Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Gündem

Son 100 yılın en iyi 25 müze binası

Uçan bir uzay gemisini andıran bir mekândan, kıvrılmış bir halı gibi görünen bir yapıya, Müzeler Haftası kapsamında 1922’den günümüze 25 müze binasını ziyaret ediyoruz.

Bir müzeyi görkemli kılan nedir? Elbette müzeler sanat eserlerini çevreleyen bir dört duvardan çok daha fazlası… Yıllar içerisinde bu husustaki bilinç arttıkça, günümüzde artık birçok mimar müze binalarının kendisinin de içindekiler gibi birer sanat eseri olarak sayılabileceğinin farkına varmış durumda. Hatta bazen, bu yapılar, sahip oldukları koleksiyonlardaki başyapıtlar kadar ön plana çıkabiliyor.

İşte biz de sizler için hazırladığımız bu listemizde son 100 yılın en görkemli müze binalarını bir araya topladık. Bu listede ilgi çekici modern deneyselliklerden postmodern açılımlara kadar uzanan bir çok tarzda, dairesel bir dış görünümden camla kaplı piramitlere varan çeşitli şekillere sahip birbirinden ilginç mimari yorumların hayat bulduğu 25 müze binasını sıraladık. Bu yapılar, bir müzenin nasıl görünmesi gerektiğine dair alışılmışın dışında birtakım başka olasılıkların da mümkün olabileceğini gösteriyor. Hatta içlerinden bazıları bulunduğu yerin panaromik kent görünümü algısına dair sosyal hafızayı da bir nevi değişime uğratarak yeni bir kültürel etki yaratıyorlar. Yalnızca son yirmi otuz yıla bakıldığında bile, İspanya’da Frank Gehry’nin Guggenheim Bilbao’sunun yarattığı etkiyle başlayan ve mimarların yeni uygulamalara yönelmesine neden olan bir çeşit müze patlaması yaşandığından söz etmek mümkün. Her ne kadar şimdilerde yaşanan bu patlamanın ivmesi biraz azalmış olsa da yarattığı sinerjinin etkisi hâlâ görülmeye devam ediyor.

Uçan bir uzay gemisini andıran bir mekândan, kıvrılmış bir halı gibi görünen bir yapıya, işte karşınızda 1922’den günümüze en iyi 25 müze.

25. Azerbaycan Halı Müzesi

1967’de Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de kurulan Azerbaycan Halı Müzesi’ne kuruluşundan 2014 yılına kadar 15. yüzyıldan kalma bir cami ev sahipliği yapıyordu. 2014’te ise müze, birazı açılmış kıvrık bir halı şeklindeki yeni binasına kavuşmuş oldu. Franz Janz tarafından tasarlanan bu yeni bina, UNESCO’nun asırlık Azerbaycan halı dokuma geleneğini “İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesi”ne eklemesinden dört yıl sonra hizmete açıldı. Müze’nin açılışı, 2012 yılında Zaha Hadid’in ünlü Haydar Aliyev Merkezi’nin açmasıyla birlikte başlayan Bakü’deki mimari patlama sürecinin tam ortasına denk gelmiş oldu. Her iki yapı da, öncesinde Sovyet tarzı bir mimari anlayışın hâkim olduğu bu şehre, post-modern bir bakış açısını getirmede önemli bir rol oynamış oldu. Müzenin 10.000 parçalık koleksiyonu için yeni bir yer inşa etmek üzere yola çıkan Janz, aldığı bu görevin içeriğini doğrudan içselleştirmişcesine müzede sunulan tekstil ürünleriyle uyumlu bir yapı ortaya çıkardı. Uluslararası basında Janz, sadece binasının görünümü nedeniyle değil, —Curbed binanın “keyifli ile korkunç arasında bir yerde” olduğunu yazdı— aynı zamanda yaygın olarak yolsuzluk ve insan hakları ihlalleriyle suçlanan Azerbaycan cumhurbaşkanı İlham Aliyev’le işbirliği yaptığı için de eleştirildi.

24. Kaliforniya Üniversitesi’ndeki Jan Shrem ve Maria Manetti Shrem Sanat Müzesi

Bolca güneş ışığı alan bu müze, Hollandalı mimar ve Harvard profesörü ve aynı zamanda Brooklyn’de yeni açılan Amant Vakfı‘ndan da sorumlu olan Florian Idenburg’ün başında olduğu geleceği parlak New York firması SO-IL tarafından tasarlandı. Müze çatının üzerinden geçen ve aynı zamanda bazı dış mekânları gölgeleyen gerilmiş alüminyum kiriş ızgaralarından oluşan dalgalı bir görünüme sahip. Yerel bir ekip olan Bohlin Cywinski Jackson ile işbirliği yapan firma, bu tasarımın “açık ve geçirgen” olduğunu belirtiyor ve gölgeliğin deseninin üniversitenin kuzey Kaliforniya yerleşkesini çevreleyen tarım alanlarından ilham aldığını söylüyor. Bu gölgelikler aynı zamanda, büyük ölçüde şeffaf olan binayı yoğun güneş ışığından koruyarak iç ısısını dengelemeye de yardımcı oluyor. Diğer taraftan bu oluklu yapı dış mekân projeksiyon kurulumlarına ev sahipliği yapmak için tasarlanan özel kısımlara da sahip.

23. Zeitz Çağdaş Afrika Sanatı Müzesi (Zeitz MOCAA)

Thomas Heatherwick’in anıtsal tarzda tasarımlara olan ilgisinin zaman zaman başına dert açtığını biliyoruz. Bunun için çok da eskiye gitmeye gerek yok, göz alıcı derecede ihtişamlı olan ama aynı zamanda yaşanan intihar vakaları nedeniyle halk sağlığı için potansiyel bir tehlike olarak görülen New York’taki Vessel (Gemi) isimli tasarımı önümüzde bariz bir kanıt olarak duruyor. Ancak Zeitz Çağdaş Afrika Sanatı Müzesi ile, Cape Town’da bir zamanlar Afrika’nın en yüksek binaları arasında yer alan kullanılmayan bir tahıl silosunu pırıl pırıl bir sanat alanına dönüştürerek bu sefer doğru birleşimi yakalamış görünüyor. Puma’nın eski CEO’su Jochen Zeitz tarafından kurulan ve 2017’te açılan Zeitz MOCAA, Heatherwick Studio tarafından bir zamanlar burada bulunan silolar ve içindeki mısırlar gözetilerek tasarlandı. Heatherwick, bir mısır parçasını dijital olarak analiz etti ve ortaya çıkan yapıyı mısır formu üzerinden tasarladı. O Dönem Architectural Digest‘e verdiği bir röportajında bununla ilgili olarak “Tek pişmanlığım, o mısır tanesini kesip meydandaki müzenin yanına koyamayacak olmamız,” diye konuşmuştu. Müzenin pencereleri, mısırın içkin yoğunluğunu ve hücre duvarlarını andıran ovüler formunu ön plana çıkarmak için dolgun bir biçimde tasarlanmış. Müzenin merkezinde, galerilere ev sahipliği yapan iki yapı arasına yer alan ve katedral benzeri bir alan yaratmak için kullanılan eğimli formlarla süslenmiş bol ışıklı bir atriyum var.

22. Kanazawa 21. Yüzyıl Çağdaş Sanat Müzesi

2004 Yılında Honshu’nun batı kıyısındaki Japon şehri Kanazawa’da açılan bu müze, Pritzker ödüllü SANAA firması (Sejima ve Nishikawa Architects and Associates) tarafından tasarlanmış. SANAA, bu tasarım için kelimenin tam anlamıyla kareleri bir daireye yerleştirmiş. Bir düzine kadar dikdörtgen oda – galeriler, kütüphane, konferans salonu – tek bir yuvarlak çatı altında birleştirilmiş. Kıvrımlı, yarı saydam koridorlar firmanın imzası haline gelmiş durumda, bu kez de binayı çevreleyen duvar camdan oluşuyor ve müzeye ferah bir görünüm kazandırıyor. Bu bina için hem dış tarafı çevreleyen pencereler hem de tavan pencereleri kullanan SANAA, mekânın özel ihtiyaçlarına göre ya doğal ışığı dikkatli bir şekilde bir geçite dönüştürüyor ya da ihtiyaca göre başka kısımlarda ışığı tamamen engelleyen bir durum yaratıyor.

21. Odunpazarı Modern Sanat Müzesi

Türkiye’nin üniversite kenti Eskişehir’de bulunan ve 2019’da açılan Odunpazarı Modern Sanat Müzesi, Erol Tabanca’nın Türk modern sanatı koleksiyonunu bünyesinde bulundurmasının yanı sıra diğer sergilere de ev sahipliği yapıyor. Yerel geleneksel ahşap Osmanlı evlerinden esinlenilen Odunpazarı Müzesi adını müzenin bulunduğu bölgeden alıyor. Kengo Kuma & Associates tarafından tasarlanan bina birbirine geçen kutu şeklindeki yapısıyla ve Lincoln Log benzeri şeritler halindeki sarı renkteki lamine ahşap kirişleriyle zarif bir kütük kulübeye benziyor. Kengo Kuma & Associates isimli Japon mimarlık firması ahşaba farklı yorumlar getirmeleriyle tanınıyor. Firma bu projede Osmanlı evlerine özgü üst katlardaki kirişli pencere modelini bazı noktalarda farklı açılar vermek suretiyle yorumlayarak bu deneyimi yeniden yaratmak istemiş. Mimarlar, bu şekilde “sokak manzarasının doğrusal devamlılığını sağlamak ve aynı zamanda müzenin içine yapılacak ziyaretin doğrusal olmayan yolculuğunu göstermek istediklerini,” söylüyorlar. İçeride, başınızın üzerinde gezinen ve bir ışıklığa açılan birbirine kenetlenmiş kirişleri farkedebilir veya oldukça yumuşak bir geçişle verilmiş olan iç içe geçmiş kutu formunu deneyimleyebilirsiniz.

20. Tamayo Çağdaş Sanat Müzesi

Mexico City’deki Museo Tamayo, doğal olan ile insan yapımı, ve eski ile yeni arasındaki sınırları zorlayan bir yapı. Sanatçı Rufino Tamayo’nun koleksiyonuna ev sahipliği yapan bu müzenin tasarımı Teodoro González de León ve Abraham Zabludovsky’ye ait. İkili bu tasarımları için Frank Lloyd Wright ve I. M. Pei gibi kişilerin öncü tasarımlarından aldıkları ilhamla kendi ülkelerine özgü bazı değerleri bir araya getirmeyi tercih etmiş. Bloklar halinde tasarlanan ve 1981 yılından açılan müze binası Chapultepec Ormanı’nda bulunuyor. Dış cephesi de dahil olmak üzere müzenin öne çıkan unsurları, Azteklerin basamaklı piramitlerini hatırlatacak şekilde biçimlendirilmiş. Yapının içerisinde insan yapımı aydınlatmalar ile güneş ışığı birbirine karışıyor. Müzenin ünlü atriyumunda, ziyaretçiler, heykellerin görüldüğü zeminin girintili kısmına kadar inebiliyor. Ağır beton tavandaki çıtalar gün ışığının içeri girmesine olanak tanıyan bir şekilde yerleştirilmiş. İlk zamanlar bazıları bu yapıyı müze olamayacak kadar estetize edilmiş olarak değerlendirse de, Museo Tamayo’nun artık Meksika sanat sahnesinde sağlam bir yeri var. İki mimar tasarımlarında yabancı tarzlarla yerel tarzları başarılı bir şekilde sentezleyerek yaşadıkları yere bu değerli yapıyı armağan etmişler.

19. Louvre Abu Dhabi

Louvre Abu Dabi’nin açılışıyla birlikte, Dubai’deki Saadiyat Adası üzerinde öncesinde Tadao Ando, Frank Gehry ve Zaha Hadid tarafından tasarlanmış gösterişli sanat mekânlarına bir yenisini daha eklenmiş oldu. İçinde bulunduğumuz 2022 yılı itibariyle ise Louvre Abu Dhabi, faaliyet gösteren bu göz alıcı ve pahalı kurumların en önemlilerinden biri haline gelmeyi başardı. 2017 yılında hizmete giren müze, Jean Nouvel tarafından tasarlandı. Tasarım, güneş ışığına izin veren geçirgen yapısıyla iç mekânda benekli yansımalar oluşturan devasa çelik kubbesiyle öne çıkıyor. Elli beş ayrı yapıdan oluşan ve bir ada üzerinde yer alan Louvre Abu Dabi, Nouvel tarafından Guggenheim Müzesi’nin eski müdürü Thomas Krens ile 2000’li yılların başında yapmış olduğu bir öğle yemeği sohbeti sırasında tasarlanmış. Nouvel bu projesinde geleneksel Ortadoğu mimarisine göndermeler yapmayı tercih etmiş. Fransa ve Emirati hükümetleri arasındaki 1.3 milyar dolarlık anlaşmanın bir parçası olan Louvre Abu Dabi, yapımı sırasında sık sık, Nouvel’in tasarımını hayata geçirmek için çalışan inşaat işçilerinin paralarının ödenmediği gibi çeşitli iddialar ve tartışmalarla gündeme geldi. Yaşanan tüm tartışmalara rağmen yine de önemli bir cazibe merkezi olmayı başaran müze, açıldığı ilk yıldan bu yana sürekli olarak kalabalık ziyaretçi gruplarının uğrak yeri olmuş durumda.

18. Ulusal Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi

Güney Kore’nin Gwacheon kentindeki National Museum of Modern and Contemporary Art’ın arkasındaki mimar Tai-Soo Kim, bu tasarımı yaparken sık sık etrafındaki doğal görünümden ilham aldı. Seul’den çok da uzakta olmayan bu kurum, Güney Kore’nin ilk modern sanat müzesi olma özelliğini taşıyor. Kim bu tasarımda binanın yapıtaşı olarak Cheonggyesan Dağı’nda bulunan pembe graniti kullanmış. 1986 yılında açılan müze, o dönem inşa edilen yapılarda sıkça rastlanılan şatafattan uzak durularak tasarlandı. Bina, müzeden çok bir kaleye benziyor ki aslında bu bir bakıma Kim’in bilinçli olarak tercih ettiği bir tarz. Budist tapınaklarının ve geleneksel Kore yapılarının estetiğinden yararlanan Kim böylece bulunduğu çevreyle uyumlu bir mimari yaratmış oldu. 2016’da Korean Herald’a verdiği demeçte “Binanın bulunduğu yerin bir parçası olması gerektiğine inanıyorum” diye belirtiyor. Postmodern tarzları asırlık tarzlarla birleştiren Kim’in bu tasarımı, Kore’nin geçmişi ve bugünü arasında sade bir bütünlük oluşturuyor.

17. MAXXI

Zaha Hadid, 90’ların sonlarında Roma’da yeni açılacak bir çağdaş sanat müzesi olan MAXXI’yi tasarlamak için görevlendirildiğinde, imkânsız gibi görünen kıvrımlı ve eğimli açılara sahip görkemli binalarıyla dünya çapında bir üne sahipti. Onun imzası niteliğinde olan bu estetik tarzı MAXXI için de uygulayan Hadid, yukarıdan bakıldığında birbiriyle temas halindeki beş element gibi görünen sağlam yapılı beton bir bina ortaya çıkardı. Yapının içerisinde beyaz bir atriyumun etrafını ve üst kısmını kesen siyah bir merdiven göze çarpıyor. Hadid 2009 yılında tamamlanan bu müzeyi bir “yerleşke” olarak tanımlamayı tercih ederek, çevresiyle uyum içerisinde kaynaşan bir tasarım ortaya koyma niyetinde olduğunu gösteriyor. Çoğunlukla apartmanlardan oluşan bir mahalle içinde yer alan MAXXI, yıllardan beri Ebedi Şehir’de inşa edilecek en önemli binalardan biriydi ve başlangıçta şüpheyle yaklaşan yerel halk tarafından bile zaman içerisinde övgüler almayı başardı. MAXXI halen Siyahi bir kadın tarafından tasarlanan dünya çapındaki birkaç büyük müzeden biri olarak sayılmaya devam ediyor.

16. Viyana Sanat Evi – Hundertwasser Müzesi

1991 yılında açılan bu ilginç görünümlü Kunst Haus Vienna, düz çizgileri “tanrı tanımaz ve ahlaksız” olarak nitelendiren sanatçı, mimar ve de eksantrik bir çevreci olan Friedensreich Hundertwasser tarafından tasarlandı. İkonik bistro sandalyesini tasarlayan şirket olan Thonet’in 19. yüzyılın sonlarından kalma mobilya fabrikasını yenileyen Hundertwasser, binanın cephesini patchwork tarzda dalgalı bir siyah-beyaz görünüme büründüren mozaik taşlarla kapladı. Ayrıca fabrikada bulunan nesnelerden bir araya getirilmiş ilginç sütunlar da ekledi. Bina, Hundertwasser’nın “tekdüze olmayan bir zeminin ayaklar altında ayrı bir ahenk oluşturduğuna” inandığı için kullandığı ünlü dalgalı zeminleri de dahil olmak üzere mimarın imzası sayılabilecek farklı özelliklerle dolu. Hundertwasser insanları doğaya yaklaştırmak niyetindeydi, bu yüzden Kunst Haus’un çatısına bir bahçe ve lobisine ise bir çeşme yerleştirdi. Galeriler, mimarın kendisine ait eserlere kalıcı olarak ev sahipliği yapmasının yanı sıra çağdaş sanatçıların sergilerine de mekân sağlıyor.

15. Teshima Sanat Müzesi

Okayama kıyılarındaki küçük, uzak bir adada yer alan bu yuvarlak beton müze, sadece bir sanat eserine ev sahipliği yapıyor: O da Japon sanatçı Rei Nato’nun Matrix (2010) isimli çalışması. Her gün, su damlaları zeminin yumuşak bir geçiş sağlayan eğimi boyunca zarif bir şekilde süzülerek açık bir göz şeklindeki yapının hemen alt kısmındaki zar zor fark edilebilen bir havzada toplanıyor. Yayoi Kusama, James Turrell, Claude Monet gibi isimlerin eserlerine kalıcı olarak ev sahipliği yapan popüler ama ücra bir sanat merkezi olan Naoshima’dan sadece bir ada ötedeki bu eğimli yapı denizin hemen kenarındaki bir tepelikte yer almakta. Burada yaşanılan deneyim çoğu ziyaretçi için oldukça büyüleyici ve meditatiftir. Müze, New York’taki New Museum’un da arkasındaki ekip olan Pritzker Ödüllü SANAA’nın iki kurucu ortağından biri olan Ryue Nishizawa tarafından tasarlandı. Nishizawa, 2010 Setouchi Trienali sırasında açılan ve adanın ana cazibe merkezi olmaya devam eden müzenin tasarımı konusunda sanatçı Rei Nato ile yakın işbirliği içinde çalışmış.

14. Yeni Devlet Müzesi

Centre Pompidou’nun 1977’de açılmasıyla ortaya çıkan postmodern müze mimarisine yeni bir soluk getiren Neue Staatsgalerie, eski ile yeni arasındaki çatışmaları büyük ölçüde abartarak bu yeni tarzı daha da ileriye taşımış oldu. James Stirling tarafından tasarlanan müze, sanat kurumlarından beklenen neoklasik tarzda yapılmış 19. yüzyıldan kalma bir binanın uzantısıdır. Stirling’in yapmış olduğu bu düzenleme, belirli bir amaca hizmet etmeyen unsurların yoğunluğuyla muadillerinden ayrılıyor. Tasarım çelikle kaplanmış eğimli pencereleri ve bazı alanlarda kullanılan yeşil zeminleriyle öne çıkıyor. Galerileri tipik sanat alanlarına benzer bir yapıda olsa da sıra dışı bir U formuna sahip. Galerilerin tam ortasında yer alan geniş kubbeli kısımda ise sergilenen herhangi bir sanat eseri bulunmuyor, binanın genel yapısı içinde de belirli bir amacı bulunmayan bu kısımda yukarıdaki gökyüzünü manzarasını seyretmek mümkün. Müzelerin alışılageldik formatını alt üst eden Stirling’in Neue Staatsgalerie’si postmodern mimari tarzının önemli tasarımlarından biri olarak kabul ediliyor.

13. Yale İngiliz Sanatı Merkezi

İlk bakışta dışarıdan, Connecticut’taki Yale Center for British Art’ın kendine has özelliklerinin farkına varmak pek mümkün değil. 1977’de açılan ve farklı özellikleriyle ön plana çıkan müze için binanın mimarı Louis Kahn’ın “kapalı bir günde bir güve, güneşli bir gündeyse bir kelebek gibi görünecek” şeklinde bir beyanı bulunmakta. Cam ve çelik dış cephesi bir ofis binasınınkine benzer gibi görünebilir ancak içerisindeki çeşitli dokunuşlar bu kutulu yapıyı çok daha iddialı bir tasarım haline getiriyor. Koleksiyonun temelini oluşturan Paul Mellon’un bağışladığı asırlık tablolara ev sahipliği yapan iç kısmın merkezinde dev bir beton silindir bulunuyor. Bu silindirik yapının bıraktığı etki, 2001: A Space Odyssey (1968) filminde görünen monolitin izleyicide bıraktığı etkiye benziyor: garip bir şekilde zarif ve büyüleyici bir şekilde itici.

Galerilere gelince, Kahn onları, geçmiş yüzyılların güneş dolu salonları hissini uyandıracak bir biçimde ama o dönemlere dair bir güzelleme yapmadan tasarlamayı başarmış. Bu mekânlar, Kahn’ın “pogos” olarak isimlendirdiği, esasen kolaylıkla yeniden düzenlenebilen duvarlar gibi işlev gören ve müzenin küratörlerine kurumlarda nadir görülen bir tür özgürlük sağlayan hareketli paneller içeriyor. Yale İngiliz Sanatı Merkezi, Kahn’ın son tasarımıydı ve Yale Üniversitesi Sanat Galerisi ve Teksas’taki Kimbell Sanat Müzesi gibi kurumlarla müze mimarisi pratiğini yeniden şekillendiren bir tasarımcı için tam bir son imza oldu.

12. Guggenheim Bilbao

Hiç kimse Frank Gehry’nin İspanya’daki Guggenheim Bilbao’sunun 1997’deki bitmiş halini görmeden önce bu kadar başarılı olacağından emin değildi. Proje, o zamanlar alışılmadık bir yaklaşımın sonucuydu: yerel ve ulusal hükümetler, İspanyol şehrinin çürümeye yüz tutmuş bir bölgesine etkin bir şekilde yeni bir soluk getirmek için Guggenheim ile yakın işbirliği içinde çalıştı. (Özel ve kamusal çıkarların bu şekilde birleştirilmesi sonucu Guggenheim Bilbao’nun, onu kabul etmekten başka seçeneği olmayan yerel halka fiilen dayatıldığını iddia eden bazı eleştirmenler çeşitli tartışmalara yol açtı. Fakat o zamandan bu yana benzer işbirlikleri Avrupa’daki bilindik şehir merkezlerinin dışındaki yerlerde yeni müzelerin inşası sırasında sıklıkla başvurulan bir yöntem oldu.) Gehry, binayı, müzenin hemen yanı başındaki nehirden geçen gemileri andıracak bir şekilde tasarladı. Kullandığı metal girdaplar o kadar karmaşıktı ki, tasarlamak için 3 boyutlu görüntüleme teknolojisine ihtiyaç duyuldu. Anıtsal bir Richard Serra enstalasyonunun da kalıcı olarak sergilendiği Gehry’nin bu binası, sanat izleyicileri için son derece zarif bir mekân vazifesi görüyor olabilir ama diğer taraftan sanat ve mimari dünyalarını kutuplaştırdığı da bir gerçek. Yine de Guggenheim, kurumun milyonlarca ziyaretçi çekmeyi ve yerel ekonomiyi canlandırmayı başarmasının yanı sıra başka yerlerde de benzer mimari çalışmalar yaratma arzusuyla ateşlenen bir “müze patlamasının” doğumuna da vesile olduklarının altını çizmekte gecikmedi. Birçok mimar Gehry’nin Bilbao’da yaptıklarına benzer işler yapmaya çalışsa da bunlar arasından çok azının başarılı olduğunu da eklemek gerek.

11. Louvre

Louvre, 1981’de I. M. Pei’den eski bir kurumu yeniden canlandırması istenilene kadar hiç değişmeyip — en azından dış görüntü olarak — yüzyıllar boyunca aynı şekilde kalmıştı. Pei’nin müzeye yaptığı müdahalelerin bir kısmı, şimdilerde artık klasik olarak kabul edilen bir unsur: 18. yüzyıldan kalma binalarla çevrili devasa bir plazanın kalbinde yer alan camla kaplı bir piramit. Kâğıt üzerinde, bu cesur hareketi bir nevi felaket anlamına geliyordu, ancak Pei korkmadan ileriye doğru bir adım atarak herkesi yaptığı fütürist müdahalelerin Louvre’u modern bir görünüme kavuşturacağına ikna etti. 1985 yılında açılışı yapılan ve o dönemlerde Le Figaro‘nun Pei’yi “megalomanlıkla” suçlaması nedeniyle tartışmalara neden olan bu piramit yapı, şimdilerde müzenin ana girişlerinden biri olarak işlev görüyor ve artık altındaki döner merdivenleriyle birlikte tıpkı Mona Lisa gibi o da Louvre’un belirleyici özelliklerinden biri olarak sayılıyor. Daha az bilinen ancak aynı derecede önemli olan başka bir nokta ise Pei’nin eklemiş olduğu ve halkın göremediği bazı detaylar. Örneğin, daha önce toplantılar için müzeyi bir ucundan diğer ucuna kat etmek zorunda kalan Louvre çalışanları için konferans salonları, ofisler ve geçitler gibi detaylar düzenlenmiş.

10. São Paulo Sanat Müzesi

1968 yılında açılan bu kirişli cam bina, cesur modernist binalarıyla ünlü İtalyan asıllı Brezilyalı mimar Lina Bo Bardi tarafından tasarlandı. İki kattan oluşan sergi alanları, çatının üzerine uzanan kalın kirişlerle birbirine bağlanmış dört büyük kırmızı sütun ile yerden desteklenen asma katlar şeklinde tasarlanmıştır. Bo Bardi, mühendis José Carlos Figueiredo Ferraz ile birlikte çalışarak, hafiflik ve ağırlığın çarpıcı birleşimiyle öne çıkan bu mükemmel Brütalist başarıyı elde etmiş. Elbette bu sadece biçimsel bir jestten ibaret değil. Çünkü Bardi bu tarzıyla elitist bir kurum izlenimi yaratmak yerine, São Paulo sakinlerine davetkar bir kamusal alan armağan etmek istemişti. Bugün, şehrin yağışlı mevsiminde kuru bir yer, yaz mevsimindeyse gölgelik bir alan sağlayan bu mekân, pazarlara ve diğer gündelik kentsel yaşam aktivitelerine ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Ayrıca şehirdeki belli başlı büyük protesto gösterilerinin de mekânı olmuş durumda. Yerin altında bulunan iki bodrum katı ise bir tiyatroya ve kitapçı dükkanına ev sahipliği yapıyor. Ancak müzenin en ünlü unsuru Bo Bardi’nin radikal sergi tasarımıdır. Açık bir kat planına sahip olan binada Bardi, tuvalleri geçici duvarlarda değil, beton bloklar üzerine yerleştirilmiş cam “şövale”lerde sergiledi. Böylece izleyiciler işlerin ön ve arka yüzlerini görebiliyordu ve işler art arda sıralar halinde gösterilebiliyordu.

9. Tank Shanghai

2019’da açılan ve de gece hayatının kralı ve üst düzey koleksiyoncu Qiao Zhibing‘in özel koleksiyonuna da ev sahipiliği yapan bu mekân, New York –ve de aynı zamanda Pekin– merkezli bir firma olan Open Architecture tarafından beş eski havacılık yakıt tankının çeşitli çağdaş sanatlar için genişleyen bir müze binasına dönüştürülmesiyle ortaya çıkmış oldu. Huangpu Nehri boyunca yer alan ve Şanghay silüetinin çarpıcı manzarasına sahip olan kurumun bu şık sanayi-sonrası tasarımı, 1990’lardan bu yana şehrin hızlı gelişmelerine tanıklık ediyor. Proje aynı zamanda uyarlanabilir bir yeniden kullanım ders kitabı gibi de. Mimarların eski yapıları yıkarak sıfırdan bir şeyler yaratmak yerine modern işlevler için onları yeniden kullanma yoluna gitmelerinin en iyi örneklerinden biri. Open Architecture firması, Frank Lloyd Wright’ın New York’taki Guggenheim Müzesi’nin iç mekânında yer alan ikonik spiral rampalara bir selam mahiyetinde Tank Shanghai’nin pencereleri ve tavanı için şık kesitlerden oluşan bir tasarım kullanmış. Firma ayrıca müzenin etrafındaki peyzajla da uyumlu bazı müdahalelerde de bulunmuş. Örneğin beş binayı birbirine bağlan kıvrımlı yollar aynı zamanda etrafındaki parkta doğal yürüyüşler yapma imkânı yaratıyor.

8. Neue Nationalgalerie

Neue Nationalgalerie, Ludwig Mies van der Rohe’nin 1937’de Nazilerin yükselişi nedeniyle ABD’ye gittikten sonra tasarladığı Avrupa’daki tek binadır. Bu bilgi bile tek başına Berlin’deki bu yapının ne kadar önemli bir yerde durduğunu gösteriyor. Elbette tasarımı da müzenin dünya çapında türünün en zarif yapılarından biri olmasını sağlıyor. 1920’li ve 30’lu yılların Bauhaus hareketi sırasında ün kazanan Mies, kariyeri boyunca işlevselciliğe öncelik vermeyi amaçlayan biri oldu. Bu müze, Mies’in yer yer diğer projelerinde de görülen bir takım ihtiyaç duyulmayan ögeler içerse de çoğunlukla şatafattan uzak ve çelik gibi endüstriyel malzemeler kullanılarak yapılmış bir bina. Aslına bakılacak olursa Neue Nationalgalerie’nin dışarıdan bakıldığında bir müze olduğu anlamak güç, çünkü sergilenen işlerin çoğu, üstteki ikinci bir katmış gibi inşa edilen kısmın camlı giriş katın görüntüsünü engellemesi yüzünden dışarıdan tam olarak görülemiyor. En temel biçimlere indirgenmiş bu alçak boylu ama aynı zamanda heybetli görünen müze 1968’de açıldı ve takip eden yıllarda, bazı temel bileşenleri zamanla paslanmaya veya çatlamaya başladı. David Chipperfield, 2015 yılında binayı onarmak üzere görevlendirildi ve müze, 168 milyon dolarlık bir tadilatın ardından 2021’de yeniden açıldı. Ocak 2022’de ise müzenin UNESCO Dünya Mirası alanı olarak adlandırılması da gündeme geldi.

7. Chichu Sanat Müzesi

Japon adası Naoshima’daki yeraltı Chichu Sanat Müzesi, üstten bakıldığında belki de en nefes kesici yapılardan birisi sayılabilir. Ziyaretçiler o açıdan, zemine yerleştirilmiş birkaç dikdörtgen ile bir üçgenin yarattığı neşeli görüntünün aslında dev bir konfeti gibi göründüğünü hemen fark edeceklerdir. Japon mimar Tadao Ando, müzeyi Seto Adası Denizi’ne bakan bir tepenin üzerine inşa etti. Kurumun Japonca adı Chichū Bijutsukan, “yeraltı sanat müzesi” anlamına geliyor.” James Turrell, Walter De Maria ve Claude Monet’in yerleştirmelerine kalıcı olarak ev sahipliği yapan bu beton bina, “Japon Brütalizmi”nin bir örneği olarak kabul ediliyor. Mekân, ziyaretçileri bir galeriden diğerine nazikçe ama kararlı bir şekilde yönlendiriyor ve her bir kurulumu açık havada bir yürüyüşle noktalıyor. Ando, doğayı ve mimariyi birleştirmeyi ve bir binayı etrafındaki peyzajın doğal akışına uygun hale getirmeyi amaçlıyordu. Müze 2004 yılında, Okayama’dan çok yakınındaki bir ada olan ve hem bu müzeyle hem de diğer ilgi çekici yerleri sayesinde günümüzde artık önemli bir sanat merkezi haline gelen Naoshima’da açıldı.

6. Modern Kunst Müzesi

Postmodern Viyanalı mimar Hans Hollein tarafından tasarlanan ve 1991 yılında açılan Frankfurt’taki bu müze binası, yerel Alman mimarisini eğlenceli postmodern formlarla bir araya getirerek ustalıkla harmanlıyor. Hollein, İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük ölçüde yıkılan kentin tarihi mimarisinin kalıntıları olan yerel post-and-beam mimari stillerini, bu bankacılık piyasasının gökdelenlerindeki gibi cam pencerelerle bir araya getirerek yeniden tasarladı. Bu garip kombinasyonun yeri eski ve yeni Avrupa’nın birbiriyle iç içe geçtiği bu şehirden başkası olamazdı galiba. Almanya’nın yeniden birleşmesinden sonra açılan ilk müzelerden biri olan Museum für Moderne Kunst, iç mekânındaki ustalıkla ön plana çıkıyor. Başarılı tasarımı sayesinde bu üç katlı binadaki sergileri gezmeye gelen ziyaretçiler bu esnada nazikçe yönlendirildiklerini hissediyorlar. Uzun manzaraları keskin bir şekilde çerçeveleyen merdivenleri ve ana salona bakan balkonları ile iç mekân, günümüzde sadece özel olarak inşa edilmiş birkaç müze binasının başarabileceği şeyi yapıyor: dikkati dağıtmadan kendini gösteren ayırt edici bir mimari .

5. Sainsbury Wing, Ulusal Müze

Londra’nın ünlü Trafalgar Meydanı’nın merkezinde durup National Gallery’nin heybetli Neoklasik binasına bakıyorsanız, Robert Venturi ve Denise Scott Brown’ın 1991 yılında ekledikleri ana binanın yanındaki tuhaf ama sade postmodern müdahaleyi hemen göremeyebilirsiniz. Ama mesele de tam olarak bu zaten. Venturi ve Scott Brown’ın tasarımlarının kazanmasıyla sonuçlanan yüksek profilli yarışma, bir ulusun kültürünü nasıl temsil etmesi gerektiğine dair çatışan algılar yüzünden, başından beri tartışmalara sahne olmuştu. Öncülüğünü Prens Charles’ın yaptığı bir grup, katı Klasikçilerden oluşurken, muhalifler ise İngiltere’nin modern mimari konusunda açılım yapması gerektiğini ve bunun önlerinde duran önemli bir şans olduğunu düşünüyordu. Venturi ve Scott Brown, yarışmayı kazanan projeleri için ellerinden gelenin en iyisini yaptılar — Firma, müzenin mevcut Panteon benzeri yapısının mantığını çözdükten sonra buna kelimenin tam anlamıyla itaat ederken aynı zamanda Klasikçilerin kendini beğenmişliklerini de kurnaz bir şekilde alaya aldılar. Binanın cephesinde 1824’teki orijinal halindeki Korint sütunlarının kopyaları bulunuyor. Hatta bazı kısımlarda biraz fazlaca bu sütunlardan yerleştirilmiş diyebiliriz. Bu durum binanın yer yer oldukça bükümlü bir hal almasına neden oluyor ve sütunların sıklığı bazen neredeyse pürüzlü bir dış cephe sıvası gibi görünen tuhaf algılamalara da yol açıyor. Söz konusu kümelenmeler, Yunan mimarisine dair bu sembollerin yapısal destekler olarak değil de içi boş bir otorite ve prestijin göstergesi olarak Neoklasik bir tarzda kullanımıyla ilgili bir durum. ArchDaily, binaya yapılan bu eklemelerin “çelişen talepleri (bağlamsal olma, modern olma, yaratıcılık gösterme ve kısıtlama gösterme) kişinin avantajına nasıl dönüştürebileceğine dair bir deneme” olarak nitelemiş.

4. Guggenheim Müzesi

Dünyada Frank Lloyd Wright’ın Guggenheim Müzesi’ne benzeyen başka bir yer yok, izleyicilerin sanatı nasıl gördüklerini tamamen yeniden yönlendiren garip ama hoş bir daireselliği var bu yapının. Daha klasik bir yapı olan yakındaki Metropolitan Sanat Müzesi’nin aksine, bu müzenin kendine has yapısı birkaç dik açıya sahip. Bina içerisinde sanat işleri, yukarı doğru kıvrıla kıvrıla çıkan eğimli bir rampanın olduğu kubbeli bir alanda sergilenmektedir. Söz konusu kıvrımlı rampanın açık halinin uzunluğu hesap edilirse bu rakam yaklaşık 500 metreyi buluyor. Wright, binanın dışını antik Mezopotamya mimarisindeki zemin yapısına atıfta bulunarak “ters çevrilmiş bir ziggurat” olarak kavramsallaştırmış. Müzesinin ziyaretçilerin tipik olarak görülenleri görme biçimlerini rahatsız etmesini isteyen mimar bu görüşten hareketle binanın duvarlarını da kavisli olarak tasarlamış.

Başlangıçta, ziyaretçilerin rotondanın tepesinden başlayıp aşağıya inmeleri ve sanat eserlerinin monte edilmek yerine bu duvarlara yaslanması düşünülmüş olsa da bazı imâansızlıklar nedeniyle bu model hayata geçirilememiş. Guggenheim’ın 1959’daki açılışından önce bile eleştirmenler ve sanatçılar Wright’ın binasına karşı çıkıyorlardı. O zamandan bu yana binaya dair algı da süreç içinde değişime uğradı ve Guggenheim şu anda New York’un en çok ziyaret edilen turistik yerlerinden biri. Artık birçok insan binanın kendisini bir sanat eseri olarak görüyor. Wright’ın dış cepheyi tasarlarken attığı imzanın işaret ettiği ilgi çekici konsept, neredeyse bir ressamın tuvaliyle yaptığına benziyor demek çok da abartı olmayacaktır.

3. Ulusal Afrikalı Amerikan Tarihi ve Kültürü Müzesi

Washington, DC’deki National Mall’da bulunan belki de en çarpıcı bina, David Adjaye tarafından aynı zamanda anıt niteliğinde de olan bir kurum yaratmak amacıyla tasarlanan Ulusal Afrikalı Amerikan Tarihi ve Kültürü Müzesi’dir (NMAAHC). Klasik sanat kurumlarında tipik olarak görülen beyaz mermere rastlanmayan müzede, onun yerine stratejik olarak düzenlenmiş mekânlara ışığın girmesine izin veren eğimli bronz alüminyum elementlerin yoğun olarak kullanıldığını görüyoruz. Adjaye, yüzyıllar boyunca Afrika’dan ve ABD’den Siyah insanların hareketini yansıtması amacıyla üç parçalı bir yapı kullanmış. Diğerlerine göre daha karanlık sayılan yeraltı galerisine “kript” ve göçlere odaklanan orta seviyeye ise “korona” adını verdi. En üst kat, en aydınlık alan, Adjaye’nin “Şimdi” dediği şeyi temsil ediyor, sanatın öncelikli olduğu bir özgürlük alanını yani. 2016’da açılmasının ardından NMAAHC, Artnews’de yazan merhum Greg Tate gibi eleştirmenlerden oldukça coşkulu övgüler almıştı: “Büyük müzeler, yalnızca bu şeytani ayrıntıları doğru yaptıkları için değil, aynı zamanda o meşhur şarkıda da geçtiği gibi (killing me softly şarkısı), bizi yavaşça öldürecek bir dizi olanaklara ve stratejilere sahip oldukları için de varlar. NMAAHC her ikisi için de yüksek puanları hak ediyor.”

2. Niterói Çağdaş Sanat Müzesi

1996 Yılında tamamlanan MAC Niterói, üretken Brezilyalı mimar Oscar Niemeyer’in birçok müze başyapıtından biridir. Uçan daire benzeri bu yapı, Rio de Janeiro’nun panoramik manzarasını görebileceğiniz bir körfeze bakan uçurumun kenarındaki bir havuzun üzerinde durmaktadır. Çoğu kişi, binanın bir UFO’dan ilham alınarak yapıldığını varsayıyor. Niemeyer de bu söylentilerden haberdar olduğunu 2000 yılı yapımı Oscar Niemeyer, An Architect to His Century’ isimli filmde uzay aracı gibi görünen bir şeyle müzenin üzerinden uçarak yaptığı göndermeyle göstermişti. Ancak işin aslı Niemeyer binayı topraktan uzanan çiçek açmış bir bitki olarak hayal etmiş. İç mekân, mimarın kızı Anna Maria Niemeyer tarafından tasarlanan parlak mavi halı ve mobilyalarla dolu. Ziyaretçiler retrofütürist tarzdaki binaya kırmızı betonla döşenmiş dolambaçlı bir yoldan ulaşıyorlar. Bu tür kıvrımlı biçimler Niemeyer’in önemsediği duyarlılıkları gösteriyor. Kendisi sık sık “ülkemin dağlarında, nehirlerinde, okyanusun dalgalarında ve sevgili kadının vücudunda bulduğum kıvrımlardan ilham aldım” diye belirtirdi. The Architectural Reivew “Niemeyer, düz duvarlarla çevrili altıgen şekilli bir iç alan çekirdeği oluşturarak ‘Guggenheim ikilemi’nin, yani kavisli duvarların işlerin sergilenmesi için uygunsuz olmasının üstesinden geliyor” dediği müze binası için “Rio’nun nefes kesici manzaralarının zaman zaman işlerin önüne geçtiğinin” altını çizmeden de edemiyor.

1. Centre Pompidou

Fransız Le Monde gazetesi 1977’deki açılışının hemen ardından Paris’in en yeni müzesi olan Centre Pompidou’yu “mimari bir King Kong” olarak nitelendirmişti. Ancak o zamandan beri, müze, 19. yüzyılın sonlarından bu yana görünüşü büyük ölçüde değişmeden kalan metropolde garip bir şekilde duruyor olsa bile, artık şehrin manzarasında sevilen bir detay haline geldi. Gianfranco Franchini, Renzo Piano ve Richard Rogers’ın yapacağı mekân tasarımından tersyüz edilmiş bir sanat müzesi çıkacağı zaten öngörülmekteydi. Genelde klima ve sıhhi tesisat sistemleri müze ziyaretçilerinin görüş alanının dışında bir yere, kurumun duvarlarının içine yerleştirilmiş olur. Fakat Centre Pompidou’da bu sistemler dışarıda, görünür halde ve her biri ayrı renktedir, böylece izleyiciler neye baktıklarını belirleyebiliyorlar. Ayrıca binadaki yatay tüplerin içinde yürüyen merdivenler var ve onları takip ederek tüplerin içinden en üste çıktığınızda Paris’in çarpıcı manzarasını seyredebilirsiniz. Bu devasa binanın içi kolaylıkla yeniden düzenlenebilecek geniş bir boş alan olarak tasarlanmış. Çok az insan ortaya çıkan kutulu yapının göze yorucu geldiğini söyleyebilir belki ama Centre Pompidou görünüşündeki şıklık eksikliğini sahip olduğu kavramsal zenginliklerle kapatmayı başarıyor. Piano, bir keresinde bunu bir müzenin nasıl olması gerektiğine dair eski dünya fikirlerine yönelik bir başkaldırı olarak nitelemiş ve 2017 tarihli Guardian’a verdiği o röportajda şunları da eklemişti: “On yıllar içerisinde müzeler tozlu, sıkıcı ve erişilemez yerlere dönüşünce, birileri oralardan kaçmak zorunda kaldı, farklı bir şey yapmak için, katılımcı bir hissiyat verebilmek için… Birilerinin bu isyanı dile getirmesi gerekiyordu.”


Kaynak: The 25 Best Museum Buildings of the Past 100 Years, ARTnews, Alex Greenberger ve Emily Watlington.

Çeviri: Erdem Gürsu

İlginizi Çekebilir

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.

Eleştiri

Almanya'daki ırkçı cinayetleri konu alan "Üç Kapı" sergisini Alâra Kuset değerlendirdi.