Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

SAHA Yazı Dizisi 2020

Salgından sonra sanat dünyası: Örgütlülük ve alternatif yaratmak

SAHA Yazı Dizisi kapsamında Kültigin Kağan Akbulut, koronavirüs salgınının güncel sanat dünyasına etkisini yazdı

9 Mart haftası yeni koronavirüs vakalarının Türkiye’de görüleceğini tartışmaya başladığımızda işin bu noktaya geleceğini pek de tahmin edemiyorduk. 13 Mart Cuma günü son defa olduğunu bilmeden mesaili işim için artık kolonya kokmaya başlayan ofisime gittiğimde haftada birkaç gün de olsa işe gidebileceğimizi, ay sonunda etkinliklere devam edebileceğimizi konuşuyorduk.

Ancak bir anda her şey değişti. Gönüllü karantina çağrısı yapıldı. Sinema, tiyatro, konser gibi toplu etkinliklerin yapıldığı mekânlar kapatıldı. Ofise gitmeden çalışma kararı aldık. Ne yapacağımızı bilmiyorduk ama ‘başka şeyler’ yapmamız gerektiğinin de farkına vardık. Aradan geçen bir ay sonunda ilk paniği atlattık ve daha sakin bir şekilde düşünmeye başladık.

Türkiye’de kültür ve sanat alanı en kırılgan sektörlerden biri. Sansür, politik baskı, ekonomik zorluklar, terör saldırıları çoğunlukla kültür ve sanat alanında iş yapan kurumları direkt olarak etkiliyor. Küresel salgın kültür dünyasına büyük bir darbe vurdu, ancak bir yandan da Türkiye’deki kültür kurumları olağanlaşmış OHAL koşullarında yaşamaya uzun süredir alışık.

Doğa ve insanlık tarihinin her karşılaştığı salgın gibi bu da geçecek. Yeniden dışarı çıkmaya, sergi gezmeye, sinemaya gitmeye, konser dinlemeye devam edeceğiz. Ancak her salgın gibi bu da birçok şeyi değiştirecek. Şu anki en büyük derdimiz de değiştireceği şeylerin olumlu yönde mi, olumsuz yönde mi olacağı.

Aciliyet zamanı

Kurumların yanında emekçiler açısından bakarsak beklenmeyen salgın koşulları (bazı bilimsel raporlara göre gayet bekleniyormuş aslında) sanatçıların ve sanat profesyonellerinin koşullarını da çıkmaza soktu.

Akademisyen olarak ya da iş güvencesi olan kurumlarda çalışanlar işlerine devam ediyorlar tabii ki. Ancak birçok sanatçı, özellikle genç sanatçılar bir yandan hayatlarını idame ettirebilmek, bir yandan da sanat üretimine devam edebilmek için yarı zamanlı ya da proje bazlı işlerde çalışıyor. Sanatçıların dönemsel projeleri ertelendi, çoğunlukla hizmet sektöründe ve güvencesiz koşullarda çalışanlar işlerinden oldular.

Her ne kadar ulusal sınırları kapatma planı birçok ülkede uygulansa da salgının etkisi ve salgınla baş etme yöntemleri uluslararası boyutta ele alınıyor. Türkiye’deki sanat emekçileri açısından çizdiğim olumsuz tablonun benzeri, hatta daha şiddetlisi dünyada da görülüyor. Guggenheim Müzesi, Whitney Müzesi gibi büyük ölçekli kurumlar özellikle ziyaretçi ilişkileri ya da eğitim programı gibi departmanlarda çalışanlarını işten çıkardı ya da ücretsiz izne ayırdı.

Ancak neyse ki sorunlara acil müdahale etmek için yardım paketleri de oluşturuldu. Bir yandan şirketleri kurtarmaya yönelik ya da işsizliğe yönelik paketler birer birer açıklanıyor. Ancak bir yandan da sinema salonları gibi fiziki mekânların devamlılığını sağlamak amacıyla ön satış yapılan bağış kampanyaları açıldı. ABD’de ve Avrupa’da ‘sistemin devamlılığı’ için çalışmaların hızlı bir şekilde gerçekleştiğini görebiliyoruz. Artnet News’ün Sanat Piyasası Editörü olan Tim Schneider’ın[1] bu süreçte Avrupa’daki sanat kurumlarının ABD’dekilerden daha şanslı olduğunu vurguladığını da eklemek gerek.

Schneider, ABD’deki yardım paketlerinin bürokratik yapısının birçok sanat kurumu açısından büyük zorluklar yaratacağını, ancak Avrupa’daki kurumların kriz sonrası döneme daha kolay geçebileceğini belirtti. Ancak Schneider yine de bu kriz sonrasında “Amerikan sanat dünyasının eskisinden daha ilginç ve yenilikçi olabileceğini” de ekledi.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın kültür politikaları çalışmaları kapsamında hızlı bir refleksle hazırladığı Pandemi Sırasında Kültür-Sanatın Birleştirici Gücü ve Alanın İhtiyaçları başlıklı politika metni yazılmış en iyi raporlardan biri olarak önümüzde duruyor. İKSV’nin raporu ülkelerin bu alana ayırdıkları fonlar ve fonların metodolojisini ele alması bakımından hem kamuya hem de sanat dünyasına yol gösterecek nitelikte.

Ancak bu rapora baktığımızda Türkiye açısından olumlu bir tabloyla karşılaşmıyoruz. Ekonomik açıdan bakarsak Türkiye’deki sanat kurumları hem devlet desteği hem de bağış kampanyaları açısından şanssız. İKSV’nin raporuna göre açıklanan devlet destekleri çoğunlukla vergi borçlarının ötelenmesinden ileri gitmiyor. Raporun “Türkiye Kültürel Alanda Hangi Tedbirlere İhtiyaç Duyuyor?” başlıklı bölümü de “kapsayıcı destek mekanizmaları oluşturmalıdır” gibi genelleyici öneriler ve “vergi muafiyeti” gibi ileriki süreci rahatlatacak önerilerden oluşuyor. Raporun tüm sanat alanlarını kapsadığını, güncel sanat alanına özel bir çalışma olmadığını vurgulamak gerek.

Bunun temel sebebi de aslında güncel sanat alanının diğer sanat alanlarına göre örgütsüz bir yapıda olması. Türkiye’de açıklanan ve açıklanması beklenen devlet desteklerinin çoğu tiyatro salonlarına ve tiyatro oyuncularına yönelik. Tiyatro Kooperatifi ve Oyuncular Sendikası gibi uzun süredir örgütlü olan kurumların kamu görevlileriyle yaptığı görüşmeler bunda önemli bir etken.

Haliyle, bir şekilde devlet desteği verilmek istense dahi bunun nasıl programlanacağını, kültür kurumlarına ne gibi ayrıcalıklar vereceğini bilemiyoruz. Bağımsız sanatçılara yönelik bir çağrı yapılsa mesela, bunun nasıl dağıtılabileceği zaten meçhul. Mesleki örgütlülüklerin olmaması, kayıtsız çalışmanın yaygın olması düşünülen, arzu edilen yardım programlarını en başından boşa düşürüyor.

Bağış kampanyaları açısından da durum daha vahim. Türkiye’de bağış anlayışının daha çok din ve sağlık gibi saiklerle yapılması bunda en büyük etken. Birkaç şanslı kampanya dışında, şu ana kadarki bağış ve kitlesel fonlama kampanyalarının kadük kaldığını gördük. Bir yandan da zaten bağış kampanyalarının hedef kitlesi olan orta sınıf ekonomik krizin de etkisiyle gittikçe eriyor. Böyle bir durumda kim, kimden destek isteyecek sorusu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla geleceği şu andan görmek zorlaşıyor.

Salgından sonra…

Ekonomist Dani Rodrik, Project Syndicate’e yazdığı makalede[2] krizlerin iki farklı biçimde geldiğini belirtiyor. Kimsenin olmasını beklemediği, hazırlıksız yakalanan krizler ve geleceği kesin olduğu için hazırlıklı olmamız gerekenler. Rodrik salgının tipi ve ne zaman geleceği tahmin edilemese de böyle bir salgının uzmanlar tarafından bilindiğini ve kamuoyuna açıklandığını vurguluyor.Salgın bütün dünyayı sarmaya başladığında bir yandan iyimser bir görüş ortaya çıktı. Bu salgının kapitalizmi, dünya düzenini sorgulamamız ve değiştirmemiz için bir fırsat olduğu görüşüne Rodrik karşı çıkıyor. Salgını politik ve ekonomik açıdan değerlendiren Rodrik, salgının beklenenin aksine “daha az dönüm noktası getireceğini” vurguluyor. Ve Rodrik, kriz süreci boyunca her ülkenin kendilerinin abartılı birer versiyonları haline gelmiş durumda olduğunu belirtiyor. “Yani krizin dünyayı bambaşka bir yörüngeye sokmak yerine, zaten var olan bazı eğilimleri yoğunlaştırması daha olası.”

Rodrik özetle şunları söylüyor: “Kısacası, Kovid-19 önceden sahip olduğumuz eğilimleri tersine döndürmeyecek ya da değiştirmeyecek. Neoliberalizm yavaş yavaş ölmeye devam edecek. Popülist otokratlar daha da otoriterleşecek. Ulus devletler kendilerini bulmaya çalışırken hiper küreselleşme kendini savunmaya devam edecek. Çin ve ABD çarpışma rotalarına ilerlemeye devam edecekler. Ve sol, seçmenlerinin çoğuna hitap eden bir program tasarlamak için mücadele etmeyi sürdürürken ulus devletlerde oligarklar, otoriter popülistler ve liberaller arasındaki savaş daha da yoğunlaşacak.[3]

Bu yazıyı yazdığım sırada sosyal medya kanallarından akan haberler de Rodrik’i
doğrulayacak nitelikteydi. Macaristan Başbakanı salgın boyunca hükümete, yani kendisine
süresiz OHAL yetkisi verdi. ABD’de Trump’un da cesaretlendirmesiyle yüzlerce insan evde kalma ve maske kullanma zorunluluğunun komünizm anlamına geldiğini belirten pankartlar taşıyıp silahlarla sokağa çıktı. Çin’de insanların her adımını takip eden dijital gözetleme sistemleri meşrulaştı, Rusya’da Putin’in daha önce tepkiler nedeniyle meclisten geçiremediği dijital gözetleme sistemleri yasası yeniden masaya kondu. Türkiye’de de salgın eğrisinin (bu süreçte böyle şeyler öğrendik mesela) en kritik döneminde İç İşleri Bakanı’nın da dahil olduğu bir iktidar içi mücadeleye tanık olduk.

Başa dönelim…

Ancak belki de böyle dönemler bilindik ezberleri bir kenara bırakmanın zamanıdır. Mesela New York Magazine’in sanat eleştirmeni Jerry Saltz, günümüzdeki sanat dünyasının kırılganlığına değinip 70’li yılları hatırlatıyor. Sanat dünyasının para kazanmak gibi dertlerinin olmadığı dönemleri… Türkiye açısından da bu dönemi 80’lerden 2000’li yılların başına kadar uzatabiliriz. Saltz 70’li yıllardaki sanat dünyasının adaptasyon ve esneklik yeteneğini hatırlatıyor, ancak aynı zamanda endüstrileşmenin bu kabiliyetleri körelttiğini de ekliyor.

Türkiye’deki durumun şu an ne olduğuna dair net bir tablo yok önümüzde. Salgının ilk sürecinde kurumlar dijitalleşme çalışmalarına ağırlık verdiler. Ancak işin ekonomik çıktılarını henüz göremiyoruz. Bu süreçte kaç sanat profesyoneli işinden atıldı ya da ücretsiz izne çıkarıldı? Galeriler satış yapmamaya devam ederlerse ne kadar daha dayanabilir? Güvencesi olmayan sanatçılar bu süreci nasıl atlatacak?

Bu sorunlar yıllardır gözümüzün önünde. Yeni bir krizden bahsetmiyoruz. Galeriler zaten yıllardır fahiş kiralardan dertliydi. Sanatçılar zaten güvencesiz işlerle günü geçiriyordu. Gezi hareketiyle ivmelenen örgütlenme çalışmaları bir türlü toparlanıp işler hale gelemedi. Peki, bu kriz sürecini yeniden atılım yapmak için bir fırsat olarak görebilir miyiz? Yoksa Dani Rodrik’in belirttiği gibi sorunların derinleşeceği bir dönem mi göreceğiz?

Pandemiler her zaman toplumları yeni bir dünya kurmaya zorladı. Olumlu ya da olumsuz düşünce yapılarını, davranışları değiştirdi. Bu da değiştirecektir. Ancak şu sıralar meselemiz hangi yönde değiştireceği.

Saltz bütün bu olumsuz tablo karşısında sanatın dönüştürücü gücünü hatırlatıyor. “Ve bu sanatın ne olduğuna dair haykırmak istiyorum. Sanat ileri kapitalizmle, liyakatla, sosyal sigortalarla ve güvenlikle ilgili değildir, ayrıksılıkla, risk almakla, direnişle ve adaptasyonla ilgilidir,” diyor Saltz.

Saltz’ın sözleri şu sıralar kirasını nasıl ödeyeceğini düşünen, bir sonraki ay için plan yapamayan, günlük ihtiyaçlarını karşılamakla yetinen sanatçılar ve sanat profesyonellerine uzak görünebilir. Ancak tiyatrocuların bu süreçte gösterdiği tavır ve müdahale etme gücü örnek olacak cinsten. Bunu da yıllardır oluşturdukları örgütlülüğe ve alternatif ekonomi yaratma kabiliyetlerine borçlular.

Güncel sanat dünyasının da önünde duran mesele bu. Böyle bir kriz döneminde alternatif ekonomileri ve örgütlülüğü nasıl kuracağız?

[1] https://news.artnet.com/opinion/gray-market-european-american-rescue-measures1825509

[2] https://www.project-syndicate.org/commentary/will-covid19-remake-the-world-by-danirodrik-2020-04

[3] https://medyascope.tv/2020/04/07/dani-rodrik-kimse-bu-salginin-onceden-sahip-oldugumuz-egilimleri-tersine-dondurmesini-ya-da-degistirmesini-beklememeli/

SAHA Yazı Dizisi kapsamında 2020 yılının konuk yazarı Kültigin Kağan Akbulut tarafından SAHA Derneği desteğiyle yazılmıştır. 

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

Sanat Dünyamız dergisinin "Sanat Tarihi Nasıl Yazılır?" temalı Eylül/Ekim 2024 tarihli sayısında yayımlanan Sezin Romi'nin yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.