurdu?
70’lerde 80’lerde yaşayanlar çok şanslılar. ABD’deki saat farkı yüzünden sabah 4’te kalkıp maçını izleyen insanlar var. 2015’te boks eldivenleri yaptığım zaman Muhammed Ali’yle tanıştım aslında. Ben küçükken Superman karakterine bayılırdım, çocuklar arasında senin özel güçlerin olsaydı ne olurdu sorusuna hep uçmayı isterdim cevabını verirdim. Büyüyünce Superman’in neyi temsil ettiğini öğrenince o konuya girmedim. Dünya haritasına ve etkin siyaset merkezine baktığın zaman ortak bir şey yakalıyoruz; günümüzle ilişkisinde ve mirasları bağlamında ne Superman ne de Muhammed Ali öldü. Muhammed Ali bir boksör olarak efsanevi başarılara imza atmış bir kişi ama Malcolm X’le olan dostluğu beni daha çok heyecanlandırıyor. Kürt ve Alevi bir aileden geliyorum. Amcam da hatırı sayılır entelektüellerdendir. Küçük yaşlarımda savunma sanatları kursuna gitmiş ve kurslardan gerçek anlamda nasibimi de almıştım. Amcam da siyah kuşak karetecidir. Beni politika, direniş, kitap, müzik gibi pek şeyle tanıştıran, onlarla ilgilenmeme esin kaynağı olan insan! Amcam “Siyahlar bizim kuzenimiz” derdi. Ben Muhammed Ali’ye baktığım zaman bir kuzenimi görüyor gibiyim. Muhammed Ali ve onun gibiler için “öteki ötekinin kuzenidir” gibi bir şey diyebilirim.
Niye Joe Fraizer değil mesela? Ali’yle olan rekabetinde siyahların asıl sembol ismi olarak görülür ve siyahların mücadelesinde öncü kabul edilir. Hatta şöyle bir iddia vardır: Muhammed Ali bir popüler kültür figürü olarak yükseldi asıl mücadeleyi veren Joe Fraizer’dı gibi…
Ben şöyle düşünüyorum: O bir star, Muhammed Ali megastar. Ben kendi kişisel hikâyemi de sana anlatabilirim ve buradan bir drama elde edebiliriz. Fakat inan kimsenin umurunda olmaz bu. Onun için Muhammed Ali’yi ön plana almak lazım. Oyuncu, sanatçı, sporcu da olsan Amerika’da bilinmiyorsan dünyanın hiçbir yerinde değilsin ya da dünya starı değilsin gibi. İddia ediyorum; dünyanın en tanıdık Amerikalısı kimdir diye bir soru sorsak Muhammed Ali cevabı gelir. Böyle kültleşmiş bir karakteri yapmamak ve hayran olmamak zor.
Kendi kişisel hikâyenizle özdeşleşebileceğiniz yönler buluyorsunuz o zaman Muhammed Ali’yle öyleyse?
Benim kendi kişisel yaşamımla Muhammed Ali’nin yaptıkları arasında hiçbir tutarlılık yok. Muhammed Ali ne kadar cesursa ben o kadar korkağım. O ne kadar pankart kaldırdıysa ben en bilindik olaylarda evden dışarı çıkmadım. Bunu utanmadan söylüyorum, çünkü korkunun utanılacak bir yönü olduğunu düşünmüyorum. Küçük bir çocukken benim kahramanım Superman’ken ben o kahramanı öldürdüm ve benim yeni kahramanlarım var. Benim için iyi olan şeyin biraz da toplum için iyi bir şey olması lazım. Sadece güzellik üzerinde iş üretmek bana yaşadığım ülkeye, coğrafyaya, hayata ve doğduğum yere ihanet gibi geliyor.
Sergideki iki resminizde de ringdeki maçı izleyen bugünün siyasi figürlerinden Biden, Trump, Putin, Erdoğan gibi isimler var. Burada tam olarak ringin verdiği gösteri ve semboller güncelliğini koruyor gibi bir vurgu mu yapmak istediniz?
Aslında tam olarak bunu söylemeye çalıştım. Neden 2023’te bir Muhammed Ali sergisi yaptım diye kendime çok soruyorum. Neden bundan sonra yapacağım hikâyeyi seçmedim de bu hikâyeyi seçtim diye. Öncelikle şunu söyleyeyim; bu resimleri yapmak için Türkiye’de yaşamak yetiyor. Türkiye’nin iç dinamiklerindeki meselelere baktığın zaman çok da değişen bir şey yok. Muhammed Ali’nin döneminde yaşanan mevzular hâlâ Amerika’da devam ediyor. Birkaç yıl evvel “Black Lives Matter” hareketinden de bunu biliyoruz. Sosyal aktivizmin güncelliğini görebileceğimiz çok şey var.
Son soru öyleyse; boksla başladık madem öyle bitirelim. Bu serginin nihai amacı puan toplayarak gitmek mi yoksa tek vuruşta nakavt etmek mi diye bir metafor yapsam ne söylersiniz?
Muhammed Ali taktiğini yapayım o zaman; eğer rakibim beni çok kızdırıyorsa nakavt etmeyeceğiz, kaç round gidecekse o kadar round pataklayacağız, son roundda nakavt yapacağız.