Salgının doğurduğu bu belirsizlik süreci, sosyal mesafeyle bireyleri evlerine kapatmış olsa da kent hâlâ içinde yaşayanlara ait. Sağlık, eğitim ve ekonominin yanında kent hayatının en güçlü unsurlarından kültür ve hafıza da risk altında. Neoliberal düzenin yarattığı eşitsizlik, düğümlenmiş en bariz problem olarak karşımızda duruyorsa bunu, düzenin (ya da belki de düzensizlik demeli) her birimini kapsayacak bütüncül bir yaklaşımla çözmek mümkün olabilir. İşte bu nedenle ‘yeni dünya düzeni’ tartışmalarına, kent ve kültür mirasının katılımcı yönetim modellerine duyduğu ihtiyacı ekleyerek devam etmeliyiz.
Virüsün sağlık üzerindeki ‘can alıcı’ etkileri henüz artışta olmakla birlikte ardında getireceği toplum ve devletin ‘yeni düzenine’ dair çeşitli görüşler mevcut. Bu görüşleri kabaca ikiye ayırabiliriz: Bir taraf bu süreçten otoriter rejimlerin başarılı çıkacağını ve devletlerin bireyler üzerindeki kontrolünü arttıracağını ileri sürerken, diğer taraf neoliberal politikaları kırmaya yarayacak bir sosyal devlet ihtiyacının kendisini doğurabileceğini iddia ediyor. Bu tahayyüllerin ilki, toplum tarafında gözetim altında etkisiz (bir yandan da faydacı ve ‘ben’ odaklı) bireyler üretirken diğeri, çevre ve diğer canlılarla uyumu öncelik gözeten, daha komünal bir yaşam biçimiyle de bağlantı kuruyor. İkincisi zaman zaman bir çözüm ya da olması gerekene dair bir umut olarak da sunuluyor. Düzenin nereye evrileceği yani bizzat kendi geleceğimizin nasıl şekilleneceği ise katılımcı politikaları her zamankinden daha önemli hale getiriyor. Gidişatın, şu anki eşitsizlik krizini kırabilmesi için hem devletlerin, hem de bireylerin yurttaşı aktif kılma yönünde adım atmayı sorumluluk kabul etmesi gerekiyor. Peki, kültür mirası bu büyük resmin neresinde? Neden insan hayatının en öncelikli olduğu olağanüstü bir salgın döneminde bunu da konuşmalıyız?
Aslında uluslararası literatür ve UNESCO gibi alanın öncü global kurumlarının da kabulüyle kültürel mirasa anıtsal eser ve obje odaklı bakış açısından kademeli olarak uzaklaşmaya başlayalı yaklaşık bir asır oldu. Buna rağmen hâlâ kültürel miras algısı, ‘tarihi değerleri koruma’ya indirgenmekte. Oysa kültürel miras, artık geçmişi geleceğe bağlayan ve bugün yaşayan toplulukların yön verme gücünü elinde tuttuğu bir sosyal, tarihsel ve bilimsel değerler bütününe deniyor. Türkiye’nin de 1983 yılında imzacısı olduğu, UNESCO Dünya Mirası Sözleşmesi’nin 2008’de yayınladığı “kültürel peyzaj” tanımı miras kavramının kapsayıcılığını anlatmak üzere faydalı bir referans. Buna göre “kültürel peyzaj”, insan ve doğanın ortak üretimi olan kültür varlıklarını temsil ediyor. Bu varlıklar; sosyal, ekonomik ve kültürel unsurların etkisiyle; fiziksel sınırlar ve/ya olanakların da şekillendirdiği insan topluluklarına ve doğal çevrelerine ait değerlerin zaman içindeki evrimi ve yerleşim biçimleri olarak açıklanabilir. Bu tanım ışığında şunu söyleyebiliriz: Kültür mirası, geçmişin birikimiyle birlikte bugün canlı kanlı üretilmeye devam ediyor. Bu bilinçli ya da bilinçsiz üretim, insanların çevreleriyle, doğayla ve tarihle girdikleri ilişkinin doğal bir sonucu. Kültürün bu sürekli üretimi ise üreticilerine kimlik ve süreklilik duygusu sağlıyor. İşte bugün eve sığdırmak zorunda kaldığımız hayatlarımız, kent çevresinden ve doğadan, ne kadar olacağını bilemediğimiz bir süreyle koptu. Bu kopukluk, geleceğin yeniden inşasında bir tehlike yaratabilir. Öte yandan bu tehlike, tüm dünyada kültürel miras varlıklarının karşılaştığı ilk risk de değil. Neoliberal politikalar ve dev teknoloji şirketlerinin dünyanın büyük şehirlerinde yönetimi ele geçirmesiyle, halkın ihtiyaçlarının göz ardı edildiği mega projeler, kentlerdeki kültürel çeşitliliği ve özgün mahalle yapılarını tehdit etmesiyle tartışılıyor. Bunlara ilişkin katılımcı yönetim modelleri bir süredir çözüm olmak adına pratikler üretiyor.
Neden katılımcı model?
Bahsettiğimiz çerçevede algıladığımız kültür mirasını etrafına bariyer çekerek ve çevresinden izole ederek korumak mümkün değil. Çünkü böyle bir yaklaşım, varlığın sosyal değerini ve fonksiyonunu azaltmakta. İyi bir korumanın yolu ise, varlığın yaşayan karakterini, değerini ve işlevini sürdürebilmekten geçiyor. Dünyadaki iyi örneklerde kültür mirasını koruma süreçleri kapsayıcı projeler ile gerçekleştiriliyor. Bu projelerin hazırlanma ve uygulama aşamasına, mirasla ilgili tüm paydaşlar dahil oluyor. Örneğin ilgili kamu kurumları, mimarlar, arkeologlar, sanat tarihçileri ve kültür yöneticileri gibi profesyonellerin yanı sıra alandaki sivil toplum kuruluşları ve yerli halkla iletişim içerisinde olunuyor. Açık toplantılar ve anket çalışmaları gibi yöntemlerle korunacak mirasın değeri saptanıyor ve koruma politikası paydaşlarla birlikte belirlenerek, projenin uygulama aşamaları da iş bölümüyle yürütülüyor.
Kentler sadece virüslerin değil, kültürel mirasın da etkin tutumlarla yayılıp ya da yok edilebileceği alanlar. Bunun olumsuz örneklerine kentsel dönüşümle birlikte hem fiziksel hem de sosyal dokunun yok edildiği Sulukule’de tanıklık ettik. Fener-Balat, Süleymaniye, Yedikule Bostanları gibi Tarihi Yarımada’nın Dünya Mirası’na dahil alanlarında da değişim süreci devam ediyor. Kanal İstanbul’un gerçekleşmesi durumunda ise kentin kültür ve doğasının alacağı darbeleri uzmanlarından endişeyle dinlemeye devam ediyoruz. Öte yandan kent alanlarında halkın yararını gözeten, paydaş görüşlerinin karar verme süreçlerine dahil edildiği katılımcı politikalar söylemi, İstanbul’un da yakın zaman önce gündemine taşındı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 12 Şubat 2020’de önemli bir adım atarak, İstanbul Planlama Ajansı’nın lansman toplantısını yaptı. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, bu toplantıda yaptığı konuşmada sıklıkla ‘katılımcı ve bütüncül bir yaklaşımın’ yapacakları çalışmaların temelini oluşturacağından bahsetti. Hatta bu kapsamda katılımın araçları olarak sayabileceğimiz dört ofisi de açtıklarını duyurdu: Vizyon 2050, Enstitü İstanbul, İstanbul İstatistik ve İstanbul Projeleri Koordinasyon Merkezi. Bu ofislerin nasıl çalışacağına ilişkin bir anlatım İBB’nin Mart ayı bülteninden okunabilir. Yakın tarihlerde açılan ‘İstanbul Senin, Haliç Kıyıları Tasarım Yarışması’, ‘Taksim Kentsel Tasarım Yarışması’, ‘İstanbul Meydanlarına Kavuşuyor’ projeleri de yaptıkları çalışmalara örnek gösterilebilir. Bu çalışmaların nasıl sürdürüleceğini, salgının bu süreçleri nasıl etkileyeceğini zamanla görebileceğiz. Fakat bu esnada üzerine konuşmayı sürdürmenin de faydasını göz ardı etmemeli.
Koronavirüs ile elbette ki pek çok mekân, ihtiyaçlara yönelik yeni işlevler kazanıyor ve kazanmaya devam edecek. Öte yandan bu süreçte ve sonrasında, canlı tutmamız gereken, belki daha da önemlisi fikir ve bilgi üretmemiz gereken en önemli konuların içinde kent politikaları ve bu politikalardan bağımsız düşünemeyeceğimiz kültür mirası yönetimi yer alıyor. Bu nedenle bu yazının ve ardından gelecek başlıkların temel amacını, İstanbul’un salgın ve sonrası dönemde yeniden şekilleneceği kaçınılmaz görülen kent ve kültür mirası politikalarına dair bir akıl yürütme çabası oluşturuyor.
Yazı dizisinin diğer bölümlerine aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:
Fulya Baran’ın mimar Korhan Gümüş’le yaptığı Bir virüsten düzeni değiştirmesi bekleyemeyiz başlıklı röportaj.
Fulya Baran’ın STK’ların katılımcılık konusundaki yaklaşımlarını ele aldığı ‘Yeni Düzen’den şeffaflık beklemek çok mu naif bir düşünce? yazısı.
Asu Aksoy’un kaleme aldığı Ekolojik altyapı olarak şehir: Bir post-covid tahayyülü başlıklı yazısı.
Fulya Baran’ın kaleme aldığı serinin son yazısı Katılımın ‘Nasıl’ı.