Bu metni şiddeti arttıkça daha uzun süre geçmeyecek yaralar bırakan ve muazzam bir yıkıma neden olan Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından dolayı duyduğum endişe içinde yazıyorum.
Bir yerin savaş bittikten 30 sene sonra bile savaş alanına benzemesini mümkün kılan şey nedir? İhmal mi? Tanınmamak mı? Dünyanın cehaleti mi? Sermaye eksikliği mi? Abhazya’da kendimizi nadiren yaşam feveranları yaşadığımız sonsuz bir durgunluk içinde bulduk. Ekonomik abluka, mülteci olmak için kaçanlar ve yurt içinde yapılan yolsuzluklar, savaş zaferi coşkusunu yavaşça sildi ve ulusal gençlik hareketinin enerjisini neredeyse yok etti. Subtropikal bitki örtüsü, harabeye dönen şehri ağaçlar ve sarmaşıklar, grafiti ve boş şırıngaların evi haline getirerek ele geçirdi.
Çoğalan bitkiler ve zamane çöpleri zaman algısının hala yanıltıcı olduğunu kanıtlıyor. Hareketsiz bir biçimde ayakta duruyormuş gibi gözüken çoğu şey yavaşça çökmekte. Algımız durgunluğumuzla değişiyor, harabelerin üzerlerini bitkiler kaplıyor; nadiren geri kazanacağımızı hissetsek de umudumuz azalıyor. Doğuştan gelen yaşam enerjileriyle çocuklarımız, hayatın daha hızlı aktığı daha kalabalık yerlerde yaşamayı tercih ediyor. Gelecek hakkında kimsenin cevap veremeyeceği sorular soruyorlar. Kazandığımızı düşündüğümüz bir savaşın kaybeden tarafı olduğumuzu anlamanın utancıyla şu an içinde bulunduğumuz durumu tartışmak zorlaşıyor. Bunun hakkında konuşmak hem çekinilen hem de bağımlılık yapan bir şey. Bu yüzden Abhazya’nın kaderine değinilmeden sohbet edilemiyor. Yozlaşmış siyasetçilerin vatansever gevezeliklerini dinlemek hiçbir zaman bu deneyimin üstünü örtemeyecek. Bakış açımızı birçok açıdan değiştirebilsek de travma sonrası stres bozukluğumuz hiçbir zaman iyileşmedi. İçinde bulunduğumuz kırılgan barış, endişenin pençesinde kalmamıza neden oluyor.
Sam Jury, Abhazya’ya 2015’in sonlarına doğru benim de kurucuları arasında olduğum Abhazya’nın tek çağdaş sanat kurumu olarak kurulan SKLAD Kültür Merkezinin 2017’de organize ettiği bir misafir sanatçı programıyla geldi. 1992’de Gürcistan askeri birliklerinin Abhaz Ulusal Arşivi’ni imha etmesi hakkında Thomas De Waal’in kaleme aldığı “Abhazya’s archive: fire of war, ashes of history”1 [Abhazya arşivi: savaşın ateşi, tarihin külleri] makalesini okuduktan sonra o zamanki partnerim Aron Rossman-Kiss ile misafir sanatçı programının temasını arşivler etrafında oluşturmaya karar verdik. Amacımız Abhazya’nın içinde bulunduğu özel bağlamı dış bakışa açmak ve bu deneyimi kaldırabilecek ve onunla üretken bir açıdan ilişki kurabilecek sanatçılarla çalışmak oldu. Abhazya gibi yerlerde yerel kültürel üretim, kültürel altyapı ve ilgili sanat eğitimi eksikliğinden kaynaklı olarak tüm potansiyel temaları ya da perspektifleri kapsayamıyor. Bu nedenle Abhazya’nın uluslararası izolasyonuna tabi kültür çalışanları ile kurulan uluslararası işbirlikleri ve alınan dayanışma inisiyatifleri, önemli temaların geliştirilmesi ve yerel seslerin yükseltilmesi adına hayati bir rol oynuyor.
Jury başlarda ortak deneyimlenmiş bir olay hakkında yerel hikayeleri toplayarak Abhazya’da bir topluluk duygusu yaratma niyetindeydi. İnsanlarla konuştukça, sohbetin hep bir şekilde savaşa geldiğini fark etti. Karşı koymak yerine, bu durumu benimsedi. Bu konu görmez gelinemeyecek kadar mühimdi.
Konuya nereden yaklaşacağını bulmak adına Jury, görüştüğü kişilere savaş başlamadan önceki günü hatırlayıp hatırlamadıklarını sordu ancak kimse hatırlayamıyordu. Daha sonra görüşmecilerine kırılma noktasını hatırlayıp hatırlamadıklarını sorduğunda kendini sanki daha dün yaşanmış gibi son derece net ve canlı bir biçimde betimledikleri anılarını dinlerken buldu. Jury görüşmecilerden anılarının en küçük fiziksel ya da duygusal detayına dek anlatmalarını isteyerek odaklarını bedensel hafızalarına yönlendirdi. Sonrasında bu anılar hem filminin görsel kılavuzunu oluşturdu hem de ilerde savaşın başlangıcı olarak anılacak olan o ilk anlarda hissedilen kaygı ve oryantasyon bozukluğunun oldukça ayrıntılı ve keskin bir tasvirini yapmış oldu. Bunu Hiç Unutma’da insanlar gördükleri ya da duydukları şeyleri zar zor anlamlandırabildikleri bir haldeyken bir anda yabancılaştıkları ve gerçeküstü buldukları bir gerçeği/gerçeklik anını anlatıyor. Film boyunca tekrar eden tema her şey feci bir şekilde alt üst olurken yorum yapmanın imkânsızlığı. O andan sonra asıl önem atfedilen şey içgüdülerimiz.
Filmin başlarında, aşina olduğu eski bir albümden fotoğrafları gösteren kadın bir anlatıcı var. 1950’lerde çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarda zamanın örnek tatil beldelerinden birinin bozulmamış manzaralarını görüyoruz. Stalin İmparatorluğu’nun beyaz binaları ve etkileyici merdivenleriyle tezat oluşturan yemyeşil tropikal bir bitki örtüsü görüyoruz. Yine de anlatıcı, eskiden ihtişamlı yerler olan bu mekanların şu anki durumundan belki biraz da utanarak, savaşla yerle bir olmuş şehrin çirkinliğinden bahsediyor. Çatışma sonrası deneyimlenen “yavaş şiddetin”2 şehirlerin görsel estetiği üzerindeki etkisi savaşın kendisinden daha sertmiş gibi gözüküyor. Günümüzde Sovyet altyapısından arda kalanlar akıl almaz ölçeklerde kentsel eserler ortaya koyabilecek bir sistemin parçası gibi gözükürken çağlar öncesinden kalmış kocaman dinozor iskeletlerine benziyor.
Yabancı arkadaşlarımla konuşmalarımızda bu harabelerin ne kadar etkileyici olduğundan bahsederken buluyorum kendimi. Aynı şekilde bu harabelere karşı ne kadar körleştiğimizi de açıklamaya çalışıyorum. Oysa onlar şehir peyzajının daimî bir parçası. Onlara o kadar alışmışız ki artık onları fark etmiyoruz. Bize bir harabe fotoğrafı gösterildiğinde, ne ve nerede olduğunu tahmin etmekte zorlanıyoruz. Bu harabelerle bir “şeyler” yapma fikri genelde buralı olmayanlardan geliyor. Çünkü istesek bile onlarla pek bir şey yapamayız. O kadar betondan kurtulma fikrinin bile ne kadar çok efor gerektirdiğini düşünün. Şu an altında yatan topraktan medet uman biri olsa bile.
“Kimsenin yaşamadığı” topraklar olmak Abhaz tarihinde tekrar eden temalardan biri. 19. yüzyıl ortalarında Kafkas savaşları sırasında monoetnik bir yapıya sahip olan Abhazya nüfusunun büyük bir kısmı Türkiye ve Orta Doğu’ya kaçmak zorunda kaldı (tarihçiler buna «muhacirlik» diyor). Yeni gelenler yavaşça boş arazilere ve evlere yerleşmeye başladı –Türkiye’den gelen Ermeni ve Rum mülteciler, daha iyi bir hayat arayışında olan kuzeyli köylüler, kaçak suçlular. Ve şansını deneyip, yeni bir hayata başlamak isteyen diğer insanlar… 1930’larda Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan merkezi hükümet, Karadeniz’deki yemyeşil toprakların Sovyetler Birliği makinesinin üretken bir parçası olması için yeterli insan kaynağına sahip olmadığına karar verdi. Bunu takiben, Abhazya’nın tatil beldesi ve tarımsal potansiyelini geliştirmek için Megreller ve Gürcüleri bu coğrafyaya yerleştirme programı başladı. Elli seneyi aşkın bir sürede, bu nüfus hareketleri Abhazya’nın demografisini kökten değiştirdi. Abhaz etnisitesine mensup kişiler kendi topraklarında azınlık oldular. Bu durum ve Sovyet sistemi içerisinde Abhaz kültürel ihtiyaçlarına gereken önemin verilmemesi, çökmekte olan SSCB’nin bir ucundan öbür ucuna görülmekte olan yükselen milliyetçilikler içinde etnik gerilimler için bir temel oluşturdu. 1992’de Abhazya ve Gürcistan arasında silahlı çatışma çıktı. Öngörülemeyen bir biçimde, bu askeri işgal Abhazların yönetimi ele geçirmesi ve etnik Gürcülerin kovulmasıyla sonuçlandı. O zamandan beri, çatışma çözüme ulaşmadı. Post-Sovyet gerçekliğinde, Abhazya kendisini yayılmacı Rusya ile yavaş yavaş sızan NATO arasında jeopolitik bir sıkışmışlıkta buldu. Gürcistan perspektifinden Abhazya, bir gün yeniden ele geçirilerek kontrolü altına geçecek ve ana vatana entegre edilecek ancak şimdi için kayıp bir toprak parçası. Aynı zamanda ne evlerine ne de ailelerinin mezarlarına geri dönemeyen birçok Gürcü mülteci için de kayıp bir yuva. Gürcistan, geçmişteki saldırılardaki rolünü hiçbir zaman resmen tanımadı veya herhangi bir barış garantisi sunmadı. Rusya içinse Abhazya tampon bölge olmanın yanı sıra askeri üslerine ev sahipliği yapıyor ve vatandaşlarına bir tatil beldesi olarak hizmet veriyor. Abhazya’nın bağımsızlığı gittikçe sorgulanırken, emperyalist emellerini saklamayan Rus devletine giderek daha fazla içine çekildiğinden Abhazya’nın sayıca az nüfusu arada yahut arafta kalmış durumda. Bu donmuş çatışmada akan hayatın normalliği ne aktif bir çatışmanın ne de gerçek bir barışın ürettiği enerjiye sahip. Görüş netliği yok. Bizi toplum olarak bir arada tutan kendi kendini tekrarlamanın zayıflatıcı döngüsünde kalan kolektif bir geçmiş travma duygusuyla harmanlanmış çarpık bir görüş. Jury’nin Jacques Lacan’dan alıntılayarak ifade etmeyi tercih ettiği gibi sürekli “ıskalanan bir gerçekle karşılaşma”3.
Yine de başka bir alan, daha güçlü bir vizyona sahip bir alan, mevcut. Komşu Post-Sovyet devletlerde neoliberal reformların tutulmasıyla karşılaştırıldığında Abhazya el değmemiş durumda. Şu anda, Abhaz toprakları özel mülkiyete tabi olamaz, buradan yabancılar mülk satın alamaz.
Bugüne kadar büyük Rus doğal kaynak şirketlerinin yatırım projeleri çoğunlukla lobicilik düzeyinde başarısız oldu. Böylece, sayıca az Abhaz toplumu kaynaklarını onlara sımsıkı yapışmış bir sarmaşık gibi elinde tutuyor. Bu açıdan ülkenin biyosferi ile vatandaşları karmaşık, bazen kararsız, ancak genel olarak sağlıklı bir ilişki içinde. Şimdilik Abhazya, zamanı geldiğinde doğru kararları vermek için varlıklarını yönetme konusundaki taahhütlerini yerine getiriyor. Özel mülkiyet sorunlarını çözmekteki tereddüdü, aynı zamanda, daimî bir çöküş içerisindeki şehir manzarasının bakımsızlığının nedeni oluyor.
Jury, Abhazya’da Bir Kamera triptiğiyle günümüz Sohum’una dair gözlemsel videolarını sergiliyor. Herkesin buluşma noktası sayılan, şehrin en canlı ve en güzel yerlerinden biri olan güneşli beyaz bir gezinti yolu görerek başlıyoruz. Ardından eski paslı bir iskele. Sonra Özgürlük Meydanı’ndan CCTV kamera görüntüleri ile korkunç derecede büyük, içi simsiyah ve zarar görmüş bir Sovyet parlamento binasını yan yana görüyoruz. Artık savaş anıtı olan bir bina. Her “enstantane”, çatışma sonrası uzun süredir deneyimlenen yavaş şiddeti tasvir eden bir belge niteliği taşırken içinden bazen kasvetli bir kent estetiği yansıtan yaşam emareleri barındırıyor. Bu gözlemsel kayıtlar, son derece duygusal bir perdeden, yoğun bir şekilde monte edilmiş yapıyı içinde barındıran ana enstalasyonun öznel içeriğiyle sessiz bir tezat oluşturuyor. Rob Godman’ın çevreleyen ses atmosferi ile arasındaki gerilimle yükselen bir perdeden. Bunu Hiç Unutma’ya içkin kaygı, bir şeyin en başında, ancak daha sonra kendini tam olarak gösterecek bir şeye duyulan kaygıdır.
Görüşmeciler bir mahalleye bomba atılması ya da sokakta cesetlerle karşılaşmak gibi anılarını çatışmanın dehşetini henüz deneyimlemedikleri bir yerden yeniden inşa ediyor. Ölümün karanlık enerjisi bizi bekler.
Abhazya’da aile arazisini korumak ve bu toprakların asla satılmamasını garanti altına almak için aile mezarlıklarının evlerin yanına yapılması geleneğinden bahsediyorlar. Geleneksel olarak ölüm Abhaz kültüründe çok önemli bir yer tutar. İnsanlar ölüleriyle konuşur, mezarların yanındaki küçük masaların üzerinde yiyecek ve içecekler tutar. Sonbahar geldiğinde kadınlar yemyeşil mevsimlik ürünlerle etli büyük akşam yemekleri pişirir. Bunlar, ölenlerin ruhları için konulan boş sandalyelere servis edilir. Birisi öldüğünde atılan yüksek sesli tiz kadın çığlıkları, bir kişinin tüm hayatı boyunca hazırlandığı etkileyici bir performanstır. 1992-1993 yıllarında Abhazya’nın her yerinde bu çığlıkların atıldığını hayal ediyorum. Öyle görünüyor ki karanlık henüz buraları terk etmemiş. O zamandan beri yılan gibi sokaklarda hız yaparken araba kazalarında ölen – yüksek doz adrenalin arayışında ya da kafası zaten uyuşturucudan güzel olan – genç erkeklerin sayısı, savaşta hayatını kaybedenlerden daha çok. Takip eden yıllarda altyapının uğradığı fiziksel tahribat da savaş zamanında meydana gelenden çok daha fazla. İçeriden, görünmez bir şey vuku buluyormuş gibi geliyor. Jury’nin film çalışması, işte bu karanlık görünmez enerjinin başlangıcını tasvir ediyor.
Jury’nin çalışması Bunu Hiç Unutma adını taşırken, Abhaz devletinin de hatırlama siyaseti etrafında şekillendiğini belirtmek gerek. Hükümet ve aygıtları, kamusal alanda ve yerel medyada savaş anılarını sürdürme ve güçlendirme gayesini tekelinde tutuyor. Temelinde şehir kutlamaları savaş olaylarını anma törenleri olup bir devlete ait olmanın verdiği kolektiflik duygusunu coşturmayı hedefliyor. Savaş sonrası seçilen ilk cumhurbaşkanının portresini taşıyan posterler ve ölen ya da kaybolanların isimlerinin kazındığı anıtlar tüm ülkeye dağılmış durumda. Burada en insanlık dışı siyasi kararlar da savaş retoriğiyle gerekçelendirilir.
Devlet resmi söyleminin içi boşaldıkça halk giderek ona yabancılaşıyor. Bunun altında dil sorunu yatıyor – peki o zaman toplum olarak travmadan nasıl bahsedeceğiz? Jury, ilgisini duyumsal hafızaya konumlandırırken, potansiyel olarak bir kurtuluş yaratabilecek bir iletişim platformu inşa ediyor. Çağdaş medya, savaş vahşetinin şok edici görüntülerini dolaşıma soktuğunda doğrudan en temel duygularımıza dokunurken, Bunu Hiç Unutma çerçevesinde görüşülen kişiler, medyada yer almayan başka bir şeyden bahsediyorlar, tanıdık olağanlık içerisinde şiddetin pençelerini nasıl çıkardığını tasvir ederek…
Serginin diğer yazarı şair Anton Ochirov, Abhaz yöresine dayanan geniş kapsamlı şiirsel çalışmalara sahip. Yöntemlerinden biri de dolaysız anlatım kullanmak ve sözcükleri değiştirmeden kâğıt üzerinde ritmik olarak düzenleyerek şiire dönüştürmektir. Çalışmaları “edebi hazır ürünlere” (buluntu mektuplar, konuşmalardan veya yazışmalardan alıntılar) odaklanır. Konuşmaları şiir olarak duyma konusunda eğitimli titiz kulağıyla, çağdaş Abhazya’nın şimdiye kadar benim karşılaştığım en isabetli tasvirini üretiyor.
Ochirov Abhazya’nın ütopyan potansiyelini 2010’ların başında Ermeni Atara komününe yerleşerek kişisel olarak deneyimledi. Başka hayal kırıklığına uğramış büyük Rus şehirleri sakinlerinden oluşan ve yabancılaşmamış emeğin etkilerini fiziksel olarak deneyimlemek istedikleri için çiftçi olmak, topraktan ekmeğini çıkarmak ve ellerini/bedenlerini kullanarak çalışmak için Abhazya’ya geri yerleşen bir grup arasındaydı. Terk edilmiş yemyeşil meyve bahçeleri, subtropikal iklim ve hükümet kontrolünün olmaması burayı yerleşimciler için oldukça uygun kılıyordu. Komünal özyönetimin zorlukları ve yaşam pratiklerinin keşifleri, eski büyük şehirlerdeki güvencesiz yaşamlarından büyük ölçüde farklıydı. Komün daha sonra yerel suçlularla karşılaşmaları, yasal çözüm eksikliği, aile bölünmeleri ve kooperatiflerinin iflası gibi birçok zorlu ve tehlikeli olaya katlanmak zorunda kaldı.
Yine de komünün Abhaz komşularıyla köy altyapısını inşa etmek için elzem olarak geliştirdiği yakın iş birliği ve beceri alışverişi, çoğu kez çatışma sonrası dönemden en sert şekilde etkilenen kişilerin hayatlarıyla derinden ilgilendikleri anlamına geliyordu.
Ochirov’un kökleri önce ıssız Abhazya’nın Atara köyüne, sonra da başkent Sohum’a dayanıyor. Hayatının, metinlerinin estetiğini ve içeriğini etkileyen yoğun daimî bir dijital boyutu var. İnternette gezinerek – sürekli ateşlenen çatışma bölgelerinden gelen haberleri takip ederek, uzakta yaşayan edebiyatçı arkadaşlarıyla ve tamamen yabancılarla iletişim içinde olarak, sanal ile fiziksel arasında yöntemlerini değiştirerek – Ochirov hem daha büyük çapta siyasi anlatılarla hem de incelikli kişisel deneyimlerle iç içe geçmiş daha küçük sosyal anlatılarla ilgileniyor. Sergi için seçtiği şiirlerde travma ile (hızlı ve yavaş) şiddet çok sayıda coğrafyada gerçekleşiyor. Stepanakert \ Mariupol \ Kabil \ Gudauta. Eski jeopolitik sistemlerin dağılmasının sonuçlarına katlanan tüm periferiler. Uydu görüntüleriyle deneyimlenen uzak egzotik yerler, insan hakları ihlalleri raporları, protesto kayıtları ve twitter paylaşımları. Bunların hepsi dünya çapında yaratıcı bir şiirsel metin için malzeme sağlıyor.
Dünyada meydana gelen yıkım karşısında pek çok kişi, barışçıl hayata geri dönmek için ne gerektiğini merak ediyor. Abhaz hikayesi uzun bir kış uykusunun hikayesidir —hem enerjiden hem de anlamlı bir yeniden başlama fırsatından yoksun bir arafta sıkışmış. Buna rağmen küçük başarıları takdir etmek ve Abhazya’nın özel kolektif ve kişisel deneyimlerini tanımak için alan tanınmalı. Anton’un metinleri arasında yer alan Ağaçların Görmesi, insan olmayan yaşam formlarını sükûnetli bir iyimserlikle över. Giderek bölünmüş ve seyahat kısıtlamaları barındıran bir dünyada, dijital alan genellikle empati ve dayanışma için bir yer açar.
Küresel alanımız gizli çatışma bölgelerine bürünmüş – bunlar travmatik deneyim bölgeleri. Asenkronik bilgi dalgaları yayıldıkça, anılar ve fiziksel dünyanın varlığı belirsiz ve parçalanmış bir gerçeklik yaratıyor. Hem Anton Ochirov hem de Sam Jury için bu evrensel duygular işlerinin temelini oluşturuyor. “Parçalı”, “gözenekli”, “düzensiz” gibi kelimeler hem dijital alanların navigasyonunu (kaydırma) hem de durumların ilişkisini tanımlayabilir. Jury’nin ustaca yeniden yarattığı, daireler içinde hareket eden ama hiçbir yere gitmeyen titreşen kaygının durgunluğu ne yazık ki benim şu an içinde bulunduğum gerçekliğin bir parçası, tıpkı dünyada milyonlarca başka kişinin gerçekliğinin parçası olduğu gibi. 24 Şubat 2022’den beri haberleri takip etmek bir bağımlılık haline geldi. Savaşların gerçek sonuçları (Ukrayna’dan çok uzakta olmama rağmen kendim ve sevdiklerim üzerinde büyük bir etkisi olan) karmaşık duygu dalgaları yaratarak gündelik normalliğime sızan yoğun tepkiler uyandırıyor.Benzer bir şekilde, Bunu Hiç Unutma beni yakın çevremden çıkararak içinde – her ne kadar tatsız olsa da deneyimim hakkında düşünme ve ona saygı duyabilmem için gerekli olan bir şekilde – endişe ve kırılganlık duygularımla tekrar bağlanabileceğim bir alan oluşturma gücüne sahip.
Bu metin ilk kez 8 Kasım 2022 – 7 Ocak 2023 tarihleri arasında Depo’da gerçekleşen “Bunu Hiç Unutma” sergi kitapçığında yayınlanmıştır. Sergi kitapçığına buradan çevrimiçi olarak ulaşabilirsiniz.
1 Thomas De Waal, “Abhazya’s archive: fire of war, ashes of history”, 2011, https://www.opendemocracy.net/en/Abhazya_archive_4018jsp/
2 Rob Nixon, “Yavaş Şiddet ve Yoksulların Çevreciliği”, 2013.
3 Jacques Lacan, “Psikanalizin Dört Temel Kavramı”, 1979.
Bu yazıyı beğendiniz mi?
Argonotlar Telif Kumbarası desteğinizi bekliyor!
Çok sesli ve bağımsız güncel sanat yayını Argonotlar, 2023 yılı yazar telifleri için okurlarını desteğe çağırıyor.
Siz de Argonotlar Telif Kumbarası’na tek seferlik 100₺, 250₺, 500₺ ve 1000₺ olmak üzere dört farklı kategoriden kendiniz için en uygun olanını seçerek destek olabilirsiniz.
Argonotlar olarak bu destekle 70 ila 100 arasında yazı yayınlamayı, yazarlarımıza ödediğimiz telif miktarını artırmayı ve daha fazla yazara alan açarak güncel sanat başta olmak üzere kültür sanat alanında çok sesli ve bağımsız bir mecra olmaya devam etmeyi hedefliyoruz.
Argonotlar olarak gelir modelimizi çeşitlendirmek ve sürdürülebilir bir yayıncılık için arayışlarımız devam edecek. Argonotlar Telif Kumbarası dışında her türlü reklam, destek ve fon öneriniz için bize info@argonotlar.com e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.