Dünyadaki her hayvanın 3 boyutlu kopyalarını yapan bir şirket… Amacı bir nevi Nuh’un gemisini yeniden yaratmak. Belki bir ütopya, muhtemelen de distopya… Ya da belki metaverse…
Maddenin Halleri filminden tanıdığımız Deniz Tortum ve İngiliz sanatçı Kathryn Hamilton’un birlikte yönettikleri kısa belgesel Our Ark hayvanları, bitkileri ve nesneleri tarayarak yedeklemeye çalışan teknoloji uzmanlarından başlayarak, dünyanın bir simülasyondan ibaret olduğuna inanan güç sahiplerine ve içinde yaşamaya başladığımız sanal dünyaların ilk adımlarını atan bilim insanlarına uzanan evrende lirik bir yolculuğa çıkarıyor.
16 Nisan Cumartesi günü 41’inci İstanbul Film Festivali kapsamında Kadıköy Sineması’nda gösterimi yapılacak filmi yönetmenlerden Deniz Tortum’la konuştuk. Our Ark, Ulusal Kısa Film Seçkisi’nde yer alıyor.
Öncelikle filmi nasıl tanımlayacağımı bilemedim. Ütopya mı, distopya mı? Yoksa bu aralar çok tartışılan şekilde metaverse evreninin ilerisini tartışan bir film mi? Antik bir hikaye mi, yoksa geleceğe dair bir anlatı mı? Siz nasıl tanımlarsınız?
Hepsinin arasında bir şey. Antik bir hikayenin, Nuh Tufanı’nın günümüze uyarlanması. Biz de şu an büyük bir felaketle, iklim kriziyle, göz gözeyiz. O felaketin boşluğuna, iklim kriziyle değişmekte olan bir gezegene, çok yakın bir zamanda bildiğimiz çoğu şeyin değişeceği bilinmez bir geleceğe ve belki de bir ihtimal, geleceksizliğe bakıyoruz. Peki buna karşı ne yapıyoruz? Ne düşünüyoruz?
Yaşanamaz bir geleceğe doğru sürüklenirken teknolojinin bizi kurtaracağına dair inancımız her geçen gün artıyor, başka bir şey yapmadığımız için artmak zorunda kalıyor. Mesela Birleşmiş Milletler raporlarında bile ısınmanın 1.5 derecenin altında tutulduğu çoğu senaryoda Karbon Yakalama teknolojisi yoğun olarak kullanılıyor. Fakat bu teknolojinin yaygın şekilde kullanılabilecek şekli henüz uygulamaya konulmuş değil. Bu raporlar bile henüz varolmayan bir teknolojik altyapıya güveniyor. Bir yandan da kendi yarattığımız sanal dünyalara daha fazla bağlanıyoruz. Metaverse, internet, bilgisayar oyunları… Bu paralel dünyalar gerçekliğimizin büyük bir bölümü haline geliyor.
Acaba yarattığımız gerçekçi sanal dünyalar, oyunlar ve simülasyonlar farkında olmadan yarattığımız bir savunma mekanizması mı? İklim krizinin duygusal yükünden, endişesinden, korkutuculuğundan bir kaçış, bunlara karşı bir avuntu mu?
Bir diğer soru ise şu: Acaba biz bu sanal dünyaları yarattıkça dünya iklim krizinin içine daha mı fazla düşüyor? Yarattığımız sanal dünyaların hiçbiri biricik değil. Tekrar tekrar yaratılabilir. Ya da bu dünyalarda zaman tek yöne akmak zorunda değil, geri alınabilir veya ileri sarılabilir. Fakat içinde yaşadığımız gezegen biricik, zamanı geri almak mümkün değil. İçinde yaşadığımız teknolojik paradigma/kültür acaba bize bu dünyanın biricikliğini ve zamanın geri döndürülemez olduğunu unutturuyor mu?
Our Ark, dünyanın dijital bir kopyasını çıkarma çabalarımızla, paralel sanal dünyalar yaratmamızla ve tüm bunları iklim krizinin tam ortasında yapıyor olmamızla ilgili. Yarattığımız teknolojiler dünyayı algılama şekillerimizi etkiliyor. Belki de farkında olmadan yas tutmaya başladık bile.
Filmdeki bilimkurgu hikayesinin bir yanı gerçekliğe dayanıyor. Mesela IŞİD tarafından bombalanan Palmira Antik Kenti’nin dijital kopyasının yaratılmasından bahsediyorsunuz. Bunun gerçek bir yönü var, çünkü belli açılardan yaratıldı. Ancak filmde dijital kopya meselesi ileriye taşınıyor. Film halihazırda içinde bulunduğumuz gerçekle, futuristik anlatı arasında nerede duruyor sizce?
Gelecek farklı yerlere farklı zamanlarda varıyor. Kimi çevreler ve kişiler gelecekte yaşarken, kimi çevreler geçmişte yaşıyor. Özellikle günümüzün egemen sınıfı olan teknolojik sınıfın henüz sınırları tam çizilmemiş bir ideolojisi ve ortak bir gelecek algısı var. Peki bu nasıl bir gelecek? Bu geleceği yaşayan güruhun düşünceleri ve sorunları görme şekilleriyle ilgileniyoruz. Bunları bir nebze çözümlemeye ve sorunsallaştırmaya çalışıyor; tekno-optimizm ve berimsel kültürün kör noktalarını arıyoruz.
Our Ark futuristik bir anlatı olarak görünebilir. Fakat içinde bulunduğumuz dünyaya sıkı sıkıya bağlı, şimdiye dair bir film olduğunu düşünüyorum.
Filmde bahsedilen simülasyonizm teorisi çok sert ve sarsıcı. Açıkçası kendimi biraz boomer hissettim. Simülasyonism teorisini biraz açar mısınız?
Bu teori, özetle, şu an yaşadığımız dünyanın çok büyük bir ihtimalle bir bilgisayar simülasyonu olduğunu savunuyor. Çoğu kişinin, kendilerine itiraf etmeseler de, içselleştirmeye başladıkları bir teori olduğunu düşünüyorum.
Nick Bostrom 2001’de Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyorsun? diye bir makale yazıyor. Bu fikri tez olarak ortaya atan makale bu. Bostrom’dan etkilenen, özellikle teknoloji alanında çalışan, pek çok insan var.
Bizim de bu fikirle karşılaşmamız, Elon Musk’ın bir söyleşisinde dediği bir sözle olmuştu. “Yaşadığımız dünyanın temel gerçeklik olma ihtimali milyarlarda bir” diyordu. Yani şu an çok büyük bir ihtimalle bir bilgisayar simülasyonunda yaşıyoruz. Elon Musk bu düşüncesinde ne kadar ciddi bilemiyorum tabii ki. Fakat bu düşünceyi, en azından entellektüel olarak ilginç bulan, şahsen de tanıdığım pek çok insan var.
Şu an bir simülasyonda yaşıyor olabiliriz, demek ne demek? Bu dünyadaki hayat yok olabilir, önemli değil, zaten sonsuz simülasyonlardan sadece biri bu demek. Bir teselli, neredeyse değiştiremeyeceğimize inandırıldığımız bir geleceğin karşısında tutunacağımız bir dal, bir inanç. Peki bu hipotezin Musk gibi erk sahibi insanlar tarafından dillendirilmesi? Omuzdan sorumluluk atmak değil mi bu?
Bir yandan simülasyon fikri popüler kültürün de parçası olmuş durumda. ‘TC Simülasyonu’ kalıbı mesela Twitter’da sık sık kullanılıyor. “Bit artık TC Simülasyonu”. “TC Simülasyonu şaşırtmıyor”. Tabii ki şakayla karışık bir deyiş, ama dilimize dolanmış. İnternet ve bilgisayar oyunları fiziksel dünyadan daha gerçek pek çoğumuz için, günümüzün çoğunu o dünyalarda geçiriyoruz. Bu kesinlikle kötü bir şey değil, hatta güzel bir şey. Fakat o dünyaların mantığı bu dünyaya sızıyor ve bu dünyayı anlama ve algılama şekillerimizi değiştiriyor.
Bu dünyayı bilgisayar mantığı ve terimleri üzerinden açıklamaya çalışmak… ‘Computationalism’ kavramı kullanılıyor bunu anlatmak için. Computational kelimesinin Türkçe’de tam karşılığı yok, hesaplamalı ya da bilgisayımsal kullanılabiliyor. Computation’ı ‘berim’, computational ise ‘berimsel’ olarak kullanmayı tercih ediyorum. (Bu terimle ilk kez Halil Oğuztüzün’ün Berimsel Bir Deneme makalesinde karşılaşmıştım)
Berimsel kültür: dünyadaki her şeyin bilgisayar mantığıyla açıklanabileceğine dayanan bir kültür. Bu fikri en son aşamasına götürdüğünüzde ise bu dünyanın kendisi zaten bir simülasyon demeye başlıyorsunuz. Peki gerçekten bu dünya bir simülasyon mu? Bu soruyu sormak bizim bu gezegene olan bağımızı zayıflatacaksa, eyleme geçme gücümüzü azaltacaksa, bu soru niye önemli olsun ki?
Filmin ilginç bir görsel dünyası var. Bir yandan çok analog, ancak bir yandan da dijital dünyanın görsel kodlarını kullanıyorsunuz. Anladığım kadarıyla sizin çekimleriniz de var, buluntu materyaller de. Bunlar arasındaki dengeyi nasıl kurdunuz?
Gerçekle sanal olan arasında kalmış, iki dünyaya da tam ait olmayan görüntülerden bir dil yaratmaya çalıştık filmde.
Nesli tükenen hayvanların üç boyutlu modellerini çıkaran Digital Life Project’in laboratuarına gidip orada çekim yaptık. Aynı zamanda arşivlerini de filmde kullandık. Eli telefon olarak kullanan el sahnesi gibi birkaç sahneyi kendimiz tasarlayıp çektik. Filmin bir kısmını oyun motoru (Unreal Engine) kullanarak yarattık: ormandaki geko sahnesi mesela. Sketchfab gibi 3 boyutlu model arşivi sitelerinden, bilim ve teknoloji filmlerinden yararlandık.
Filmin dengesini ise kurguda bulduk. Benim hala çözemediğim bir süreç. Film nasıl oluyor da ayakta duruyor, nasıl oluyor da bir bütün oluşturuyor. Filmin kurgusunu Sercan Sezgin ile yaptık. Bu film nasıl ayakta duracak diyordum, bir yerden sonra durmaya başladı. Kurgu yapmak bana biraz büyü yapmak gibi geliyor. Her filmle ayrı bir büyü yapmak gerekiyor.