Ahmet Rüstem Ekici ve Hakan Sorar’ın Bilsart’ta gerçekleşen “Rest in Pieces” sergisi, beden ve mekân üzerinden queer bir arkeolojinin kapılarını aralıyor. İkiliyle üretim pratiklerini ve birlikte çalışmanın yollarını konuştuk.
Ahmet seninle başlayalım istiyorum. Kendini tanımlarken set tasarımcısı, görsel hikâye anlatıcısı terimlerini kullanıyorsun. Dolayısıyla kişilere, mekânlara, bedene, uzama, zamana yönelik ilgin işlerinde okunabiliyor. Biraz geniş bir konu ancak senin için bu kavramlar işlerinde nerede duruyor?
Ahmet Rüstem Ekici: Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi seçmeli derslerle öğrenciyi oldukça besleyen bir kapasiteye sahipti. Beden, fonksiyon, materyal, kütle biçimlendirmeye ek olarak aldığım TV Set Tasarımı ve Sahne Tasarımı dersleri bedenle bağ kurarken kavramların formlara dönüştüğü çok etkileyici bir dünyayla buluşmamı sağlamıştı. Işık, ses, performansla dönüşen deneyim ve mekân algısıyla ortaya çıkan her tasarım süreci meslek olarak kopmak istemediğim bir disipline dönüşmüştü. Özellikle materyalin dönüşümü, senaryo veya temayı en iyi yansıtacak malzemenin seçimi gibi önemli kararlar beni yüzeyler konusunda oldukça geliştirdi. Yıllarca sektörde TV set tasarımcısı olarak çalıştım ve yüzlerce dekor tasarladım. Sistemin hayal gücüne alan açmaması, kısıtlı bütçeler beni çok yıldırmıştı. Bir yandan da yeni teknolojilerle ilk defa buluşmanın şansını yaşıyordum. 2008 yılında LED ekranlar, LED aydınlatma elemanları, Orad gibi sanal stüdyo sistemleriyle çalışmak heyecan vericiydi. 3D modelleme konusunda da oldukça yol kat etmiştim. Ama tasarım anlamında mutsuz bir süreçteydim ve kendi hikâyelerimi 3B çizim ve modelleme araçlarıyla aktarmanın peşine düştüm. Sanal alanlar, hikâyelerimi anlatırken izleyeceğim yollar konusunda bana özgürlükler tanımlıyordu. Sanal mekânlar içerisinde bir görüntü oluştururken tıpkı sahne tasarımı gibi ışık kurgusuna, dekor ve mekân tasarımına, kameranın hangi derinlikte hangi açıdan bu hikâyeyi görüntüye dönüştüreceğine odaklanıyorum. Kısaca dijital bir görüntü oluştururken önce hikâyem, ardından bu hikâye için mimari kurgu, ışık tasarımı gibi adımlarla render alıyor ve final görüntüyü oluşturabiliyorum. 3B modelleme görüntü oluşturma dillerine bir yenisi daha eklendi ve şimdi deneylerle yapay zekâ araçlarında aynı kaygılarla görüntüler oluşturmaya özen gösteriyorum. Sanal dünyalar yaratmayı, en çok iş olarak yaşadığım bütçe gibi zorlukları aşabildiği için seviyorum. Yerçekiminin olmadığı, malzemenin, fiziksel kuralların akıştığı dünyaları yaratabileceğim için sanal görüntü oluşturma araçlarını görsel hikâyelerimi anlatırken kullanmayı seviyorum. Aynı şey sanal beden kullanımı için de geçerli.
Hakan seninle devam edelim. Üretimin öncelikle fotoğraflarla başladı. Beden, doku ve bunları toplumsal cinsiyet kodları üzerinden okuduğun bir pratiğin var; yapay zekâ aracılığıyla ürettiğin işlerde de benzer bi üslubu devam ettirdiğini görmek mümkün. Sen de odaklandığın konuları ve seni bu konuya getiren deneyimlerini paylaşabilir misin?
Hakan Sorar: Bedeni belirli dönemlerde değişmiş ve akran zorbalığına maruz kalmış biri olarak onu saklama, dönüştürme konusunda çok çabaladım. Fotoğraf konusunda çok fazla denemeler yaptım. Özellikle şipşak filmlerin doğasıyla oynadığım Fujifilm ve Polaroid printerlarla anlara müdahaleler gerçekleştirdiğim serilerde gerçek/kurgu arasında bir bağ kurmaya çalışmıştım. Burada ilham aldığım Şahin Kaygun, David Hockney gibi sanatçıların şipşak filmlerle kurduğu bağ da beni etkiliyordu. Sanal kameraları keşfetmemle kendi beden dokularımı (makro beden dokusu çekimi) 3B kaplama desenlerine dönüştürüp sanal bedenleri bunlarla kaplamaya başladım. Sanal kameralarla özgürce oynamak, sanal stüdyolar dekorlar üretmek beni de çok heyecanlandırmıştı. Ardından Türkiye’nin ilk dijital insanlarından biri olan Aypera projesinde çalışmaya başlamıştım. Burada Bager Akbay, Zeynep Nal gibi değerli isimlerle hem yapay zekâ konusunda hem de dijital insan fikri konusunda paylaşımlarda bulunmak benim için ilham vericiydi. Ardından kendi dijital bedenlerimle animasyon, gerçekçi görüntüler oluşturarak hikâyeler anlatmaya devam ettim. Tüm üretimlerimde gizliden gizliye kendimi gösteren muğlaklık hoşuma gidiyor. Tıpkı üzerine sıkça düşündüğümüz figürinler gibi bol ihtimalli bedenler oluşturmayı seviyorum. Yapay zekâ araçlarıysa oldukça sıkı bir diyalog geliştirdik. Sürecin en başından bu yana ihtimalleri sorguluyor beden ve kalıpları aşan görseller üretmeye çabalıyorum.
Yapay zekâ araçları son dönemin en çok konuşulan ve dünyayı hem endişelendiren hem de heyecanlandıran konularından biri. Siz bu araçlarla nasıl çalışıyorsunuz? Ele aldığınız konular ya da kavramlar yapay zekâ araçlarında nasıl bir forma dönüşüyor?
A.R.E.: Yapay zekâ görüntü oluşturma araçları ve gelişimleri bizi çok heyecanlandırıyor. Bu noktada kendimizi deneyci olarak konumlandırıyoruz. Sürekli gelişiminin kaydını tutmak, potansiyellerini keşfetmek bizce sanat tarihi adına da oldukça değerli. Aynı zamanda dünyada yükselen creator/yaratıcı kavramı hepimizin fikirlerinin biricik ve değerli olduğunun altını çizeceği gibi sanat, tasarım, teknolojiye ek olarak moda, müzik gibi tüm dallarda yaratım çeşitliliğini çoğaltacak. Yapay zekâ araçları, geçtiğimiz sene “Islak Hacim” sergisinde binlerce seramik fayans deseni oluşturmamızı sağlamıştı. Bunu mimarinin en zor değişen sabit alanlarını akışkan bir forma dönüştürmek için kurgulamıştık ve burada gelişen yapay zekâ araçları bizi oldukça besledi. Aynı zamanda kelimelerin ve anlatının ses, müzik, imaj, video ve 3B nesneye dönüşmesini deneyimlemek üretim sürecimizi oldukça besliyor. Yine deneyci olarak konumlandığımız “Rest in Pieces” sergisinde çalıştığımız süreç içerisinde yeni araçlar çıktı ve bu araçlarla sergiyi yeniden şekillendirdik. Örnek olarak bundan sadece birkaç ay önce kelimelerden 3B nesne oluşturan araç neredeyse yoktu, var olanların da çıktıları çok iyi sonuçlar vermiyordu. Meshy AI ile figürinler üretebildik ve bu dosyaları neredeyse hiçbir işleme gerek duymadan 3B yazıcılardan basabildik. Bu araçlarla diyalog halinde olmak, potansiyellerini keşfetmek için oldukça değerli. 2000’li yılların başından bu yana 3B modelleme programları kullanan ve görüntüler oluşturan biri olarak görüntünün oluşum yolculuğunun bu yeni durağı bizleri şaşırtmaya devam ediyor. Yoğun çalışma süreçleri ve aşamalarla kurgulayabildiğimiz bazı animasyonları günümüzde sadece kelimelerin gücüyle canlandırmak heyecan verici. Zaten onlarca yıldır hayatımızda olan YZ araçları görüntünün, kelimenin gücüyle başka bir tanıma kavuştu ve NFT estetiğini sorguladığımız süreçte yeni yaratıcılarla buluşmamızı sağladı. Avantaj ve dezavantajlarını daha iyi analiz edebilmemiz için bütün potansiyellerini denememiz ve sorgulamamız gerekiyor.
Hakan senin “Through the Skin” sergin pandemi döneminde açılan online sergilerden biriydi. Zaten bu sergide de birlikte çalıştınız. Pandemi sürecinde NFT’lerin ve çevrimiçi sergilerin yükseldiği dönemde ilginç çalışmalar yaptınız. Bu yeni olanaklar sizin pratiğinize neler kattı?
H.S.: Through The Skin sergisi tam pandemi sürecine denk geldi ve sergiyi bir galeri ortamında gerçekleştiremeyecektik. Bu noktada Ahmet Rüstem’le sanal bir galeri kurgulayarak pandemi sürecinin içinde gezebileceğimiz ilk mekânsal sergilerinden birini gerçekleştirmiş olduk. İlk haftasında 16.000 ziyaretçiye ulaşan bu mekânda kullanıcı deneyimini de analiz edebildik. Bu bize bağımsız sanatçılar olarak beyaz küp olmadan da eserlerimizi sergileyebileceğimiz ortamlar yaratabileceğimizi göstermiş oldu. Hem sosyal medyanın gücü hem de inşaat maaliyetleri olmadan kendi sergileme alanlarımızı tasarlayabiliyoruz. Hatta Instagram filtreleriyle bile bir sergileme deneyimi sunabiliyoruz.
Bu sergiye geleceğiz ancak Ahmet sana “Hamam” sergini de sormak istiyorum. Beden ve mimari üzerine düşünme alanları sunan bir çalışmaydı. “Islak Hacim” serginde de kanalizasyon sistemleri, şehir ve cinsiyet üzerine okumalar yapabiliriz. Bu serini anlatabilir misin?
A.R.E.: “Hamam” bir artırılmış gerçeklik deneyimi olarak kurgulanmıştı ve deneyimciyi antik hamam mozaiklerinin 3B kaygıları, hikâye anlatma dürtüleriyle görünen ve görünmeyen arasında bir çizgide buluşturuyordu. Hamam’ın kaydı tutulurken bahsedilmeyen, yok sayılan, sansüre uğrayan çok fazla şey vardı. Hamama oryantalist bakıştan uzak, buranın sadece sabun kokan bir yer olmadığını kendi deneyimlerimle aktarmak istemiştim. Böylece geleceğe hamam ve gay kültür üzerinden bilgi aktarabilirdim. Hamam dansözlerin raks ettiği, mevyelerin göbek taşında servis edildiği bir yer olmanın dışında oluklardan spermlerin aktığı, zemininde kondom görebileceğimiz, dışkı kokusu, kirlenmiş peştamal ve poppers kokan bir yer de olabilirdi. Mimari evrimi boyunca izlerinin peşine düşmek önemliydi. “Islak Hacim” Dellakname-i Dilkûşa, külhanbeyleri, mozaikler üzerinden çoklu bakmaya çalışan bir sergi deneyimiydi. Estetiği ise antik dönem mozaik ustalarının üçüncü boyuta ulaşma kaygıları üzerinden şekillendi. Antik dönem mozaikleri ve pikseller arasında muazzam bir bağ var. Taş parçacıkları tesseraların bir araya gelişi, 3B izometrik küpler gibi dışarı çıkmaya çalışmaları çok değerli kaygılar. Yüzeyin ötesine geçmek için de artırılmış gerçeklik önemli bir yerde konumlanmıştı.
Hemen ardından cinsiyet ve mekân çalışmaları üzerinden “Sauna” VR bir deneyim olarak inşa edildi. Saunalar hamam kadar ıslak hacimlere sahip olmamakla birlikte queer kültürün izlerini geleceğe aktarabileceğimiz önemli tanışma, sosyalleşme ve haz mekânlarından biri. Bir saunaya girdiğinizde yüzeyler size çok fazla bilgi aktarır. İç çamaşırı posterleri, erotik resimler, şehir hayatının etkinlik posterleriyle sauna duvarları oldukça bilgi ve hikâye aktarır. VR sauna deneyiminde izleyici bir sauna hayaletiyle mekân içerisinde geziyor ve yüzeylerde Şafak Şule Kemancı, Hossein Edalatkhah, Mert Çağıl Türkay, Chorusofbody, Selin Göksel, Ateş Alpar, Muhittin Can gibi birçok sanatçının eserlerini deneyimliyordu. Sauna mimarisi standart kitaplarda yer almayan ölçekler ve mekân ilişkileriyle bezeli bir alandır. Bir oral seks deliğinin yüksekliği, seks küpünün ölçüsü mimarlık standartları kitaplarında karşımıza çıkmadığı gibi deneyimle inşa edilebilir. Sauna bu mimari ilişkilerin, mekân rotasının kaydını tutmaya çalıştı. İlk yayınlandığı tarihte 40.000 ziyaretiyle internet erişimi ve sınırlar arası bir diyalog kurdu. Ardından “Islak Hacim” başlığı altında bu defa tuvaletlere odaklanarak mekân ve cinsiyet tanımının altının en çok çizildiği alanlara odaklandım. Kullanım çeşitliliği, bedenin sınırları, geleceğe dair akışkan tuvalet tasarımları ve değişen seramik fayans yüzeylelle mimari ve cinsiyet odağında izler taşıyan bir seriydi.“Islak Hacim” inşa edilirken kelimelerden görüntü oluşturduğumuz araçlar herkesin kullanımına çok yeni açılmıştı. Oldukça ahlakçı ve sansürlü bir yapıdaydı. Tuvalet serisinde iki aynı dış özellikleri taşıyan bedeni öpüştürmek istediğimde bu görüntüleri oluşturamıyordu. Burada bol bol erkek, kadın gibi tanımlamaları kullanmak zorunda kalıyorduk. Örneğin iki erkeği birbirine yakınlaştırmak için sansürü aşabilmek adına şu şekilde kelimeler yazıyordum: “İki erkek geometrik desenli seramiklerle çevrili bir alan içerisinde beraber lolipop yalıyorlar.” Bu sistemle iki erkeğin öpüşmesini yasaklayan sistemin ötesine geçmiş olmuyordum. Sonra yapay zekâ araçlar daha az sansürlü ve kapsayıcı oldular. Şimdi oldukça kolay erotik sayılabilecek görüntüler oluşturabiliyoruz. Bu noktada tuvalet gibi sabit, mimari olarak bir salona göre daha az değiştirilir bir alanın desenlerini, içeriğini sürekli dönüşen görüntülere dönüştürürken de YZ araçlarından faydalandım.
Uzun zamandır birlikte çalışıyorsunuz. “Rest in Pieces” duo olarak açtığınız ilk serginiz sanırım. Birlikte üretmenin zorlukları neler? Bu sergiye hazırlanırken nasıl bir yol izlediniz? “Rest in Pieces” arkeolojik bir araştırma sürecine dayanıyor. Bu süreci anlatır mısınız?
A.R.E.: Yaklaşık 7 yıldır beraber yaşıyor ve üretiyoruz. Yeni bir 3B yazıcı veya bit pazarından eski bir polaroid makine aldığımızda da hep deneylerin peşinde beraber koştuk. 3B modelleme, taramalar, dijital insan üretim süreçlerinde de beraber geliştik ve öğrendik. Birbirimizin işine müdahalelerde de buluyorduk. İlk duo çalışmamız ise Fırat Arapoğlu & Gary Sangster küratörlüğünde Avrupa Birliği projesi olan “Aşıklı Höyük Kazı İzleri” sergisi oldu. Aşıklı Höyük’te değerli arkeologlarla vakit geçirmek bizi çok besledi. Aşıklı Höyük’te bulunmuş tek figürin ve bu figürine dair Prof. Dr. Mihriban Özbaşaran’ın yazdığı bir makaleyle figürinler ve cinsiyetlerine dair yeni bir bakış geliştirdik. Akışan, dönüşen dijital figürinler üreterek artırılmış gerçeklik araçlarıyla tıpkı arkeoloji gibi görünen ve görünmeyen arasında bağ kurmaya çalıştık. Çoğu çalışmamızın temelinde arkeolojiye farklı bakış açışı denemeleri var. Beraber üretirken çevresinde dolaşacağımız konuları kelimelerle sınırlandırıp çalışmaları bu bağlamda üretiyoruz ve bu bize yolda kaybolmama üzerine önemli bir sınır belirliyor. Süreç boyunca okuduğumuz makaleler, gezilerimiz yeni konulara sıçramamızı sağlıyor. Yeni sergimiz “Rest in Pieces” üzerinden örneklendirecek olursak doğada gerçekleşen bir olay ve bu olaydan ilhamla 5000 yıl önce üretildiği düşünülen bir nesne bizi yeni bir yolculuğa çıkardı. Kütahya’nın Domaniç ilçesi her yıl Mart ve Mayıs ayları arasında gerçekleşen bir göç yolculuğuna ev sahipliği yapıyor. Bu göç yolculuğu, dişi kurbağaların erkek kurbağaları sırtlarına alarak Palazoğlu Göleti’ne doğru ilerlerlediği bir çiftleşme yolculuğudur. Buraya oldukça yakın Seyitömer Höyük kazılarında ise 5000 yıl önce yapıldığı düşünülen büyük kurbağaların küçük kurbağaları taşıdığı ritonlar bulunur. Günümüzde Kütahya Arkeoloji Müzesinde sergilenen kurbağa biçimli bu sunak kapları o kadar çok soruyu beraberinde getirdi ki sergimizin çıkış noktası oldular. Bölgede gerçekleşen doğa olayının binlerce yıl önce insanlara ilham vermesi, bizi skeuomorfizm üzerine düşünmeye yöneltti. Bu nesneyle birlikte yola çıkma ve yolu beraber yürüme fikri üzerinden birlikte bir sergi yapmaya karar verdik.
Sergimiz, yolculuğun kesitlerini inceleyerek ve en çok iz bırakma fikrine odaklanarak özellikle arkeolojik verilerin nesnel ifade biçimlerini araştırıyor. Kurbağa biçimli ritonlardan ilhamla skeuomorfizm üzerine düşündük ve kalıcılık ile parçalara ayrılmanın nesnel hali olan lahitlere, mezarlara ve mezar kalıntılarına bırakılan izlerin peşine düştük. Günümüzde arkeolojik nesne olarak tanımlanan birçok gündelik objenin oluşturulurken doğadan aldığı ilham, dönemler arası kullanılmış biçimler hikâyelerimizi anlatırken önemli eşlikçilerimiz oldu. Sergi hazırlık boyunca yaptığımız yolculukları, çeşitli arkeolojik kazı alanlarını ve müzeleri kapsadı. 3D tarama teknolojileriyle arkeolojik nesnelerin yeniden biçim bulmasına odaklandığımız sergimizde kelimeden görüntü, 3D nesne ve video üreten yapay zekâ araçları ve el işçiliğini birleştiren deneyler gerçekleştirdik; görüntünün evrilebileceği çeşitlilik üzerinde durduk. Sergide yer alan Theatrum Mundi – In The Pond interaktif deneyimiyle izleyiciyi deneyimciye dönüştürmeyi ve herkesin kendi hikâyesini oluşturduğu bir yüzeyi kurgulamaya çalıştık. Süreç boyunca onlarca müze gezdik ve Kütahya Tavşanlı Höyük’te çalışma fırsatı bulduk. Bizi oldukça geliştiren özel bir süreçti.
Queer arkeoloji bir süredir tartışılan bir konu ancak henüz hak ettiği kadar da tartışıldığını sanmıyorum. Günümüzde arkeolojiye bakarken kalıplaşmış bakış açılarını nasıl kırabiliriz? Bu sergi sayesinde arkeolojiye yeni, queer bir bakış atılabilir mi?
A.R.E.: “Aşıklı Höyük Kazı İzleri” sergisinde figürinler ve cinsiyet üzerine olan çalışmalarımız, arkeolojik disiplin ve tanımlamaları yeniden sorgulama fırsatı sunmuştu. Bu süreçte Aşıklı Höyük’te ele alınan konuları queer teorinin lensi altında yeniden değerlendirdik. Sera Yelözer’in “Şey-Özne-Arkeolog: Geçmişin Cinsiyetlendirilmesi ve Eril Önyargılar” çalışması, TAG konferanslarından alınan bilgiler, H. Arda Bülbül’ün “Kuir arkeoloji mümkün mü?” başlıklı makalesi ve Yılmaz Yeniler’in “Arkeolojinin bir queer eleştirisi” başlıklı makalesi queer teorinin arkeolojik çalışmalara nasıl uygulanabileceği üzerine derinlemesine düşünmemizi sağladı. Görsel ilişkilenmeler ve atfedilen anlamların sorgulanması, tarihi verilerin konumlandırılmasını ve geçmişin analizini queer perspektifiyle yeniden ele almayı mümkün kılabilir. Arkeolog olmamamız, disipline dışarıdan bakmamızı ve mevcut paradigmalara alternatif yorumlar getirmemizi sağladı. Özellikle yoruma açık bulgularda, cinsiyetin ötesinde, devşirme malzemelerin de queer nitelikler taşıdığına inanıyoruz. Kırık taşların bir duvar oluşturma potansiyeli ve kırık keramik parçalarının yeniden bütünlüğe ulaşma süreci, queer teorinin arkeolojik materyaller üzerindeki uygulamalarına örnek teşkil edebilir. Bazı nesnelerin heykellerin bedensel yakınlıkları ve tarihsel dönemlerindeki normları, günümüzün kalıplarının ötesinde alternatif anlatılar sunabilir. Bu nedenle queer arkeoloji ikil sistemler dışında ihtimallere kapı araladığı için değerli.
Son olarak, bundan sonraki projelerde neler üzerine odaklanmayı hedefliyorsunuz?
A.R.E.: “Rest in Pieces” parçaların değerini bize hatırlatırken beraber üretmenin değerini de hissettirdi. Bu sergi bizim için gerçek bir dayanışma sergisiydi. Sadece sergideki lahiti ele alırsak 161 parçadan İTÜ laboratuvarlarında 40 kişinin eli değerek üretildi. Dijital sahada işbirlikleri çok değerli. Theatrum Mundi interaktif yerleştirmemiz Engin Arer ve Artun İmamoğlu’un üstün oyun motorları bilgisiyle hayat buldu. Kendimizi dijital araçlar konusunda sürekli geliştirirken başka disiplinlerden bireylerle bağ kurmayı değerli buluyoruz. Sıradaki sergimiz yine arkeolojiye günümüzden ne kadar baktığımızın ispatı olan parçalar üzerine olacak. Bu sergide çeşitli kazılarda çalışarak gelişmeye çalışacağız.