Susan Sontag’ın iki yeni kitabını yayımlıyor YKY. Böyle Yaşıyoruz Artık, AIDS’e yakalanmış bir insanla çevresindekilerinin ilişki yumağını konu alan uzunca bir öykü. Yanardağ Aşığı ise 400 küsur sayfalık bir romans – 18. yüzyılın ikinci yarısında, Napoli’de geçiyor, koleksiyonuna ve yanardağına tutkuyla bağlı İngiliz Büyükelçisi Sir Hamilton, iki karısı ve Amiral Nelson başkahramanlar. Hem Sontag’ın çevirmenlerinden biri oluşum hem de New York’ta bulunuşum hasebiyle, “Amerika’nın en akıllı kadını” ile “exclusive” bir söyleşi yapmam son derece mantıklıydı. Tabii ciddi bir ön hazırlık gerekiyordu, kalkıp da “En sevdiğiniz yazar kim?” türünden sorular sormak yakışık almazdı, ayrıca Sontag’ın vahim ölçüde ciddi olduğunu biliyordum, söyleşiyle ilgili ayrıntıları saptamak için yaptığımız faks yazışmalarında bütün espri girişimlerimi “görmedim – duymadım” edasıyla yok saymıştı. Öte yandan ben de kamera karşısında sayısız Türk edibiyle konuşmuş ve hasımlarımı (stüdyo ışıklarının değerli katkılarıyla) terletmiş olmanın deneyimiyle geliyordum, öyle her uzun siyah (ve biraz beyaz) saçlı, akıllı ve asık suratlı Amerikan yazarına kolay kolay pabuç bırakacak değildim.
Sontag külliyatının bir kısmını daha önce okumuştum, bunları yeniden gözden geçirdim; ilk iki romanı The Benefactor ve Death Kit’i, son romanı Yanardağ Aşığı’nı ve Sohnya Sayres’in 1990’da Routledge’dan çıkan Sontag biyografisini okudum. Draje yaşamöyküsü: Anne-baba Çin’deyken “rahme düşmüş” ama 1933’te Amerika’da doğmuş, onlardan uzak büyümüş, ilkokula başladığının ilk haftası Susan’ı üçüncü sınıfa geçirmişler. 16 yaşında üniversiteye başlamış ve “karşılaştırmalı din” okumuş. 17 yaşında hocasıyla evlenmiş, edebiyat ve felsefe master’ı yapmış, Harvard’da başladığı felsefe doktorasını yarıda bırakmış, 20 yaşında oğlu David (Rieff) doğmuş, bir yıl Paris’te kalmış, tiyatro yönetmiş, dönüşte kocasından ayrılmış, ilk romanını 28 yaşındayken yayımlamış, pek çok burs kazanmış, savaş sırasında Vietnam’a, kriz sırasında Küba’ya gitmiş, (şimdi Saraybosna’ya gidiyor), İsveç’te iki film yönetmiş. Sayres’in biyografisinde, boşanması hakkında “Yaşamla Proje arasında seçim yapmam gerekiyordu – ikincisini seçtim,” diyor. Kanseri “yenmiş”.
24. Sokak’ta, yaklaşık beş yüz daireli bir apartmanın en üst katına çıkıp kapıyı çaldığımda kafamda bunlar uçuşuyordu, bir de kurgu türüne giren kitaplarından yalnızca son ikisini beğendiğim. Kapıyı açan siyah kadife eşofmanlı, bir sürü saçlı, güleryüzlü kadın Susan Sontag’dı tabii, ama buna şaşırmaktan vazgeçmem epey uzun sürdü. Saraybosna’dan yeni dönmüştü, asistanı günlük programını ayarlamakla meşguldü; mutfakta oturduk – söyleşi sırasında bitireceği Philip Morris paketinden ilk sigarasını aldı ve Türkiye’de hangi kitaplarının yayımlandığını sordu. Çevirmen, yayınevi, korsan baskı/yasal baskı, telif yasası gibi karmaşık bir konuyu iki kez anlatmam gerekti, sonunda yazıp verdim ve teybimi çalıştırıp şu sıralarda ne üzerinde çalıştığını sordum.
“Yine tarihsel bir roman, 19. yüzyılın son çeyreğinde geçiyor. Polonyalı bir grup entelektüel, sanatçı ve tiyatrocuyla ilgili; 1876’da California’ya gelip ütopik bir koloni kurmuşlar, ama yürümemiş, çoğu Polonya’ya geri dönmüş. Grubun lideri olan kadın, büyük bir yıldızmış Polonya’dayken; o kalmış ve parlak bir oyunculuk kariyeri yapmış. Kitabın çoğu Amerika’da geçiyor; zaten adı da Amerika’da. Bu insanların Amerika hakkındaki fantezilerini, neden kalkıp geldiklerini anlatıyor, sonra buradaki tiyatro dünyasına giriyor. Daha önce yazdıklarımdan farklı temalar işliyorum, aslına bakarsanız her kitabımın öncekilerden radikal bir şekilde farklı olmasını isterim, kendimi yinelemek istemiyorum, bana ilginç gelen, her seferinde yeni bir anlatım biçimi keşfetmek. Bu açıdan bakıldığında bence Yanardağ Aşığı şimdiye kadar yazdığım en iyi kitap. Aynı zamanda en çok okura ulaşan kitabım, ki bu da garip aslında, ama çok farklı insanlar bu kitabı okudu ve sevdi, bu da benim için büyük bir mutluluk tabii. Yeni kitabım da farklı olacak, endişelerim yok değil, bilirsiniz, yazarlar atletlere benzer: Bir rekor kırarsınız, sonra onunla boy ölçüşmeniz gerekir, yeniden yapıp yapamayacağınızı merak edersiniz. Şimdi bununla uğraşıyorum işte, bir yandan da sinema ve tiyatroyla uğraşmayı sürdürüyorum, ama sürdürmek istemediğim ya da çok minör bir şekilde sürdürmek istediğim tek şey, deneme yazarlığı.”
Gerçekten mi? Yoruma Karşı’nın, Fotoğraf Üzerine’nin, Metafor Olarak Hastalık’ın yazarı artık deneme yazmayacak mı?
Evet, deneme kapsamına girecek tek etkinliğim, yayımlanmasında katkım olan kitaplara önsöz yazmak – bir tür hizmet olarak görüyorum bunu; benim için tek anlamlı deneme türü artık bu.
Neden?
Çünkü sanırım denemede yapabileceğimin en iyisini yaptım, başka konularda yazmayı sürdürebilirim tabii, ama bunu zevkten değil, görev duygusuyla yaparım. Pek çok konuyla ilgileniyorum hala, ama bunları yazmak, yeni bir maceraya atılmak olmayacak. Oysa kurgusal şeyler yazmak benim için büyük bir zevk ve bu alanda yapılabilecek her şeyi yapmadım daha.
Aslında Sontag’ın deneme ve kurgu yazarlığı kimliklerini bu kadar ayrı düşünemiyorum ben. Hem dil hem de anlatım tekniği açısından birbiriyle yoğun alışverişi var bu ikisinin. Yanardağ Aşığı örneğin, denemelerle bezeli bir kurgu olarak ele alınabilirdi.
Tabii, bunu bilinçli olarak yapıyorum, ama insanlar kitaplarımı değerlendirirken şunu genellikle unutuyor: Bu yeni bir şey değil, 19. yüzyıl roman tekniğinin bir uzantısı. Savaş ve Barış’ı yeniden okudum bu yakınlarda, dördüncü kere, Bosna’daydım. Her gidişimde tek bir kitap götürüyorum, etrafımda olup bitenlerden uzaklaşmak için. Genellikle daha önce okuduğum, bildiğim bir kitap oluyor bu. Bu kez Savaş ve Barış’ı götürdüm, en son herhalde sekiz yıl önce okumuştum. İçinde bu kadar çok deneme olması beni şaşırttı. Koca koca bölümlerde Tolstoy savaş, Napolyon, tarih, strateji hakkında görüşlerini anlatıyor. 19. yüzyıl yazarlarının çoğu yapmıştır bunu, Proust ve Mann da dahildir buna.
Sontag’ın durumu biraz daha farklı değil mi, bu iki tür arasında daha organik bağlar oluşturmuyor mu, denemeyle kurgu daha çok kaynaşmıyor mu? (Eski üstatlardan bahsediyorum sanıyor Sontag, itiraz ediyor.)
Hayır, yeniden okuyun bakın, şaşıracaksınız. Mann’da baştan sona yalıtılmış deneme bölümleri vardır romanın ortasında; zaman düşüncesiyle ilgili bölüm örneğin, yazar konuşuyor burada, anlatının bütünüyle bir bağlantısı yok, düpedüz ayrı bir deneme. Balzac, Tolstoy, Mann, Musil – hepsinde aynı şey. Demek istediğim şu: Roman her şey olabilir. Roman çok ilginç bir form; denemeler içeren, yalıtılmış ya da kaynaştırılmış haliyle denemeler içeren roman da bir roman geleneği. Yani ben deneme yazdığım ve kendime hakim olamadığım için romanlarıma deneme katıyor değilim. Her kitap farklıdır dedim, ama bir süreklilik de var elbette.
Yanardağ Aşığı’nın konusunun nereden çıkıp geldiğini, bir İngiliz büyükelçisinin yaşamıyla ilgilenmeye nasıl başladığını merak ediyorum.
Kitap konuları nereden çıkar? Bilemiyorum, günde on hikaye konusu gelir insanın aklına, bir tanesi ‘Bunu yazabilirim,’ diyeceğiniz bir konudur. Bu seçimi yaptıran şeyi yakalamak çok zor. Neden, neden… sanırım pek çok neden var da çoğunu bilmiyorum bile, ama belki şu anda yazdığım kitabı, Amerika hakkında bir şeyler yazmak istediğim için yazıyorum. Bunu ikinci romanım Death Kit’te yapmaya çalıştım, ama şimdi çok daha iyi bir iş çıkarabileceğimi düşünüyorum, çok daha iyi bir yazarım artık. Bilmiyorum, ama aradığımı biliyorum, hikayenin kendisini. Boston’da bir kitapçıda dolaşırken bir kitapta bu hikayeyle ilgili bir şeylere rastladım. Ama daha önceden de hayal meyal bir şeyler hatırlıyordum, çünkü çok okuyorum, neyse, orada öyle dururken, ‘Bundan bir roman çıkabilir,’ dedim. Yalnızca bir çıkış noktası elbette, ondan sonrasını hep kendim yaratmam gerekecekti. Bir sürü hikaye anlatacağım, hikayeler anlatmayı seviyorum.
Bu benim ilgimi çekiyor – yani hikaye anlatmak başka şey, tarihi yeniden yazmak başka. Sontag Yanardağ Aşığı’nda bazı tarihsel verileri alıyor, bazılarınıysa kendisi yaratıyor – “Gerçek”e müdahale ettiğini hissediyor mu?
Hmm. Aslında verilerden başlamıyorsunuz. Yanardağ Aşığı iki basit şeyle başladı: Sir William Hamilton’ın takıntılı bir koleksiyoncu oluşu –bütün koleksiyoncular tanım gereği takıntılıdır– ve yanardağlara ilgi duyması. Bu benim çok ilgimi çekti, çünkü toplamak demek korumak demektir, yanardağlara ilgi duymaksa büyük, yok edici bir güce ilgi duymaktır. İlk başta tamam dedim, bu adam hakkında bir roman yazacağım, ama bütün bu 18. yüzyıl zırıltılarıyla uğraşmak istemiyorum. Bu adam Amerika’nın Filipinler’deki büyükelçisi olsun, Çin porselenleri toplasın, Manila’nın yakınlarında gayet uygun bir yanardağ da var; Nelson karakteri Amerikalı bir amiral olur; Emma Hamilton’ı Filipinli bir fahişe yaparım, vs. Sonra fark ettim ki, 20. yüzyıl sonlarındaki Filipinler hakkında, 18. yüzyıl sonlarındaki Napoli hakkında bildiğimden daha az şey biliyorum. Romanda bir dünya yaratmanız gerekir – ben her zaman bir karakterle, bir duyguyla, tutkuyla başlarım. Tabii ki bu kitap için çok şey okudum, okumayı seviyorum, pek çok şey biliyorum, sonra da yazmaya başladım ve süreç boyunca verileri kontrol ettim. Bu da hoştu, örneğin, at arabalarıyla ilgili iki kitap okumam gerekti. At arabalarını ayrıntılarıyla anlatmam gerekmez, zaten anlatmıyorum, ama o duyguyu bilmem gerekli.
Yanardağ Aşığı’nda, yinelenmesi dikkatimi çeken bir söz var: “O zamanlar ‘gerçek hayat’ diye kabul edilen şey…” Kurguyla kurgu olmayan mı karşılaştırılıyor burada, Borges ve Kafka’yı konuya dahil edecek şekilde, yoksa bana mı öyle geliyor?
Yoo, ‘gerçek’ ve ‘asıl’ olanın kurgu olduğunu düşünmüyorum. Bunu düşünmek için deli olmak gerekir; gerçek olan şey gerçek hayat. Ama insanların kurgu sayesinde pek çok şeyi yaşadığını düşünüyorum. Beni şaşırtan şeylerden biri –aslında şaşırtmıyor, ama farkında olunması gereken şeylerden biri bence– insanların aracı olmadan deneyimlere ulaşamamaları. Mitler, fanteziler, kurgular aracılığıyla ulaşıyorlar deneyime. Eski bir Marksist-Hegelyen klişe kullanacak olursak, insanların çoğunu ‘sahte bilinç’ yönlendiriyor. Deneyimlerini doğrudan kavramıyorlar, deneyimleri hakkındaki fikirler aracılığıyla kavrıyorlar. İnsanların kendi deneyimlerini nasıl kurgu haline getirdiğinin farkındayım ve bununla ilgileniyorum. Yanardağ Aşığı’nda, ‘Bu hikaye Şimdi anlatılan, Şimdi’nin bilgisiyle anlatılan bir hikayedir,’ diyorum, ikinci paragrafta sanırım; ‘O zaman için uzun sayılacak bir adamdı,’ diyorum, ‘Uzun bir adamdı,’ demek yerine. ‘Tarihsel roman’ denen şeylerin çoğunda bu yoktur, oradasınızdır. Bu iki katman, yani ‘Böyle böyle düşünüyorlardı,’ derken arkadan da ‘Ama biz şimdi farklı düşünüyoruz,’ demek, benim için anlatının en önemli yanlarından biriydi. Kitapta sanat konusu açıldığında, o zamanki estetik anlayışının, acı çekmekte olanların bunu onurlu, görgülü, özdenetimli bir şekilde bize göstermelerini gerektirdiğini söylüyorum. Oysa biz, alabildiğince dışa vurmayı, kontrolsüzlüğü değerli buluyoruz, çünkü bu, insanların içtenliğini, duygularını bastırmadıklarını gösteriyor. O zamanlarda duyguların bastırılması çok önemliydi. Bu karşıtlık sürekli olarak sergileniyor, çünkü 18. yüzyılın sonu modernliğin başıdır ve modernliğin sorunlarının tohumlarını görürsünüz.” İçeride çalışan asistanının yanına gidiyor Susan Sontag; döndüğünde, “Roman nedir?” sorusuna da geri dönüyor. “Bence roman, edebiyat formlarının en büyüğü – içine deneme, şiir, her şeyi koyabilirsiniz, romanda her şeye yer vardır. İlginç olan bu kapsayıcılığı. Tabii her şeyi atıp son derece dışlayıcı bir hale de gelebilir. Bunu negatif bir gelişme olarak görüyorum, romanı roman yapan şeylere yer verilmemesi açısından – olay örgüsü yok, anlatıcının sesinden başka ses yok, vs…
Amerikan romanı bu bağlamda nereye gidiyor?
Hiçbir fikrim yok. Her şeyden önce birkaç yönelim var. Bilemiyorum. Kendimi bir Amerikan yazarı olarak görmüyorum. Tabii ki Amerikalıyım, coğrafya kaderimizdir, zamanımızdan kopamayız, ama Amerikan kültürünün ya da edebiyatının beni çektiğini söyleyemeyeceğim. Amerikan romanına ne olduğu beni ilgilendirmiyor. İngilizceye ne olduğu ilgilendiriyor öte yandan – İngilizce yazıyorum ve bundan sonra başka bir dilde yazacağımı sanmıyorum; bir dilin nasıl geliştiği, nasıl gerilediği benim için çok önemli.” Birkaç soru da o sormak istiyor bana. Türk şairi okuduğunu ama Türk denemecisi ya da romancısı okumadığını söylüyor: “Romancı var mı Türkiye’de?” “Var birkaç tane,” diyorum.
“Anti-laik” gelişmelerle ilgileniyor, Türkiye’yle Mısır’ı karşılaştırıyor: ”Ne oluyor orada, Atatürk dönemi bitiyor mu? Sonra Bosna… İnsanlar ne diyor bu savaşa? Türkiye neden bu kadar ilgisiz?” diye soruyor. “Sonunda bir konuda Avrupalı oldunuz demek.” Sırpların Boşnakları Türk diye çağırdığını, din konusunun, Batı’nın eylemsizliğini açıklamakta çok önemli olduğunu söylüyor. Burada soruları ben sorarım: Bir yandan Saraybosna’ya gitmek, bir yandansa edebiyat yapıyor olmak ne demek?
İşin yarısının yapılması demek. Zamanımın üçte birini orada geçiriyorum. Bosna hakkında bir kitap yazmıyorum, orada gazeteci olarak bulunmuyorum; iki insan gibiyim, orada yazar kimliğimi tümüyle unutuyorum, çalışmıyorum, bir okul projesiyle ilgileniyorum, oyun sahneliyorum, radyoya çıkıyorum, oradaki Yazarlar Birliği’yle çalışıyorum, para topluyorum, tiyatro akademisinde misafir hocalık yapıyorum. Ne kadar korkunç olduğunu hayal bile edemezsiniz. Ve sanırım gerçekten ümitsiz. Bunu söylemek çok kötü, ama oradaki arkadaşlarıma, 1937’de Almanya’da Yahudi arkadaşlara vereceğim öğüdü veriyorum: Gidin buradan. Pek çok insan ‘Ne yapılabilir?’ diye soruyor. Ben oraya kimseyi temsil ederek gitmiyorum, birey olarak gidiyorum. Onları kurtaramam, ama yapabileceğim her şeyi yapmak istiyorum.” Savunmam yok, söyleyecek sözüm yok. İnsan olma etiği konusunda ben de bütünlemesiz sınıfta kalanlar arasındayım. Sontag’ın ses tonu, Yanardağ Aşığı’nda, kitabın sonundaki tonu anımsatıyor. Kitap boyunca karakterlere bir şekilde sempati duyuyor Sontag, son bölümündeyse yargının tokmağı iniveriyor – müthiş ahlakçı bir ses kaplıyor o bölümü. “Evet. Sinema dilini kullanacak olursak, o noktaya kadar her şey yakın plan, orta plan çekimlerle veriliyor. Sonundaysa geniş plana geçiyoruz, genel görünümü izliyoruz. Geri çekilip bakıyoruz. Yakından herkese sempati duyabilirsiniz, sonuçta hepimiz yaşamın içinde ilerleyen kırılmış çocuklarız. Dokunaklı, neredeyse patetik bir sevgi ihtiyacı var, ama geri çekildiğinizde, yapılanlar korkunç. Eleanora’nın ağzından kendi yargımı verdiğimde, ‘Bu son yargıdır, okur da böyle düşünmeli ve bundan önce söylenenleri unutmalıdır,’ demiyorum. İki bakış açısı da yan yana tutulmalı. Bu kitap ahlaksal bir itkiyle yazıldı, o yüzden insanların bu karakterleri iki şekilde de görmelerini istiyorum. Tolstoy da yapar bunu. Sonunda ahlak ve adalet hakkında bir şey söylersiniz, ama o karakterler için yarattığınız sempati de yanlış ya da sahte değildir.
Yanardağ Aşığı ve Böyle Yaşıyoruz Artık arasında, Sontag’ın ölüme yaklaşımı konusunda bir karşılaştırma yapılabilir sanırım, özellikle Ölüm’ün Sontag’da tümüyle doğal bir tema olduğunu göz önünde bulundurursak: İlkinde, kitabın sonunda ölen insanlar kendi seslerine kavuşuyor, kendi adlarına konuşabiliyor, hatta ölüm sürecini anlatabiliyorlar. Böyle Yaşıyoruz Artık’taysa ölümün sessizliği etrafında konuşuluyor.
Çok iyi söylediniz.
Ki bunu çok etkili buluyorum.
Bu ikisi benim şimdiye kadar yazdığım en iyi şeyler. Böyle Yaşıyoruz Artık’ta, adı anılmayan ana kahramanın adı anılmayan hastalığı AIDS tabii, ama yazdığım sırada, yakın bir arkadaşımın AIDS’e yakalanması deneyimini yaşamamıştım daha, hastanın en yakın çevresini oluşturan iç grubun üyesi olmamıştım. Ölmekte olan ya da belki ölecek olan insanın çevresindeki dünyayı anlatan bu kitaba giren kişisel deneyimlerim iki koldan geliyor: Bir tanesi, ben kanserken yaşadıklarım, diğeriyse çok ciddi bir felç geçiren ve benim çok yakınım olan bir adamın yaşadıkları. 40’larındaydı, eski sevgilimdi ve çok yakın dostumdu, tiyatro dünyasından. O sırada artık sevgili değildik ama kız kardeşi, sevgilisi ve iki arkadaşıyla birlikte ben de o iç grubun bir parçasıydım. Her gün hastanedeydim, onun hakkında konuşuyorduk. Aylarca sürdü bu, ölmesi bekleniyordu. Öyküyü bitirdiğimde, Upstate New York’ta bir üniversitede okudum, bittikten sonra bir kadın gelip, ‘Kocam kalp krizinden öldüğünde de aynen böyle oldu,’ dedi. Bu kitap hasta olmanın dramıyla ilgili ve ben de yaşadım bunu, kanserken iki buçuk yıl boyunca hastaneye yatıp çıktım. İnsan ölüm hakkında nasıl düşünmez, bilemiyorum.
Öyküde kullanılan gramer ve kurulan sentaks da çok uygun.
Evet, seslerle ilgili bir kitap bu, seslere bayılıyorum. Çevirmenim olduğunuza göre daha ayrıntılı konuşabilirim. Yazacağım kişinin sesini bilmeden yazmaya başlayamam – biçimini, hızını. Bu öykü şöyle de başlayabilirdi, tabii o zaman başka bir öykü olurdu: ‘Pencerenin kenarındaki yatağında yatıyordu. Solgun bir ışık vuruyordu yüzüne. Hemşire içeri girip, “Bugün nasılsınız bakalım?” dedi.’ Benim yazdığım öykü etkili oldu çünkü o sesi, o hızı yakaladım, böylece herkesin hissettiği duyguları, acıyı aktarabildim. Tepki yelpazesini verebildim: İnançlı arkadaş, inançsız arkadaş. Ölümle yüzleşemeyen insanlar. Binbir çeşit tepkiyle karşılaşıyorsunuz. Ben hastanedeyken, en karanlık zamanımda, kesinlikle öleceğimi düşündüğüm sırada, arkadaşlarımdan bazıları tek kelimeyle harikaydı, bazılarıysa inanılmaz derecede sığ. Çok yakın bir arkadaşım geldi bir keresinde, ağlamaya başladı, ‘Buna dayanamıyorum, dayanamıyorum, beni çok bunaltıyor,’ dedi ve kayıplara karıştı! Her tür davranış biçimiyle karşılaşıyorsunuz, ilginç olan bu işte, bu yelpaze, çünkü insanlar tek bir kalıptan çıkma değil.” Bu noktada, Sontag’ın ilk romanlarıyla ilgili sıkıntımı dile getirmek ihtiyacı duyuyorum; zaman içerisinde, iki boyutlu “fikir karakterleri” yaratmaktan vazgeçtiğini, tutkulara, duygulara daha fazla yer verir hale geldiğini düşündüğümü söylüyorum. “Kesinlikle. Daha özgürüm. Değişmedim, aynı insanım, ama yazar olarak daha fazla özgürlüğüm var; daha iyi bir yazarım, ilk iki romanımı yazan yazar değilim artık. Her zaman sahip olduğum ama nasıl anlatacağımı bilemediğim duyguları anlatabilecek düzeye geldim. Basitleştirerek söyleyecek olursak, inhibisyonlarımı yendim. Ama bu birden değişip yirmi yıl öncekinden apayrı bir insan haline geldiğimi göstermez. Bu özgürlüğe kavuşmam uzun sürdü. Ben yazarlar arasında bir azınlığın içindeyim, zaman geçtikçe daha iyi yazıyorum.
İlk dönem ürünleriyle yakın dönemdekiler arasında başka nasıl farklar göze çarpıyor?
Bu söylediklerim psikolojik şeylerdi tabii, önemli olan ürünün nasıl olduğu. Ürüne, yani sonuca baktığımda, daha büyük olduğunu görüyorum. İçinde daha fazla şey var, daha büyük bir yumak gibi. İlk yapıtlarım çok daha bunalımlı ruh hallerini, önü kesilmiş, istediğini olamamış insanları, duygusal açıdan takılıp kalmış insanları konu ediniyordu. İlk iki romanımdaki karakterler kitabın başında neyse sonunda da o. Yanardağ Aşığı’ndaysa karakterler kitap boyunca değişiyor, kendi kişiliklerinin mantığını sergilemekle yetinmiyorlar. Edebiyatta süreci, değişimi, evrimi gösterebilmek onu daha büyük kılıyor, temalardan ayrı olarak. Sorularınız bana çok ilginç geliyor, zorlanıyorum yanıt verirken, hoşuma gitmiyor değil ama kafa yormam gerekiyor ne yaptığımı anlatabilmem için. Çünkü beni düşünmeye davet ettiğiniz şekilde düşünmüyorum normalde. Yazarken yaptığım pek çok şey somut – ayrıntıları ve zarif olan bir dili yaratmaya çalışmak, hareket etmesini sağlamak. Yeni romanım bir yemek davetiyle başlıyor örneğin – kaç garson var, kaç mum yanacak gibi şeyler düşünüyorum. Tanık oluyormuşum gibi hayal etmeye çalışıyorum.
Yanardağ Aşığı’nın yapısıyla ilgili bir şey sormak istiyorum – her bölüm yedi alt bölümden oluşuyor, yanardağın yedi resmi var; her bölümün başındaki resimler bir şekilde bölümün içeriğiyle uyumlu mu, yoksa bana mı öyle geliyor?
Haklısınız. Ben çok görsel bir insanımdır, bu imgelerle oynamak istedim. Ayrıca –bunu bilemezdiniz tabii– müziksel bir yapı oluşturdum. 20. yüzyıl bestecilerinden Paul Hindemith’in ‘The Four Temperaments’ adlı bir yapıtı vardır, belki bir yerde karşınıza çıkar, çok ilginç bir yapıttır – pekala, işte Yanardağ Aşığı’nın gizli yapısı: Hikaye daha önce kafamda vardı tabii, ama nasıl kuracağımı bilemiyordum. Hindemith’i dinleyince aynı şemayı kullanmaya karar verdim, çok iyi uyuyordu çünkü – üçlü prologdan sonra ‘melancholic’ – melankoli ve bunalım; sonra ‘sanguinic’ – arzu ve kan; sonra ‘phlegmatic’ – stoisizm ve duyguların bastırılması; en sonunda da ‘choleric’ – öfke. Şimdi size en büyük sırrımı vereceğim: Yanardağ Aşığı’na gelene kadar yalnızca melankoliyi yazıyordum, bu kitapta dört hali de yazdım, o yüzden benim için büyük bir aşama oldu bu kitap. İlk iki romanım ve ilk öykülerim hep depresyon ve melankoli hakkında. Şimdiyse insan duygularının tümünü kapsayan klasik tipolojideki dört tabiat da var. Artık her şey hakkında yazabilirim!” Romanda genel olarak iki eksen tanımlamaktan hoşlandığımı anlatıyorum: Bir yanda kurma edimine ağırlık verme, öbür yanda tanıklık edimine; bir yanda kendi masalını oluşturma, öbür yandaysa olduğu gibi anlatma. Amerikan romanında ikincisini daha çok gördüğümü söylüyorum. Böyle bir açı Sontag’a anlamlı geliyor mu, diye sormadan edemiyorum. “Ben yalnızca kendim hakkında yazmakla ilgilenmiyorum, var olan her şeyle ilgileniyorum, bazen bu ‘her şey’e bildiğim, yaşadığım şeylerin, kişiliğimin bazı yönlerini katıyorum. Ama yalnızca kendini anlatmak bence ucuz bir araç. Dolayısıyla Amerikan romanına ve yazarlarına saygı duymuyorum. Norman Mailer’a saygı duymuyorum. Kennedy olmak ve Monroe’yla sevişmek istiyor, CIA’de çalışmak istiyor, bu fantezilerini yazarak harcıyor yeteneğini. Duygusal sahicilik yok yazdıkların da. Sonra kendi küçük dünyalarını ve deneyimlerini anlatanlar var – boşanmalar, korkunç çocukluklar, uyuşturucu satma ve kullanma hikayeleri. Dünya hakkında yazmak isteyen çok az insan var aslında – John Updike örneğin, inanılmaz güzellikte cümleler kurar, ama kitaplarının konusuna bakın, eşlerin birbirini aldatması. Yani, harika değil. Kitaplar harika olmalı. Yeniden okumak istemelisiniz. İki kez okumaya değmeyen bir kitap, bir kez okumaya da değmez. Kitaplar semptom haline geliyor. Amerika’nın ne olduğunu öğrenmek istersem rock konserine, sinemaya giderim; Amerikan nihilizmini romanlardaki raporlardan, bültenlerden öğrenmeye ihtiyacım yok. Roman gerçek bir dünyayı; okuyanın kalbini, duygularını, bilincini eğitecek, daha iyi hale getirecek şekilde kurma gücüne sahip. Dostoyevski’den söz etmiştik – onu okumak beni daha büyük bir insan yaptı. Bir roman okuduğumda bana bunu düşündürmesini isterim. Bir Amerikan romanını okuduğumdaysa en iyi olasılıkla, Amerikan kültürünün ne kadar kaba ve aptalca olduğu anımsatılıyor bana. Bunu kapıdan baktığımda da görüyorum ben. “Bence iyi romanın satmasının hiç sakıncası yok. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, ciddi edebiyat ürünlerine duyulan ilginin, ciddi şiire duyulan ilgi kadar düşük olması beklenmeli. Kitaplarla ve okumakla ilgilenen insanlar var olmayı sürdürecek, önemli olan bu. Roman 19. yüzyıl Avrupası’ndaki merkezi konumuna bir daha ulaşamaz. Sakıncası yok – tohum orada; daha büyük ve daha iyi bir şeyin varlığını anımsatıyor bize. Dil varoldukça edebiyat varolacaktır. Gutenberg devrinin sonu filan gelmedi.
Bu söyleşi ilk olarak 1995’te Fol dergisinde yayımlanmıştır. Kütüphanemizde yer alan versiyonu Cem Akaş’ın Dildo (Kafka Kitap, 2023) isimli kitabından alınmıştır.