18 Ocak 2022 Salı günü Stephane Ackermann uykusunda huzur içinde vefat etti. 1969’da Fransa’da doğdu, annesi Josiane Ackermann tarafından yaşatılıyor.
Stephane, Sorbonne Üniversitesi mezunuydu. Profesyonel yolculuğuna 1991-1995 yılları arasında Yvon Lambert Gallery’de başladı ve Yvon ile olan mentorluk ve dostluk ilişkisi ömür boyu sürdü. Stephane, Nan Goldin, Christian Boltanski, Annette Messager gibi birçok sanatçıya yakındı.
1995-1998 yılları arasında Musée d’Art Moderne de la Ville de Paris’te küratörlük yaptı, ardından Lüksemburg’da Stephane Ackermann Ajansı’nı kurdu ve burada sanatçılarla mekana özel enstalasyonlar gerçekleştirdi ve sundu. Stephane, Lüksemburg Çağdaş Sanat Müzesi olan MUDAM’ın açılışı sırasında da kilit bir ortaktı. Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri ve Orta Doğu’da modern ve çağdaş sanat konusunda derin bilgi sahibiydi.
Sanatta, tasarımda, modada ve tekstilde ustalığa ve dehaya keskin bir bakışı vardı ve sanatçıları potansiyellerini gerçekleştirmeleri için destekleme konusunda yetenekliydi. Seyahat etmeyi severdi ve özellikle Şam ve İstanbul’a çok düşkündü. İstanbul 2008’den itibaren evi oldu.
Türkiye’de, Gülsün Karamustafa, Hera Büyüktaşçıyan, Paolo Chiasera ve Ahmet Öğüt ile projeler düzenlediği Contemporary İstanbul ve Art International sanat fuarlarının sanat yönetmeniydi. Stephane, on yıl boyunca Protocinema’da aktif olarak danışma kurulu üyeliği yaptı.
2016 yılında Köksal Atay Moda Tasarım markasının kurulmasına yardımcı oldu. Stephane ve Köksal, sekiz yıl boyunca birlikte çalıştılar ve bir hayatı paylaştılar. Stephane, çevresindekilere saygı duyan ve ilham veren zarif, ince bir ruhtu. Sanatçıların çalışmalarını gerçekten anladı ve İstanbul sanat camiasındaki yaratıcı yaşamın ayrılmaz bir parçasıydı.
Gülsün Karamustafa
Stephane eski, çok eski arkadaşım benim.
Yıl 2005, “Meydanın Belleği” adlı video filmimi zor koşullarda bitirmişim, henüz gösterime çıkmış. İnce uzun bir adam bir gün sessiz adımlarla yanıma yaklaşıyor ve benimle bu film ve her şey üzerine konuşmak istiyor. Tünel’de o zamanlar tek tük açılmaya başlayan “Kafe”lerden birinde oturuyoruz. Paris’te ve Brüksel’de galerilerle ilişkileri bulunduğunu filmimi ve diğer işlerimi onlara tanıtmak isteğinde olduğunu söylüyor. Ne güzel, sözünü ettiği durum o dönem hepimizin istediği, hayal ettiği uluslararası ilişkiler…
Bu konuşmanın geçtiği zamanda onun aklından İstanbul’a gelmenin ve yerleşmenin geçtiğini sanmıyorum. Ben de zamanın karamsarlığı içinde böyle bir işbirliğinden olumlu bir sonuç çıkacağına inanmıyorum ama karşılıklı sözler veriyoruz. En azından birbirimize inanıyoruz. Bu da güzel.
Uzun ve nazik adamı şehirde daha sık görmeye başlıyorum, Artık İstanbul’da bir hayatı var. Hatta bir keresinde Tepebaşı’nda bir karşılaşmamızda, sevgiyle ve özenle sözünü ettiği annesini tanıştırıyor bana. Ne kadar hoş bir tesadüf.
Şehre yerleştikten sonra yeni kazandığı konumların her kademesinde benimle bir araya geliyor, projeler üretiyor. Birbirimize inanıyoruz ama başkaları bize inanıyor mu? Birlikte bir projeye hiçbir zaman imza atamıyoruz.
2011’de Tepebaşı’nda bir otelin tepesinde yer alan bir ekran için bir iş yapıyorum. Tepebaşı’nın, 20’nci yüzyıl başında bir eğlence ve panayır alanı olmasına işaret eden video filmde “İp Dansözü” durmadan tehlikeli hareketler yaparak bir ipin üzerinde dans ediyor. O sabah Stephane’a rastlıyorum. Gülerek “senin dansöz yatak odamın içinde dans ediyor” diyor. “Her sabah onu izleyerek uyanıyorum” ve bu sohbet yedi ay gösterim sürdüğü sürece devam ediyor. Yaptığım küçük bir oyunun insanların hayatına sızabilmesi ve bundan içtenlikle söz edebilecek güzel dostların olması ne hoş.
…ve Balat’ta komşu oluyoruz. “Penceremden başımı uzattığımda bu sefer senin atölyeni, çalışma masanı görüyorum” diyor. Kapımın önünden geçerken usanmadan zile bir basıp şansını deniyor, zaman zaman güzel kahve keyifleri yapıyoruz.
2022’de Balat atölyemi kapatıyorum. Üzülüyoruz, artık komşu değiliz.
Hemen arkasından kötü haber, arkadaşım Stephane Ackerman Balat’ı sonsuz kapatıyor. Bundan sonra aynı semtin sokaklarında karşılaşıp yine birlikte neşeyle başlayıp bitiremediğimiz son proje üzerinde konuşamayacağız.
Daha fazla ne diyebilirim?…
Sinan Logie
Stephane Ackermann’ı bazen 12 Maymun filmindeki James Cole karakterine benzetirdim. Stephane’in Cole’u canlandıran Bruce Willis ile aynı saç modeline sahip olduğundan değil elbette. Stephane’nin, daha ziyade, Terry Gilliam’in eserindeki kahraman gibi zamanda yolculuk edebildiğini düṣünürdüm. Sanki Stephane bizi dünyadaki çirkinliklerden kurtarmak için, baṣka bir zaman ve makândan, baṣka bir toplum tarafınca gönderilmiṣ idi. Stephane’ı her tanıyan bilir, o insanın estetik birikimi ve gözü, tek bir hayata sığmayacak kadar geliṣikti. Ve cömertliğiyle etrafına o güzellik kaygısını hiç yorulmadan paylaṣırdı. Zaten Stephane’ın fiziğinin tipik profil hatlarına Hittit kabartmalarında, Mısır hiyerogliflerinde, Yunan ve Roma döneminin heykellerinde rastlamamız tesadüf değildir. James Cole gibi, farklı tarihlerde dünyaya gelip gittiğinin ve güzelliği dünyaya yayamasının çabasının belgeleridir.
Ali Taptık
Elmas ofiste bizim tarafa geldi, duydun mu dedi. Daha önce pek bakacak vaktim olamayan telefonum da Instagram’dan birtakım uyarılar gelmişti. Gayri ihtiyari dikkatimi ona vermeden önce telefonuma baktım, HG buradaki portrelerden birini paylaşmış. Bazen birini kaybettiğinde bedeninde hissedersin, artık onları göremeyeceğini öğrendiğin anda bir parçanın eksiliğini, “dergileri alıp gidecektim” dedim ağlamaya başlamadan önce. Sanat ortamında farklı sebeplerle tanıştığım Stephane’ın fotoğraflarını çekmek gerekti. Köksal ile yaşadıkları evdeki eforsuz güzellikten hemen etkilenmiştim. Bir portre için poz veren her zarif insandaki tatlı utangaçlığını hatırlıyorum. Bu kıyafetler iyi mi? Arkasında duran örtüyü bulduğu Pazar’ı anlatışı ve mutfaktaki o atmosfer… Seneler sonra oldukça zorlandığım bir dönem bir telefonum çaldı ve Stephane güzel bir teklifle neşelendirdi beni. Fuar için bir kampanya sipariş etti bana. Çok zor bir zamanımda ilaç gibi geldiğini söyleyebildim mi ona, yoksa cool mu takıldım. Toplantıdan sonra menemen ve karpuz yediğimiz sofrayı unutmayacağım. Kurum sıkıntılarını da benden uzakta tuttu, yaramazlıklarıma da katlandı. Sonunda birçok yerde sergilenen bir iş oldu. It’s not fair. Fikir ayrılıklarında da, zorluklarda da, o tebessümü kaybetmeyen, zarif ve sakin halini bırakmayan bu güzel adamı İstanbul kaybetti.
Serkan Emiroğlu
Stephane ile ilk kez modellik yaptığı Mental Clinic’in Marie Claude Beaud Mudam Lüksemburg sergisinde tanıştım. Evet, Stephane bu çekim için benim modelimdi. 🙂
Kısa bir süre sonra beni aradı ve o sırada sahibi olduğu galeride bir serginin küratörlüğünü yapmak istediğini söyledi ve benim de katılmamı istedi. Bana beyaz bir duvarı olduğunu ve üzerine ne istersem koymakta özgür olduğumu söyledi.
Daha sonra bunun Stephane’ın büyülü hediyelerinden biri olduğunu öğrenecektim. Stephane’ın varlığı insanları kendilerini oldukları gibi hissettirdi, hatta daha iyi bir versiyonu gibi.
Stephane’ın onunla ilk tanıştığımda, mankenim olduğu gün giydiği kaftan, onu son gördüğümde giydiği şeydi. Hayat o kadar tuhaf ve rastgele ki, bu yüzden hep tesadüfleri seviyor.
Stephane hayattaki acayiplikleri ve güzel şeyleri hiç kaçırmazdı. Baktığı her yerden en güzelini, en acayip olanını, en nadir bulunanını görür, bulur ve çekip çıkarırdı. Onunla ilgili en sevdiğim şey de buydu. Bu durumu ben her zaman onun ruhunun yüz yaşındaki bir adamın saygınlığı ve erdemi ile bir yaşındaki bir çocuğun sevgisi ve neşesinin bir birleşimi olduğu gerçeğiyle ilişkilendirirdim.
İşte bu yüzden gerçek bir yetenek avıcısı ve arkadaş canlısıdır: -) İnsanlara baktığında onların güzelliklerini, acayipliklerini ve nadide varoluşlarını hiç kaçırmazdı.
Kadınlar onu özellikle çok severdi. Stephane ile kendilerini hep en güzel, en ilginç, en zeki, en eğlenceli ve en hoş hissederlerdi. Bu doğruydu. Çünkü o tüm bunları görecek ve onlara istedikleri gibi olabilecekleri beyaz bir duvar verecekti. Kadınlar onunlayken kendilerini alabildiğine özgür hissediyorlardı. Stephane’daki en önemli özelliklerden biriydi bu, benim ise en takdir ettiğim özelliğiydi.
Daha sonra İstanbul’da, 2010’da, bu kez küçük bir apartmanda – Cihangir’deki Lena apartman – birbirimizle komşu olduk, sanki bir aile gibiydik.
Bu süre zarfında hayat ikimiz için de zordu, ama bu zorluklar sırasında, her zaman birbirimizi destekledik, birbirimizi dinledik ve gülebilmenin bir yolunu bulduk. Ve en önemlisi, yaşadığımız zorlukların o kadar da kötü olmadığını ve geçici olduğunu daima birbirimize hatırlattık.
Belki de tüm bunlar o bildik atasözüne bir cevaptı: Benzer kuşlar birlikte uçar.
Şimdi, bu sınırsız göklerdeki yolculuğumuzda Stephane kanatlarımı çırparken yanında olmayacak belki, ama hayatta ne zaman güzel ve tuhaf bir şey görsem Stephane’ın ruhu beni kucaklayacak ve ben onun o çocuksu gülümsemesini hep hatırlayacağım.
Mari Spirito
Stephane ve ben sürekli ölümden ve ölmekten konuşurduk. İkimiz de birbirimizin ölümü inkâr edenlerden olmadığını düşünüyorduk. Ölü akrabaların ve arkadaşların etrafımızı saran enerjilerinden bahsederdik. Yine de insandan beklenen o körlüğüne sahiptik – kendi ölümlülüğümüzün zaman çizelgesini yanlış değerlendirmiştik. Ölümü hepimiz için olduğu kadar onun için de şaşırtıcıydı. Ölümü inkâr etmek, kişinin ölümü kaçınılmaz bir gerçeklik olarak düşünmesine, konuşmasına ve hatta kabul etmesine izin vermeyen psikolojik bakış açısıdır. Bu durum karşısında hissiz bir şekilde hazırlıksız olmak, sevilen birinin ölümünü ve/veya ölme sürecini daha da kalp kırıcı bir hale getirmekten başka bir işe yaramaz.
Nereden bilirdi ya da nasıl hatırlardı bilmiyorum ama İstanbul’dan her ayrılışımda Stephane hiç sektirmeden her defasında ben taksinin içinde havaalanına doğru giderken beni arardı. Ağzında bir sigarayla konuşarak, her seferinde “İhtiyacın olan her şey yanında mı?” diye sormak ve “İyi yolculuklar, seni seviyorum.” demek için beni arar, benimle kısa bir telefon görüşmesi yapardı. Evet, New York’a her gidişimde Vermont akçaağaç şurubu gibi özel gıda ürünlerinden getirmem gibi bazı istekleri de olurdu elbet. Stephane seyahat etmeyi severdi ve çokça da seyahat ederdi. Stephane’ı şu an gözümde canlandırdığımda arkasında bir sürü kaleydeskop fonu varmış gibi, Balat’taki evinin, mutfaktaki yemek pişirmelerin, salonda birilerinin doğum günü kutlamalarının ve bir sürü Noelin olduğu fonlar. İstanbul’un her yerine ait fonlar. Stephane’ın Paris, New York, Tiflis, Datça, Venedik’te ve İsviçre Basel’deki bir çok yerde olduğu fonlar.
Belki de bunun nedeni, bizim her bahar bienallerin, fuarların, stüdyoların, galerilerin o büyük turunu sevmemiz, ve de onun ev yaşantısını ve değerli şirin Kedi’sini sevdiği kadar sanatı ve dünyanın her yerinden arkadaşları ve meslektaşlarıyla akışta olmayı sevmesidir. Belki de Stephane ve ben 14 yıl önce Basel’de tanıştığımız içindir. Kollarında büyük bir dergi ve kitap yığını, yüzünde sakin, bilmiş gülümsemesiyle yavaşça bana doğru geliyordu. O zamanlar uzun uzun yıllar boyunca bizim yakın dost olacağımızı biliyor muydu acaba? O zamanlar her türlü kutlamada, zorlukta omuz omuza vereceğimizi biliyor muydu? Standımızda, kongre merkezinin ikinci katında, orta avluya bakan o kocaman pencerelerden gelen güneş ışığıyla orada duracağımızı biliyor muydu: Sanatla ve kalple ilgili birçok meselede değerli bir sırdaş ve en önce danıştığım kişi olacağını biliyor muydu? Stephane çok bilgili ve gerçekten komik biriydi, onunla olmak öyle bir zevkti ki, habire mutfağında oturup kurabiye yer, sigara içer ve saatlerce konuşurduk. Bir gün ona sordum – ilk tanıştığımızda bizim bir gün böyle olacağımızı düşünür müydün? Cevabı mı? O ağırbaşlı, Gandhi gülümsemesiyle yumuşak ve içten bir şekilde sırıtmaya başladı.
Stephane & Köksal’ın Tarlabaşı’ndaki evine gittiğim geceyi asla unutmayacağım ve Köksal’ın daha önce bilinmeyen bir yeteneğe sahip olduğunu – Köksal’ın çok iyi dikiş dikebildiğini – öğrendiği için çok mutlu olmuştu. Bir pantolona ihtiyaç vardı, Köksal da etrafta koşturup durarak bir günde güzel ve ince bir işçiliği olan mükemmel bir pantolon dikti. Stephane çok mutluydu ve işte orada Stephane’ın Köksal’ın süper güçlerini keşfetmesiyle birlikte işbirliklerine başlamış oldular. Sizinle konuşmak istediğim bir şey daha var, Staphane’ın süper güçleri. Hepimizin bildiği gibi, Stephane her şeydeki güzelliği bulmak gibi olağanüstü zarif bir yeteneğe sahipti. Bu yeteneği ona keskin bir çift göz ile küratör ve sanat yönetmeni olarak mükemmel olma kolaylığı sağladı. Örneğin, Stephane en karmakarışık hurdacı dükkânına girer ve oradaki en değerli hazineyi anında görebilirdi. Söz konusu biz olduğumuzda da aynı şeyi yapardı. Biz kendimiz göremesek bile o bizim içimizdeki iyiliği görürdü – ve biz farkına bile varmadan onu besleyip dışarıya çıkarma konusunda adeta bir büyücü yeteneğine sahipti. Yine de bu süper gücünün merkezindeki özellik, Stephane’ın da doğruluk ve dürüstlüğe sahip olmasıydı, bu da kendisinde ve bizde olan eksiklikleri açıkça gördüğü ve her ikisi hakkında da bizimle konuşacak kadar cesur olduğu anlamına geliyordu. Bu yüzden Stephane ile bir stüdyo ziyareti yapmak çok değerliydi, sanatçılara gerçekten çalışmalarının güçlü ve zayıf yönleri olduğunu düşündüğü şeyleri tek tek söylerdi. Lafı asla eveleyip gevelemeden. Sonuç olarak -ki bu en önemli kısımdır- içimizdeki bataklığı, karanlık parçalarımızı görse de bizi hep gerçekten olduğumuz sevdi. Stephane’ın ölümü kabullenilemez bir şekilde zamansız ve ani olsa da, Stephane’ı gönderip vedalaşma zamanımızın geldiği o eşiğe geldik. Stephane -huzur içinde olduğunu biliyorum, bunu seni en son gördüğümde bizzat yüzünde gördüm. Şimdi söyleme sırası bende: “İhtiyacın olan her şey yanında mı? İyi yolculuklar, seni seviyorum.” Herkese söylemek istiyorum – Ölümün kendisi zaten acısız, hayatın da acısız olmasını sağlayın.