Bağımsız sanat inisiyatifleri, sanat dünyasında çoğu zaman görünmeyen ama derin etkiler yaratan yapılar… Ticari kaygılardan uzak, sanatçılara özgür üretim alanları açan bu oluşumlar, özellikle Türkiye gibi destek mekanizmalarının sınırlı olduğu ülkelerde büyük bir dayanışma ve direniş örneği sergiliyor. PASAJ, 15 yılı aşkın süredir tam da böyle bir bağımsız alan olarak sanatçılarla birlikte üretmeye, mekânlarla, topluluklarla ve kolektif ruhla çalışmaya devam ediyor.
PASAJ’ın kurucularından Seçil Yaylalı ile inisiyatifin kuruluş sürecinden bugüne kadar geçirdiği dönüşümleri, sanatçılarla kurduğu ilişkileri, finansal zorluklarla nasıl başa çıktığını ve kolektif üretimin dinamiklerini konuşuyoruz. Yaylalı bunlarla birlikte PASAJ’ın son sergisi olan “Küçük Acılar, Büyük Şarkılar”ı ve serginin hikâyesini de anlattı.
PASAJ’ın hikayesi nasıl başladı?
Suna Tüfekçibaşı ile birlikte, kısa süreli sergilere ev sahipliği yapan ve sanatçıların yeni projelerini deneyimleyeceği bağımsız bir çağdaş sanat mekânı kurmayı düşünüyorduk. Suna, Halep Pasajı’nda yatırım amaçlı bir yer aldı ve bana “Gel, işte bir yerimiz var artık” dedi. Halep Pasajı o sıralar küçük işletmelerin ve zanaatkârların da bulunduğu, çok keyifli bir yerdi. Hemen Elif Bursalı’yı aradım. Ona, “Hadi, boya al gel, mekânı boyuyoruz” dedim. Bu şekilde üçümüz birlikte başladık.
Küçük bir bütçeyle ve yoğun iş temposuna rağmen yolumuza devam ettik. Sonrasında Zeynep Okyay da aramıza katıldı. İlk toplantımızı 2010 yılının Aralık ayında, Funda Oral’ın moderatörlüğünde bir grup sanatçıyla gerçekleştirdik. Bu toplantının amacı, mekâna bir isim bulmaktı. Sonunda PASAJ İstanbul (PASAJist) isminde karar kıldık.
İlk sergimiz “Müzelerin Müzesi”ni 2011 yılının Ocak ayında Züleyha Altıntaş ile gerçekleştirdik. Böylece düzenli sergilere ve sanatçı atölyelerine ev sahipliği yapmaya başladık. İlk iki yıl içinde toplam 43 etkinlik düzenlemiştik. Ancak yaklaşık iki buçuk yıl sonra bu mekânı bırakmak zorunda kaldık. Daha sonra Tarlabaşı’nda bir atölye mekanımız oldu ve kısa bir aradan sonra etkinliklerimizi Galata’daki Ot Kafe’nin altındaki alanda da sürdürmeye başladık. Bu süreçte, ismimizde yer alan PASAJist’in “ist” kısmını bırakarak sadece PASAJ adıyla devam etmeye karar verdik. Bu dönemde Suna Tüfekçibaşı gruptan ayrılırken, Özgür Demirci ve Giorgio Caine ekibimize katıldı.

Halep Pasajı ve Tarlabaşı’ndaki deneyimlerimizden sonra, bulunduğumuz mekanın çevresindeki topluluklarla çalışmanın daha etkili ve sürdürülebilir sonuçlar verdiğini fark ettik. Tarlabaşı, mahalleliyle doğrudan çalışmaya başladığımız ilk yerdi. Böylece, sanatçılar geldiğinde zaten onları bekleyen ve sürece dahil olmaya hazır bir topluluk buluyorlardı.
Paola Ferrario, “Kiralık Fotoğrafçı” adıyla ilk projeyi gerçekleştirdi. İkinci proje ise Ekmel Ertan ile birlikte yürüttüğümüz “61 m² Kahya Bey Sokağı” adlı çalışmaydı. Bu proje kapsamında, sekiz ay boyunca mahalledeki çocuklarla haftada iki kez buluştuk. Bu sürecin sonunda mahalledeki tüm aileleri ve çocukları tanıyorduk ve bu bağlar, sonraki dört yıl boyunca burada kuracağımız ilişkilerin temelini oluşturdu. Öyle ki, bir süre sonra sanatçılara bölgeyi artık mahallenin çocukları gezdirmeye başlamıştı.
Atölye mekanımızın 30 metre ötesinde, hepimizin İsmail Ağabey dediği bir esnafın 10 m²’lik küçük bir lokantası vardı. Bir süre sonra burada da sergiler düzenlemeye başladık ve böylece iki sergi mekanımız oldu. Lokantanın işleyişini aksatmadan, sanatçılarla sergiler, performanslar ve atölyeler gerçekleştirdik.
Tarlabaşı’ndaki mekandan sonra Nimet Han’a taşındık. Burada süreçteki “Aklımı Kurcalar, Yüreğime Dokunur” adlı bir program gerçekleştirdik ve “Geleceğin Arzuları Var” adını verdiğimiz, kolektif çalışma esaslarını incelediğimiz ve hâlâ devam eden bir araştırma projesine başladık.

Barın Han’a nasıl geçtiniz?
Emir Barın’ın daveti üzerine geçtik. O sıralarda, Şili’de tanıştığım ve Javier Gonzalez Pesce’in yürütücülüğünü yaptığı Local Arte Contemporáneo Stgo adlı bağımsız sanat alanı aklıma geldi. Burası tek katlı, bahçeli bir evdi ve bahçesinde, küçük bir kulübenin içinde başka bir bağımsız sanat alanına da mekan sağlıyordu. Bu rekabetsiz paylaşım alanı gerçekten çok etkileyiciydi. Barın Han da kendi içinde benzer bir destek yapısı oluşturarak bize bir alan tahsis etti. Yaklaşık iki buçuk yıldır burada kendi programımızı yürütüyoruz. Şu anda ekibimizde benimle birlikte Elif Bursalı Eryılmaz, Zeynep Okyay, Giorgio Caione, Zeynep Nur Ayanoğlu, Selin Atik, Abdullah Güler, Aslı Dinç ve Nuray Özdoğan yer alıyor.
Sanat dünyasında belirli bir piyasa var ve bu piyasada sanatçıların maddi ihtiyaçları, ticari bağ kurdukları galeriler, koleksiyonerler ya da kurumlar tarafından belli oranlarda karşılanıyor. Ancak bağımsız sanat inisiyatiflerinde durum biraz farklı. Bir sanatçı için ticari bir yapı yerine bir inisiyatifle çalışmanın ne gibi zorlukları var? Bu süreçte nasıl farklı dinamiklerle karşılaşıyorlar?
Eğer yeniyi arayan, deneyimlemeyi seven bir sanatçıysanız, bağımsız alanların sunduğu avantajlar çok daha fazla olur. Bağımsız bir mekânda sanatçılar istediğini yapabilir, söylemek istediklerini özgürce ifade edebilir.
PASAJ olarak, kuruluşumuzdan itibaren sanatçıların mekâna serbestçe müdahale edebilecekleri, hatta gerekirse yeniden dönüştürebilecekleri bir sergileme alanı yaratmayı amaçladık. Konu seçiminde hiçbir sınırlama yok, sanatçılar projelerinin içeriğine tamamen kendileri karar veriyor.
Bağımsız bir alanda çalışmanın bir diğer farkı da satış kaygısının olmaması. Eğer eser satılırsa, sanatçı bu satış miktarından kendisinin belirlediği bir kısmını PASAJ’a bağış olarak bırakabilir veya tamamen kendisine ayırabilir.
En büyük dezavantaj bütçe meselesi diyebiliriz. Sanatçılara maddi destek sağlamak konusunda zor olabiliyor. Ancak proje üretimi sırasında sanatçılara lojistik destek, sponsor bulma veya farklı alanlarda yardımcı olma gibi imkanlar sunulabiliyor. PASAJ olarak, özellikle son beş yıldır az da olsa üretim desteği sağlamaya çalışıyoruz.
Sizin ilk açıldığınız günden bugüne kadarki süreci değerlendirirsek; PASAJ’a ilgi önceden nasıldı ve bugün geldiğiniz durum nedir? Bugün geldiğiniz noktada bu ilginin yönü, yoğunluğu veya niteliği nasıl bir dönüşüm geçirdi? Bağımsız sanat alanlarına yönelik algıda bir değişim gözlemliyor musunuz?
Her dönem farklı bir grup PASAJ’a ilgi gösterdi. Kuruluşumuzdan bu yana sanatçılar tarafından hep ilgiyle karşılandık. Bugün ise PASAJ’a hiç gelmemiş insanlar bile burayı biliyor, bu da bizim için önemli bir gösterge.
Tabii ki çok zor dönemler geçirdik; devam etmenin anlamını sorguladığımız zamanlar oldu. Ancak PASAJ’ın yaşaması gerektiğine inanan Ali Artun ve birkaç kişi, böyle bir mekanın İstanbul ve Türkiye için ne kadar önemli olduğunu vurgulayarak bize destek verdiler. Bu desteği görmek bizi motive etti ve tüm olumsuzluklara rağmen devam etme konusunda kendimizi zorladık.
Bunun yanı sıra, her sergi aynı ilgiyi görmüyor. Bazen çok iyi sergiler, günün konjonktürüne bağlı olarak gölgede kalabiliyor. Gönül ister ki sergiler daha çok gezilsin, daha çok insan, özellikle öğrenciler gelsin. Şu an dokuz kişilik bir ekibiz ve aramızda özel bir görev dağılımı yok. Topluluk, zaman içinde armonik bir gelişim göstererek kendiliğinden büyüdü.
Yurtdışındaki deneyimleriniz nasıl oldu? PASAJ İstanbul’un uluslararası sanat çevrelerindeki bilinirliği ne durumda? Türkiye dışındaki sanat inisiyatifleri ve bağımsız mekânlarla nasıl ilişkiler kurdunuz? Orada sizi cesaretlendiren veya destekleyen yapılarla karşılaştınız mı?
PASAJ’ın 15 yıllık geçmişinin yalnızca dört yılında İstanbul’da yaşadım. Yurtdışında yaşayan bir sanatçı olarak, kendi işlerimle birlikte PASAJ’ı da tanıtmaya devam ediyorum. Ekibimizin diğer üyeleri de benim gibi yurtdışına gittiklerinde PASAJ’ı anlatmaya ve tanıtmaya devam ettiler. Özellikle bizi PASAJ hakkında konuşmaya davet eden kurumlar ve etkinlikler oldu.
İlk büyük uluslararası adımımız, 2015 yılında Stockholm Süpermarket Bağımsız Sanat Fuarı’ndan aldığımız davetle oldu. Buraya gittiğimizde, bağımsız bir sanat fuarının nasıl büyük bir güce sahip olabileceğini gördük. Bütün masraflarımız karşılanmıştı ve bu sayede uluslararası bir kitleye doğrudan ulaşma şansı yakaladık.

Bağımsız sanat çevrelerinde PASAJ’ı tanıyan çok insanla karşılaşıyoruz.. Stockholm’den sonra buradaki Sanatçı İnisiyatifleri Ağı (Artist Initiatives Network) ile güçlü bağlar kurduk ve onlarla çeşitli projelerde bir araya geldik.
Bu sene SAHA’dan bir üretim fonu aldık ve büyük çoğunluğu PASAJ sanatçılarından oluşan bir grupla Mart sonunda yeniden Stockholm Süpermarket Bağımsız Sanat Fuarı’na gideceğiz. Burada ikinci sergimizi gerçekleştireceğiz.
Ayrıca, Atina’daki bağımsız sanat fuarı Platform Project’e de katıldık. PASAJ olarak her yıl en az bir kez yurt dışındaki etkinliklerde yer almaya veya sergiler yapmaya çalışıyoruz.
Finansal destekler konusunda özellikle zorluk çektiğiniz zamanlar oldu mu? Destek bulmak sizi işlerinizden alıkoyacak kadar uğraştırıyor mu?
Finansal destek hiç bitmeyen bir sancı, ama zamanla bununla yaşamayı öğreniyorsunuz. Bazen de çözüm üretme süreci eğlenceli ve yaratıcı bir meydan okumaya dönüşüyor.
Bir mekanı tamamen finanse edecek bir fon bulmak her yerde çok zor. Bu yüzden biz de proje bazlı fonlarla ilerliyoruz. Yıllar önce yürüttüğümüz bir Erasmus projesi sayesinde uzun süre ayakta kalabildik. Ancak finansal destek arayışını merkeze koymamaya çalışıyoruz. Zor dönemlerimiz oldu, umutsuz hissettiğimiz zamanlar da… Ama tam o noktada bir şekilde devam etmemizi sağlayan destekler çıktı ve yolumuza devam ettik.
Kurumlar dışında bağımsız destekler de aldık. Ancak daha büyük adımlar atmaya çalıştığımızda veya yurt dışında istediğimiz gibi sergiler yapmak istediğimizde zorlanıyoruz. Örneğin, “Future Has Desires” adlı bir projemiz var ve uzun süredir tamamlamak istiyoruz. İnisiyatiflerle kolektif olma üzerine konuşmalar yapmak ve sergiler düzenlemek istiyoruz, fakat inisiyatiflere herhangi bir ödeme yapamadığımız için proje yaklaşık iki-üç yıldır beklemede.
Sanatçılar da bize destek oluyorlar. Örneğin, “Çorbada Tuzun Olsun” partileri düzenledik; sanatçılar bize eserlerini hibe ettiler ve biz de bu işleri satarak PASAJ’a kaynak yarattık. Bu etkinliklerde gelenler, PASAJ’a farklı şekillerde destek olabiliyorlardı. Ancak zamanla, sanatçıların ekonomik koşullarını ve yaşadıkları zorlukları düşündüğümüzde, bu yöntemi devam ettirmek istemediğimize karar verdik. Sanat sisteminin en kırılgan ve en zor durumda olan aktörleri sanatçılar; bu yüzden onlardan hibe almak yerine, onlara daha fazla nasıl destek olabiliriz, bunun yollarını bulmamız gerektiğini düşünüyoruz.

Yurt dışındaki bağımsız sanat inisiyatifleriyle Türkiye’deki durumu karşılaştırdığınızda, en büyük farklar neler? Türkiye’de karşılaştığınız zorlukların benzerlerini yurt dışındaki inisiyatifler de yaşıyor mu, yoksa orada işler gerçekten daha kolay mı yürüyor?
Her ülkenin kendi dinamikleri var,. Bazı ülkelerde ve şehirlerde yerel yönetimlerin sağladığı fonlar mevcut ve bu fonlar çok daha cömert, şeffaf bir yapıda dağıtılıyor. İstanbul’da biz böyle bir şey yok. Şu an inisiyatiflerin programlarına SAHA destek sağlıyor, ancak bunun ötesinde fonlar bulmak oldukça zor.
Tabii Türkiye’de olmanın da kendine has avantajları var. İşler çok hızlı ilerleyebiliyor ve insan desteği bulmak daha kolay olabiliyor. Ancak bazı sanat fonlarına erişebilmek için dernek statüsünde olmak gerekiyor. PASAJ’ın etkinliklerini sürdürebilmesi için dernekleşme sürecine adım atmayı planlıyoruz.
PASAJ’ın son sergisi “Küçük Acılar, Büyük Şarkılar” mini sanatçı kitaplarından oluşan bir sergi. Bu sene ikincisini yapıyorsunuz. Bu sergi üzerine ne söylemek istersin? Nasıl başladı hikayesi?
PASAJ işlerinde her zaman bulunduğu mekânla, ortamla, insanlarla iliski kurmaya çalışıyor. Barın Han, tarihi bir cilt evi olarak önemli bir geçmişe sahip ve burası hâlâ Emir Barın’ın eski atölyesi olarak muhafaza ediliyor. Bugün, Turan Coşkun, Barın Han’ın girişinde bu cilt atölyesini yaşatmaya devam ediyor.
Emir Barın, bu projede ciltleme konusunda PASAJ’a destek sağlayabileceklerini söyledi. Bunun üzerine Turan Bey ile projeyi konuştuk ve desteğini aldık. Böylece sanatçıları bu projeye katılmaya davet etmeye başladım.
Turan Coşkun, işini büyük bir tutkuyla yapan, yaratıcı bir zanaatkâr. Her sanatçının kitabı için farklı çözümler sunuyor. Her kitap, sanatçı ile zanaatkâr arasında güzel bir işbirliği örneği haline geliyor ve bu süreç, mekânın ruhuna uygun, kolektif bir üretim modeli yaratıyor.
Sanatçı kitapları, bence çok eğlenceli ve özgün bir sanat üretim biçimi. Bu projede üretilen kitaplar belirli ölçülerde ve avuç içi büyüklüğünde, birer sanat eseridirler. Küçük olmaları, onları daha özel ve etkileyici kılıyor; adeta minyatür sanatının çekiciliğini taşıyorlar.
Bu projeyi yaparken Adorno okuyordum ve Minima Moralia’daki “Small Pains, Great Songs” bölümünün aslında Heinrich Heine’nin bir şiirinden ilhamla yazıldığını fark ettim. Heine, “Büyük acılarımdan, küçük şarkılar yaparım.” diyordu. Sanatçıların üretim sürecinde kaçınılmaz olarak yüzleştiği şeylerden biri de acılarla ilgilidir; çektiğin acı kadar iyi bir şey üretememekten de bahsedilebilir. Acı mı büyük, sanat eseri mi? Sanatçıları da ve filozofları da düşündüren bir soru olsa gerek.
Bu konuda derinleşmenin iyi olacağını düşündüm. Benim için profesyonel bir sanatçı olmanın gerekliliklerinden biri, çektiğin acıyı bir üretime dönüştürebilmek. Bütün bu düşüncelerle iç içeyken Adorno’nun bu metniyle karşılaşmak, beni kolektif bir proje yapmak için harekete geçirdi.
Projenin üretim ve sergileme sürecinde ben yurt dışında olduğum için, PASAJ’ın en yeni üyesi Abdullah Güler sergiye destek oldu. Türkiyeli sanatçılardan daha çok katılımı oldu, ancak serginin bir sonraki ayağında yurt dışında yaşayan Türk sanatçılar ve uluslararası sanatçılar da projeye dahil olacak.
Şunu da belirtmem gerekir: Bu kitaplar küçük olabilir ama üretim için harcanan emek hiç de küçük değil. Ayrıca, alışılmışın dışında bir ölçüye sahip oldukları için, projeyi bu boyutlara getirmek de ayrı bir çaba gerektiriyor. Her sanatçının, kendi hayatıyla alakalı ufak detayların içindeki derinliklerde geziniyor insan.
Projenin ilk ayağını 2024 yılında, Art Basel döneminde düzenlenen “I Never Read” sanat kitap fuarında gerçekleştirdik ve orada büyük ilgi gördü. Ardından projeye ivme kazandırmak için PASAJ’da sergilemeye karar verdik.
Bu proje, iki yıl boyunca gezici olarak farklı mekânlarda sergilenecek. Önümüzdeki süreçte Borderless Istanbul Sanat Kitap Fuarı’na katılacağız ve ardından İzmir, Bodrum, Stuttgart ve Milano’da sergiler yapmayı planlıyoruz. Her gittiğimiz bölgede yerel sanatçılar da projeye dahil edilecek.
PASAJ’daki sergide şu an 39 sanatçı ve 42 farklı sanatçı kitabı yer alıyor. Katılımcılar arasında Abdullah Güler, Alannah Robins, Arzu Arbak, Beatrice O’Connell, Eda Sarman, Ekmel Ertan, Elvan Erdin, Esin Turan, Eser Epözdemir, Gülşah Bayraktar, Günseli Baki, Nergiz Yeşil, Seçil Yaylalı, Selin Atik, Züleyha Altıntaş, Almıla Yıldırım, Anıl Özge Avcı, Aslımay Altay Göney, Ayşecan Kurtay, Betül Akzambaklar, Başak Karafaki, Ceyda Oskay, Deniz Varlı, Desen Halıçınarlı, Elif Bursalı, Elif Köse Akdemir, Erkan Nazlı, Ferahi Mengeş, Giorgio Caione, Giulia Gentilcore, Hatice Şencan, Hatiye Garip, İpek Kay, Loya Kader Öztürkmen, Meryem Koç, Özce Coşkun, Özge Enginöz, Şükriye İnan Çalapkulu, Türkan Akkulak Koç ve Zekiye Nazlı bulunuyor.


Ben de her defasında farklı bir kitapla karşılaşıyorum burada, bunu görmemiştim diyorum. Her sergiye girişte benim ruh halimin etkisiyle belki, başka bir kitabın derinliği ilgimi çekiyor. İnsanlar eline kitapları aldığında dev adamlar küçük kitaplar okuyormuş gibi görünen bir hayal dünyasına dönüşüyor sergi; bu resim zihnimde canlanınca buraya “Küçük Acılar Kütüphanesi” demeye başladım.
“Dev adamlar” benzetmesi gerçekten çok güzelmiş; evet, minik şeylerin o inanılmaz çekiciliği kaçınılmaz. Acı ve şirinliğin zıtlığı arasında bir çekim yaratmak istedim. Aslında bu boyutlarda aldığım ilk kitabı Bulgaristan’dan almıştım. Almanya’daki bir şehrin tanıtım kitabıydı ve yıllarca bu kitaba hayranlık duydum; bir mütevazılık örneği gibiydi. “Niye bu kadar küçük?” diye düşündüm.
Projenin geldiği noktadan oldukça memnunum. Bazı sanatçılar buradan kendilerine yeni kapılar açtı. Bir sonraki aşamada, küçük gruplar halinde daha fazla işbirliği yapılmasını umuyorum. Benim için işbirliği, sanatsal pratiğimin bir parçası. Paylaşmak, paylaşarak gelişmek çok güzel. Bu projenin de ulaşacağı en büyük başarının bu olacağını düşünüyorum.
“Küçük Acılar Kütüphanesi” kısmına gelirsek… Herkesin acısı kendine göre büyük. Sanatçıların da acı çekme konusunda çok başarılı olduklarını biliyoruz. Ancak kimsenin, bir başkasının acısını tam anlamıyla anlayabileceğini düşünmüyorum. Acılarımız bize özel ve onlarla yaşamak durumundayız.