Onur Karaoğlu, hem farklı alanlarda işler üreten hem de bu alanlarda yönetmen, oyuncu, sanatçı gibi farklı roller üstlenen çok yönlü bir sanatçı. Karaoğlu farklı alanların sınırlarında dolaşırken, gerçek ve kurgunun iç içe geçtiği, birbirine karıştığı dünyalar kuruyor. Sanatçının Mark Roso performans ve videosu, Miridonlar afişi, Işık Teorisi oyunu, Dünyaya Düşen Son Uydu videosu gibi çalışmalarında queer düşüncenin rolünü ve farklı alanları birbirine yaklaştırmanın, bu alanları queerleştirmenin çalışmalarındaki izlerini takip etmek heyecan verici.
Pandemi sürecinde gerçekleştirdiği dijital projeler Altyazıları Yüksek Sesle Oku başlıklı 13 bölümden oluşan video serisi ve Kübra Uzun ile beraber gerçekleştirdikleri dijital performans A Trans History Sung ise bu süreçte yeni yaşam alışkanlıklarımızı göz ardı etmeyen ve bu alışkanlıkları çok başarılı bir şekilde üretim diline yansıtan, non-binary literatüre ve bilince katkıda bulunan örnekler.
Tiyatro, video, performans sanatı gibi farklı mecralarda veya onların sınırlarında dolaşan işler üreten bir sanatçısın. Hatta farklı mecralarda gerçekleştirdiğin projelerde sen de yönetmen, oyuncu, sanatçı gibi farklı kimliklere bürünebiliyorsun. Bu mecralarla nasıl ilişkileniyorsun? Senin için mecranın kendisi öncelikli olarak üzerine düşündüğün bir şey mi, yoksa kavramsal bir yerden yola çıkıp hangi mecrada iyi işleyecekse o şekilde mi ilerlemeyi tercih ediyorsun?
Ürettiğim işlerde sıklıkla ilgilendiğim konulardan biri ‘zaman’ ve bu, bir çıkış noktası olarak farklı formlarda iş üretmeye olanak sağlayabiliyor. Zamanın tiyatroda bir hikâyeye ait olması, bir performansta eylemin zamanı taşıması ya da video yaparken zamanın kaydı ve tekrarlanabilmesi hep beni birtakım olayları, zamanın farklı etkileri ile görmeye, zamana dair formlar düşünmeye/üretmeye yönlendiriyor. Benim için bir diğer önemli çıkış noktası da seyirci; onun konumu ve işle nasıl ilişki kurduğu. Seyirci olma pratiklerini anlamaya çalışmak beni iş yapmak için inanılmaz motive ediyor. Biraz bu meraktan dolayı sanırım farklı mecralarda işler üretmeyi istiyorum, bunu araştırmamın bir parçası olarak görüyorum. Böylece seyirci ve iş arasında farklı bakış açıları deneyebiliyorum, bulabiliyorum.
İşlerinde en çok ilgimi çeken şeylerden biri gerçek ve kurgu arasında çok kendine özgü bir köprü kuruyor olman. Pratiğinde ikisi oldukça organik bir şekilde birbirine geçebiliyor ve bu yönüyle izleyiciyi de arada bırakıyor. Bir yönüyle gerçeği bükmek ve queerleştirmek de diyebiliriz buna. Bir yöntem olarak queerleştirmek (queering) hakkında ne düşünüyorsun?
Gerçeği her zaman, kendi bakış açımızla bize ait olan his ve düşüncelerle ilişkilendirip yaşıyoruz. Başkalarının gerçeği nasıl kendilerine ait kıldığına bakıp onlarla yakınlaşmayı ya da uzaklaşmayı seçiyoruz. Yani hayatta hangi gerçeklerle yaşayacağımızı durmadan seçiyoruz. Bu yüzden gerçeği bükmek bir gündelik hayat alışkanlığı. Bunu sanatsal bir pratik olarak düşününce, benim yapmayı sevdiğim şey, gerçeğin bir parçasından yola çıkıp onu kendi hayal gücümde başka koşullarla ilişkilendirmek aslında. Mesela, 2016’da DBP için Mark Raso işini yaparken bir hikâyeden yola çıkarak spor icat etmek istiyordum. Hikâyeyi kurmayı istediğim zamanla ilgili fikirler vardı aklımda. 1960’larda Lamartin’de vakit geçiren çiçek çocukları okumaya başladım ve sonrasında o dönemde geçen homofobik bir saldırı olayını pek çok gerçek bilgi kullanarak yazdım. Ortaya çıkan iş gerçek ya da kurmacayı düşünmekten başka bir yere gitti sonunda; çünkü iş, bu saldırıdan nasıl sporların ortaya çıktığını uygulamalı olarak seyircilere sunuyordu, kurallarla tanımlı fiziksel bir mücadeleyi izlemenin garip zevkiyle. Gerçeğin her seviyesinde onunla kurmayı seçtiğimiz ilişki aslında bu queerleştirmenin aşamaları diye düşünüyorum.
Özellikle oyunlarında bilim kurgu alışılageldik kullanımlarının ötesinde, çok daha duygusal, geçen zamanla, zamanda yolculuk yapmakla ve nostalji kavramlarıyla ilişkili bir şekilde karşımıza çıkıyor. İlk aklıma gelen örnek Bomontiada’da izlemiş olduğum Işık Teorisi oyununun başındaki fütüristik dünya ile devamında anılarda dolaştığımız nostaljik dünyayı çok başarılı bir şekilde bir araya getirmiş olman. Bilim kurgu alanıyla nasıl bir ilişkin var? İşlerine bu perspektiften bakılabilir mi sence?
Bilim kurguyu sevmemin ve işlerimde kullanmamın en önemli nedeni sanırım kendimi mucit gibi hissetmemi sağlaması. Her sanatçı icat fikri ile bir şekilde ilgilidir, ama bilim kurgu yoluyla sanki bu keşfetme durumunu gündelik gerçekliğimize aitmiş gibi düşünmeye çalışmak hoşuma gidiyor. Bir de bilim kurgu fikrinin yarattığı uzak mesafeyi ilginç buluyorum. Ben orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak büyürken bir noktada kendime sanatçı olduğumu ilan ederken yaşadığım garip utanç, sınıfsal meseleler, güç ilişkilerinden çok uzağa gidip sonra olduğum yere ve tüm sıradan his ve düşüncelerime mesafe ile durup bakmanın bir aracı oluyor sanki bilim kurgu. Işık Teorisi’nde de yapmaya çalıştığım buydu bir yandan. Oyunu dört yüz yıl sonra artık yok olmuş İstanbul şehrinde kazı yapan bir arkeolog yeni buldukları bir teknolojiyi tanıtırken anlatıyor. Şu an kendimizi devamlı benzer çıkmazlarda bulduğumuz ve nostalji ile tüm aidiyetimizi geçmişe indirgediğimiz bir hayattan kurtulmanın yolu, çok uzaktan şu ana bakarak mümkün oluyordu.
Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde gerçekleşen Sınır/Sız Alan başlıklı sergide yer alan Miridonlar (2019) kurgusal bir oyunun afiş ve metninden oluşuyordu. 80 darbesinin gölgesinde Askilos’un Miridonlarını tamamlayarak sahneye uyarlayan sevgililerin sahneye konamamış oyunun afişinin queer görselliği, üzerindeki gerçekçi öğelere rağmen bunun ne yazık ki kurgusal bir afiş olduğunu hatırlatıyor. 2500 yıl öncesi, 80’ler ve bugünü tek bir karede bir araya getiren bu iş nasıl ortaya çıktı?
Eksik kalan şeylerin hissi o işi ortaya çıkardı aslında. Kesintiye uğrayan şeylere dönüp bakmak yürek sızlatıcı bir eylem ama bir yandan da motive ediyor, merak uyandırıyor. Askilos’un yazdığı doksan oyundan sadece yedi tanesi bugün bütünüyle var. Bazılarının artık sadece isimleri kalmış, bazılarının parçaları. Bu parçalılıktan yola çıkarak queer tarihi, onun kaybolmasını düşünmekti amacım. Kültigin, Duvar’da yazdığı yazıda da bundan bahsediyordu. Bizim için bugünkü queer tarih nerede başlıyor, onun öncesini düşünmek, tartışmaya açmak önemli. Miridonlar’daki tarihi, ben, o afiş ve tarihte ikinci kez kaybolan Askilos metni üzerinden kurmak istedim. Ama bu bir şekilde o soruyu sormak içindi. Böyle bir tarih var, ona nasıl ulaşacağız, onunla ilgili bir şey yapmak mümkün mü gibi başka sorular da sorulabileceğini düşünüyorum.
Dünyaya Düşen Son Uydu (2018) Alper Turan küratörlüğünde Operation Room’da gerçekleşen Pozitif Alan sergisi kapsamında gösterilen iki kanallı bir video yerleştirmeydi. İzleyiciye bir dark room (karanlık oda) deneyimi yaşatan bu dar ve karanlık alanda HIV pozitif olduğunu öğrenen bir oyuncu etrafında gelişen tartışmalara tanık oluyorduk. Burada da hem işin kendisi queer kültürden besleniyor hem de izleyiciye sunduğun deneyimi queerleştirerek çok katmanda bu konuyu işliyorsun. Bu sergiye yönelik ürettiğin bir yerleştirme miydi? Biraz daha detaylı anlatabilir misin?
Dünyaya Düşen Son Uydu, gene içinde bilim kurgu fikirleri olan benim yazdığım uzun metraj bir film senaryosu. Filmin içinde bir de oyun var, oyunu da yapmak istiyordum bir şekilde. O sırada Alper’in yaptığı sergiye davet edilince bu metinden yola çıkan bir video işi yapmak istedim. Seyirci, filmden karakterleri, bir “dark room”da karşılıklı iki video ekranında birbirleri ile tartışırken görüyor, onların arasında kalıp durumun ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Biraz konuşulamayan şeyleri, konuşamayacağın bir yerde konuşmaya çalışmanın nasıl garip olduğunu da anlıyorsun. Kameranın içine bakıp konuşmak, stilize bir şekilde dijital konuşan kafa olma konusunda garip bir takıntım da var sanırım. Altyazıları Yüksek Sesle Oku’da da bunu anlamaya çalışıyordum biraz. Alt metinlerle dolu dijital bir karakterin herhangi bir anda hayatınıza girip, sizin gözlerinizin içine bakarak gerçekliğinize nüfuz etmeye çalışmasını hem çok etkileyici buluyorum, hem de bundan korkuyorum.
Altyazıları Yüksek Sesle Oku‘dan söz ettin. Karantinada gerçekleştirdiğin, 13 bölümden oluşan bir video serisi bu. İzleyici de bir oyuncu olarak dahil oluyor ve izleyiciden altyazıları yüksek sesle okuyarak diyaloğu devam ettirmesi bekleniyor. Bu videolar, izleyeni çok hızlı bir şekilde içine alıyor ve müthiş bir dahiliyet hissettirerek izleyen üzerinde beklenmedik şekilde etkili oluyor. Ayrıca izleyenin toplumsal cinsiyetinin bir önem taşımadığı, oynayana göre değişen esneklikte yazılmış bir metin akıyor, bu da aslında izlerken ve bir parçası olurken non-binary bir bakış ve davranış sağlıyor, veya senin deyiminle “ortak bir bilinç oluşturuyor”. Bu serinin alışageldik diyalogları nasıl başkalaştırdığından biraz bahsedebilir misin?
Altyazıları Yüksek Sesle Oku, bir yıl önce hayatta kendimi en çıkışsız hissettiğim zamanlarda, biraz aklımı dağıtmak için evde yaptığım bir oyundu aslında. Pandeminin en başlarında bütün belirsizlikler içinde evde bilgisayarın kamerası ile oynuyordum ne yaptığımı bilmeden. Ama sonra bu fikrin yarattığı hissi çok ilginç bulup beraber çalıştığım arkadaşlarımla paylaşınca bunu bir işe dönüştürmeye karar verdik. O noktada, ilk düşündüğüm şey de eğer seyirciyi bu işin merkezine koyacaksak hikâyede onun kim olduğu ve rolünün ne olduğuydu. Çünkü bu işte izleyiciler ekrandaki altyazıları okuyarak videodaki karakterle konuşup hikâyenin içinde ilerliyor. Böyle olunca o seyirci karakterini herkesin eşit bir şekilde sahiplenmesinin nasıl olacağını anlamaya çalıştım. Bu yüzden seyirci için herhangi bir cinsiyet kimliği olmayacağını varsayarak yaptık bütün işi. Dilde buna takılmadan ilerlemenin yolunu bulmak mümkün bir şekilde. İlk bölümün adı Dijital Öpüşme, oradaki karakter bir noktada seyirciyi, kendisi ile öpüşmek için ekranı öpmeye davet ediyor. İzleyen çok farklı kişilerden duyduklarıma göre, bu öpüşmenin ön koşulu kimlikten çok ilişkide kurulan güç ilişkileri oluyormuş. Zaten bu işin de en temelde araştırdığı şey o güç ilişkileriydi.
Kübra Uzun ile beraber gerçekleştirdiğiniz A Trans History Sung, geçtiğimiz Aralık ayında Berlin Volksbühne’de dijital performans olarak yayımlandı. Instagram üzerinde şekillenen bu proje, hem Instagram’da yazılanların takip edilebildiği, hem de çekimin izlenebildiği 5 kanallı bir videoya dönüştü. Bu projede kullandığınız araçların ulaşılabilirliği çok güçlü. Müzik aracılığıyla trans tarihine bir bakış sunmak hem ilgi çekiyor hem de bu ilgiyi politik bir konuya doğrultuyor. Projeyi ve nasıl ortaya çıktığını biraz daha detaylı anlatabilir misin?
Kübra ile biz aynı lisede okuduk. O zamanlar lisede beraber tiyatro yapıyorduk. Kübra aynı zamanda orkestranın solistiydi. Hayranlıkla onu izlerdim. 2020 yazında Kübra bana Volksbüehne için bu işi beraber yapmayı önerdiğinde, daha pandeminin ilk dalgasını yaşıyorduk. Kısıtlı imkânımızın olduğu, evlerden çıkamadığımız bir zamanda, Volksbüehne için Armen Avanessian & Enemies tarafından yazılan dijital tiyatronun geleceği manifestosunu takip ederek bizden bir iş yapmamız bekleniyordu. Durum böyle olunca, sahip olduğumuz koşullarla bize en güçlü gelen şey otobiyografik bir yerden işi düşünmek oldu. Kübra’nın hikâyesini Instagram canlı yayınında bir performansa dönüştürmek için Kübra’nın müzikal kariyerini onun hayat hikâyesi ile ilişkilendirmeye başladık. 17 Kasım 2020’de Instagram’da kapalı bir hesapta performans, bir kez canlı olarak gerçekleşti. Bir saat boyunca Kübra canlı yayında kendi hikâyesini mizahi bir dille anlatırken şarkılar söylüyor, bu sırada sadece gösterim sırasında hesaba çeşitli postlar ve metinler girilerek orada akan ikinci bir performans oluyordu. O gece gerçekleşen işin içerdiği başka detaylarla oluşan beş kanallı bir video-performansı da 2 Aralık 2020’de Volksbüehne kendi dijital sezonunda yayınladı.
Karantina sürecinde ister istemez dijital alanlara daha yakından bakıyor, mecraların potansiyellerini keşfediyor gibi görünüyorsun. Bu yılın devamında yeni projelerin olacak mı? Şu anda üzerinde çalıştığın dijital veya fiziksel projeler var mı?
Gelecek ay Viyana’da düzenlenen Wiener Festwochen’de Slavs and Tatars’ın küratörlüğünü yaptığı Pickle Bar’da yeni performans işim In Vein’i ilk defa gerçekleştireceğim. Bu iş için fiziksel olarak Viyana’da olmam gerekiyor ama önümüzdeki günlerde seyahat olasılıkları nasıl değişecek tam bilmiyorum. Bir de Almanya-Türkiye ortak yapımı yeni bir performans işinde yazar olarak yer alıyorum. Her an fiziksel olarak iş yapmakla ilgili koşulların değişebilme ihtimaline bir süre daha alışık olmamız gerektiği için aklımın bir köşesinde de yeni dijital işler yapmak var devamlı. Ama dijitalin henüz yerleşik kuralları ya da sistemleşmesi olmadığı için bu alanda iş üretmek de her şey kadar belirsiz.