İngiliz bir sanat tarihçisinin bir sınıf dolusu Afgan kadına Marcel Duchamp’ın Çeşme’sini (1917) açıklamaya çalıştığı anlar, Adam Curtis’in Birleşik Krallık, ABD ve Rusya’nın Afganistan’a talihsiz müdahalelerini konu alan son derece ileri görüşlü BBC belgeseli Bitter Lake’in(2015) en akılda kalıcı sahnelerinden. Okutmanları onlara, Duchamp’ın pisuara yeni bir işlev vermesinin bir politik özgürlük ifadesi olduğunu anlatıyor. İzleyici kitlesi ise ona tamamen inanmayan gözlerle bakıyor. Sonra kamera, görünüşe göre kendi söylediğine kendi de inanamayan okutmana odaklanıyor.
Liberal demokrasinin Afganistan’ı kendi kalıplarına uydurma çabası utanç verici bir başarısızlıkla sonuçlandı ve kontrolün Taliban’a geçmesine neden oldu. Bu, âdeta bir çağı tanımlayan bir yenilgi. The New Yorker ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin, liberal demokrasinin üzerinde hemfikir olunan genel gerileme süreciyle birlikte “Amerikan imparatorluğunun sonu” olarak görülüp görülemeyeceğini sorguluyor. The Economist’e göre ise an itibariyle dünya nüfusunun yalnızca %8’inden biraz fazlası tamamen işler bir demokraside yaşıyor. Bu sayının azalması ise oldukça muhtemel. 1937 yılında Faşist bir hapishanede ölen İtalyan Marksist filozof Antonio Gramsci’nin ifadesiyle “Kriz tam da eskinin ölmekte olması ve onun yerine yeninin doğamamasından kaynaklanıyor; bu fetret döneminde de birçok hastalık belirtisi ortaya çıkıyor.”
Güncel fetrette ise “post-liberal” politikadan daha sık söz edilir oldu. Siyasetin sağ kanadında bu, otoriterlikleri 1930’ların Almanya ve İtalyası’nda yaşananların “hafif” versiyonunu belli belirsiz, sinsice andıran güçler üzerinden kendini gösteriyor. Liberal demokrasilerin içinde bile.
Öte yandan sol, ABD’de 2020 seçimleri Demokratlar’ın zaferiyle sonuçlandığı halde seçilebilir alternatifler üretmekte zorlanıyor.
İngiliz yorumcu Paul Mason, yakın zaman önce inews.co.uk’de yayımlanan yazısında “Günümüzde faşizmin artık bir Hitler’e, Mein Kampf’a ya da düzenli bir fırtına askerleri birliğine ihtiyacı yok” diyor. “Onun yerine Facebook’a, Steam ya da Discord gibi oyun kanallarına, Telegrama ve Google’ın koyu sağcı videoları beğenme ihtimali gördüğü insanların ekranlarına iten algoritmalarına sahip.”
Kocaman, ruhsuz bir saçmalık
Konunun küçük, rahatsız edici bir yanı da bugün uluslararası sanat dünyasının dayandığı liberal inançların dünya nüfusunun çok küçük bir kesimi tarafından paylaşılıyor olması. Buna rağmen Batı’nın sanat kurumu, bu köklü inançlara uymayan hemen her şeyi “kötü” diye yaftalamaya devam ediyor. Kamusal heykel, sanatın kültür savaşlarının ana cephesi olmayı sürdürüyor. 19. yüzyıla ait bir köle tüccarı heykeli Bristol limanına güle oynaya atılabilirken aynı Batı, Taliban’ın antik taş buddhaları yok edişini tiksintiyle izliyor.
Danimarka Aarhus Üniversitesi’nin sanat profesörlerinden ve 2010 tarihli Totalitarian Art and Modernity kitabının editörlerinden biri olan Jacob Wamberg’e göre “Müze, galeri ya da özel meskene yerleştirilen, estetik şekilde üretilmiş sanat yapıtı fikri son derece Batı’ya özgü ve bir ütopyanın, küresel bir sanat dünyasının var olduğu düşüncesiyle dünyanın geri kalanına ihraç edilmiş bir olgu.” Ve ekliyor: “ve hâlâ fazlasıyla Batılı kriterler üzerinden tanımlanıyor.” Sözü edilen kitabın makale koleksiyonu, totaliter sanatın bir şekilde “doğru” olmadığı ve yalnızca siyasi meşruiyeti kuşkulu rejimlere özgü olduğu varsayımını tartışmaya açıyor.
Örneğin Ian Rank-Broadley’in popülist ve gerçekçi Prenses Diana heykeli bir alışveriş merkezinde de, Hitler’in Büyük Alman Sanatı Sergileri’nden birinde de evinde gibi durabilir. Sanat eleştirmeni Jonathan Jones, heykeli The Guardian’da “kocaman, ruhsuz ve karaktersiz bir saçmalık” olarak niteliyor. Jones, Damien Hirst’ün Ilfracombe, Devon’daki kılıç tutan heykeli Verity’yi (2012) de dengesiz bir diktatörün rüyasına benzetmiş ve Sovyetler’in Stalingrad Savaşı’nda hayatını kaybedenlere adadığı devasa anıt Anavatan Çağırıyor ile aralarında paralellikler kurmuştu. Verity’nin, Nazi heykeltıraş Adolf Wamper’in Zafer Dehası (1940) adlı görkemli bronz heykeliyle de ürpertici benzerlikleri bulunuyor.
Hitler’in mimarı Albert Speer, günlüklerinde Führer’in “devcilik saplantısı” olduğunu ve tüm mimari fikirleri arasında “merak uyandırıcı bir ayniyet” bulunduğunu yazıyor. Totaliter devcilik, Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Delhi’deki yeni meclis binasının da, Vladimir Putin’in Karadeniz’e bakan ve muhalefet lideri Alexei Navalny’nin cesur belgeseline konu olan kitsch-klasik sarayının da temel karakterini oluşturuyor.
Peki bu totaliter ayniyet, Manhattan’ın yeni hiper-ayrıcalıklı kalem kulelerinde ve Londra’nın ufuk hattını yeniden biçimlendiren düzinelerce lüks apartmanında da yok mu?
Londra Tasarım Müzesi’nin eski direktörü Stephen Bayley, dünyanın her yerine yayılan ve birbirinin aynı lüks apartmanlar için “Küresel kapitali totaliter olarak görmediğin sürece, onlar da totaliter olamaz. Çirkin bile değiller” diyor. “Düpedüz bayağılar. Kâr-zarar hesabının inşaattaki ifadeleri onlar” diye ekliyor. Zaten Hannah Arendt’e göre Nazi Faşizmi’nin temel özelliklerinden biri de tam olarak bu bayağılık ve korkunçluğun normalleşmesi değil mi?
İsveç, Uppsala Üniversitesi Bilim ve Fikir Tarihi bölümü doçentlerinden Benjamin Martin, Faşizm’i baskıcı ulus-devletler tarafından devreye sokulan kendine özgü politik bir ideoloji ve güncel kültürel akımlar için geniş anlamıyla da olsa kullanılması doğru olmayan bir cıs-kelime olarak tanımlıyor.
Martin, şöyle diyor: “20. yüzyılda Faşizm’in altın günlerinde, kapitalin devleti kontrol etmek ve örgütlü işçi sınıfını bastırmak için faşistlere gereksinimi vardı. Google’ın ise bir diktatöre ihtiyacı yok. Bugünkü kapital, ona lazım olanı siyasi sistemden alıyor ve kültürel sistemden de alacak.”
En azından çağdaş sanat bağlamında o sistem, pandemiye rağmen hatta belki de pandemi sayesinde kapitalin aradığı yatırım dönüşünü sağlıyor. Damien Hirst’ün 10 bin adet NFT’den oluşan The Currency projesi sanatçıya ve destekçisine şu ana kadar 20 milyon dolar kazandırdı. Belki şu sıralar uluslararası bir sanat fuarının sahibi olmak istemezsiniz; ama müzayede satış toplamları Covid öncesi düzeylerine geri döndü ve aranan ressamların yapıtlarının fiyatları uçuşa geçti. Bu da söz konusu yapıtları daha önce galerilerden uygun fiyatlara almış olan satıcılara muazzam miktarda kâr getirdi.
Londra, Hayward Gallery’de devam eden Mixing It Up: Painting Today sergisi, Birleşik Krallık’ta yaşayan, farklı altyapı, ulus ve kuşaklardan gelen, hatta aralarında müzayede favorileri de bulunan 31 sanatçının resimlerinden oluşuyor. Sergi, 1940’ların Büyük Alman Sanatı Sergileri’nden birinin ya da Varşova’da Ujazdowski Şatosu Çağdaş Sanat Merkezi’ndeki halihazırda sinirleri zıplatan yüzsüz derecede sağcı sergi Political Art’ın uygarlık antitezi gibi görülebilir. Ancak bunların her biri, farklı kültürel sistemleri ve dönemleri temsil ediyor.
Hayward’daki serginin tanıtıcı metninde galerinin direktörü ve serginin küratörü Ralph Rugoff, seçkideki resimleri “kökleşmiş görme ve düşünme biçimlerimizi” yıkan “kavramsal açıdan riskli” yapıtlar olarak tanımlıyor. Yıkım, liberal sanat kurumunun Duchamp ve ötesine uzanan geleneksel bir klişesi. Avangard sanatın şoku bizi bir şekilde daha özgür kılıyor. Buna karşın kapitalin ve teknolojinin günlük hayatlarımız üzerindeki kontrolü arttıkça ve hangi taraftan olursak olalım kültür savaşları bizleri daha az toleranslı yaptıkça demokrasilerde sanatsal özgürlüğün de ötesinde tümüyle “özgürlük” kavramı, daha sorunlu hale geldi. Günümüzün yıkıcı ve baskıcı güçleri, artık bunlar oldu.
Google’da “post-liberal sanat” diye arama yapın. Şimdilik bir şey çıkmıyor. Belki de %8’in bu tür bir yaratıcı sarsıntıya zihinlerini açmalarının zamanı gelmiştir artık. Sonucu her ne olursa olsun.
Çeviri: İpek Yeğinsü
Kaynak: The Art Newspaper