Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Queer Sanat

Yeni diller ve özgürlük alanları için bir aradalık

Övül Ö. Durmuşoğlu’yla Gelecek Queer sergisini ve sonrasını, farklı kanallara açılan uluslararası küratörlük deneyimini ve toplumsal dinamiklerin sanatla ilişkisini konuştuk.

Photo: Christina Dimitriadis, 2019


Övül Ö. Durmuşoğlu’nu Türkiye sanat çevresi daha çok küratörlüğünü üstlendiği Kaos GL Derneği organizasyonuyla yapılan Gelecek Queer sergisiyle tanıyor. 2015-2016 yılında ARK Kültür’de gerçekleşen sergi hem Türkiye’deki LGBTİ+ hareketinin tarihini hem de queer sanatın bileşenlerini özgün bir küratoryal metodolojiyle karşımıza getirmişti.

Ancak tabii ki Övül’ün uzun ve farklı kanallara açılan bir küratörlük deneyimi var. Artsy’nin 2016 yılında yaptığı Avrupa’nın 20 Genç Etkileyici Küratörü seçkisinde yer aldı örneğin. İlk kurumsal sergisi “Data Recovery” ise 2008 yılında GaMEC Bergamo’nun uluslararası genç küratörlere verdiği Premio Lorenzo Bonaldi Award’ı almıştı. Bunun yanında röportajımızda da göreceğiniz gibi eğitim, yazı ve küratoryal projelerini birçok farklı kurumda sürdürüyor.

Övül Ö. Durmuşoğlu’yla son dönemdeki çalışmalarını, Gelecek Queer sergisini ve sonrasını, farklı toplumsal dinamiklerin sanatla ve birbirleriyle ilişkisini konuştuk.

Birkaç farklı sergi, eğitim projesinin içindesin sanırım. Öncelikle bu aralar neler yapıyorsun?

Benim için 2020 eğitim ve pedagoji süreçlerine ağırlık verdiğim bir yıl oldu. Berlin’de Berlin Sanat Üniversitesi’nde (UDK) ve Bram Sanat Üniversitesi’nde (HBK) birbirinden farklı gruplarla çalışma fırsatı buldum. UDK’daki çalışmalarım “graudate school” programı altında gerçekleşiyor. Graduate school’da Berlin’de çok fazla bulunmayan, transdisipliner sanatsal araştırma programında mentorluk ve ortak program yöneticiliği görevim var, birlikte sergi ve yayın üretiyoruz. “Graduate School”a seçilen projelerin üretilmesine yönelik danışmanlık veriyorum. 2021-2023 döneminde 7 araştırma pozisyonu için dünyanın her yerinden 700’ün üstünde başvuru aldık, bu da dünyada sanatsal araştırma ve destek programlarına ne kadar ihtiyaç duyulduğunun bir göstergesi.

HBK’da ise çok daha farklı bir formatta çoğunlukla lisans sanat öğrencileriyle çalışıyorum; sanat ve kuram dersini ve aynı zamanda master öğrencilerinin ortak. üretim programını yönetiyorum. Oradaki tartışmalar tabii daha farklı şekilleniyor. Farklı tandanslarda programlar olduğu için, ikisini bir arada yürütmek kolay olmamakla birlikte küratoryal çalışma anlayışımı oldukça tazelemiş durumda.

2020’de Die Balkone’nin yanı sıra Berlin’deki başka bir ortak çalışmam da Galerie Wedding’le. Galeri Wedding, Berlin Mitte Belediyesi’nin kültür alanlarından bir tanesi, daha çok Berlin’de yaşayan ve üreten güncel sanat komünitesiyle beraber çalışıyor. Bugün dayanışma kavramının ne anlama geldiğini ve ortak dayanışma formlarını tartışmaya açtığımız bu meclisi Kasım ayında online olarak gerceklestirdik. Soft Solidarity Assembly’nin yayın stüdyosu bannerlarını da Rüzgâr Buşki yaptı. 

2021’in sergi programı ise oldukça yoğun. Berlin’deki proje ortağım Joanna Warsza ile Kosova, Letonya ve Berlin’de üç proje gerçekleştiriyoruz. Bunlardan bir tanesi 2020’in ilk yarısında kendi mahallemizdeki sanatçılarla ortaklaşa ürettiğimiz Die Balkone’nin ikinci sergisi, Kosova’da Pristina, Prizren ve Ipek şehirlerinde şekil bulacak 3. Autostrada Bienali, diğeri de Riga’da Letonya Güncel Sanat Merkezi’nin yıllık büyük sergisi Survival Kit’in 2021 edisyonu.

Bunun yanı sıra İspanyolca ve Portekizce konuşan sanat dünyasıyla ortaklıklarım da devam ediyor. ARCO Madrid sanat fuarının genç galeriler kısmı Opening’in eş küratörlüğünü Julia Morandeira ile gerçekleştireceğiz. Madrid’de CA2M isimli çağdaş sanat müzesinde Pauline Boudry ve Renata Lorenz’in İspanya’da gerçekleştirecekleri ilk büyük solo prezentasyonu 2022’de açılacak. Boudry/Lorenz’in queer tarih üzerine enine boyuna düşünen on üç yıllık üretimlerini ele alan kapsamlı bir yayın da Ekim 2021’de meraklılarıyla buluşacak.

İnanılmaz yoğun duyuluyor. Berlin Bienali için de bir şeyler hazırlamıştın sanırım.

Evet, 2020 yılında yazı, küratoryal pratiğimin daha güçlü bir parçası haline geldi. Bu yaz pandemi sırasında oldukça zor koşullar altında gerçekleşen Berlin Bienali’nin sergi yayınında da yedi sanatçı ve kolektif üzerine yazdım. Türkiye’nin yakından tanıdığı Zehra Doğan, Arjantinli Mariela Scafati, yine Arjantinli Osias Yanov,  Berlin’de feminist sağlık ve dayanışma modelleri üzerine çalışan Feminist Health Care Research Group, uzun yıllardır birlikte çalıştığım Lübnanli sanatçı Marwa Arsanios, Londra’da yaşayan Roman aktivist ve sanatçı Delaine De La Bas ve Güney Koreli Young Jun Tak’ın yeni üretimleri üzerine yazabilmek çok keyifli oldu.

Bu bienalin en güzel özelliklerinden biri bütün süreçleri gerçek süreç olarak değerlendiren bir ekibe sahip olmalarıydı. Biz küratörler ve yazarlardan süreç boyunca sanatçılarla konuşmamızı, mümkünse atölyelerine gitmemizi ve yazıları birebir konuşmalarımız üzerinden kurmamızı tercih ettiler. Onların sayesinde biz de yazarlar olarak üretim sürecinin parçası haline gelebildik.

Bu sohbetimizde çoğunlukla Gelecek Queer sergisini konuşmak istiyoruz. Ancak öncesi de çok kıymetli. Çoğunlukla Türkiye dışında işler yaptığın için burada birçok kişi seni yakından tanımıyor aslında. Gelecek Queer’den önce neler yapmıştın? Bu sergiye açılan yolun taşları nasıl döşendi?

Gelecek Queer’e varan yolculuk epey uzun. Elimden geldiğince kısa bir şekilde anlatmaya çalışayım. Boğaziçi Üniversitesi’nde şimdiki adıyla Çeviribilim o zamanki adıyla Mütercim Tercümanlık bölümünü arka planda çok çeşitli öğrenci kulüpleri faaliyetleriyle bitirdikten sonra orada Mithat Alam’ın sinema dersinde aktif olduğumuz ekiple Altyazı Sinema Dergisi’ni kurduk. Sonrasında hayatımı sadece sinema üzerinden değil, görsele ilişkin farklı eleştirel çalışmalarla kurmanın benim için çok önemli olduğunu anladım. Sabancı Üniversitesi’ndeki Görsel Sanatlar yüksek lisansına da böyle bir süreç sonunda yöneldim.

Banu Cennetoğlu, Deniz, 2006. MMAG Foundation, Stars Are Closer and Clouds Are Nutritious Under Golden Trees sergisinden, 2019.

Küratörlüğü en başından beri sadece bir meslek veya kariyer olarak değil, anlam arayışı ve üretim ortamı olarak algıladım. O yüzden de diğer küratör meslektaşlarıma  kıyasla daha uzun bir yol takip ettim. Birebir işin mutfağında çeşitli projelerde, çeşitli seviyelerde çalışmayı, gerektiğinde sıfırdan öğrenmeyi ve ne yapmak istediğimi de böyle oluşturmayı seçtim. Malmö Sanat Akademisi’nde eleştirel çalışmalar okudum. Sonrası farklı projelerde çıraklıklarla sürdü. Documenta’dan sonra daha çok Almanya’da ilerleyen ama yine de Avrupa’da, Güney Amerika ve Orta Doğu’da devam eden bir küratoryal anlam dünyam oluştu. Çocukluğumdan gelen arkeoloji merakı, ailemden gelen musiki sevgisi, çeviribilim, bir Boğaziçi Üniversitesi sporu olarak ‘kulüpçülük’, sinema ve eleştirel çalışmalar üzerinden küratörlüğe gelmiş olmak da kendi özgün ufuğu olan, farklı alanlardan ve perspektiflerden beslenen meraklı bir küratörlük diline duyduğum arzuyu tetikledi.

Gerçekleştirdiklerime baktığımızda çoğunlukla politik öznellik üretimi, muhalefet formları, kolektif bellek, cinsiyet politikaları, alternatif tarih yazımı ve şiirsel politik dil üzerine şekillenen kurumsal sergi ve kamusal alan projelerinin yanına kamusal program, yazı ve eğitim gibi farklı alanlarda çalışmalar da ekleniyor.

Çoğu güncel sanat klanı küratörler de dahil olmak üzere benzer kaynaklardan beslenip sürekli benzer kaynaklara referans verip kendimizden başkalarına pek de hitap etmeyen kapalı monolitik dil ve terimler kullanıyoruz. Bu monoloğu kırabilmek sanata farklı hikâyelerden ve farklı disiplinlerden yaklaşırken kuram, şiir ve gündemin bir adım ötesiyle sürekli alışveriş halinde, gündelik gerçekliğin içinde olan diller kurmayı gerçekten dert edinerek mümkün diye düşünüyorum.

Çoğunlukla Türkiye dışında, uluslararası alanda çalıştın. Bu bilinçli bir tercih miydi, yoksa şans eseri mi oldu?

Alman anti-faşist hareketinin yanlış hatırlamıyorsam İspanya İç Savaşı sırasında atmaya başladığı çok güzel bir sloganı var: “Hoch die internationale Solidarität!” yani “Enternasyonal dayanışmayı yükselt”. Şans eseri değildi yani. Beklenmedik şeyler yapmayı, kalıp kırmayı ve kategoriler dışında düşünmeyi seviyorum. Yaptığım işler benim için sadece birer sergi, pozisyon ya da yazı değil aynı zamanda bütüncül bir dünya görüşü olarak şekilleniyor. Bu nedenle farklı kanallardan, altyapılardan beslenmeyi ve bu anlamda çatışmalarla karşılaşmayı ve oradan üretmeyi seviyorum.

Benim için çok netti, uluslararası bir alanda çalışarak buradan beslenerek ilerlemek. Eleştirel düşünme altyapılarının pratikle karşılaştığı, çarpıştığı noktalar benim projelerimde ve aldığım pozisyonlarda ön planda oluyor. Böyle bir altyapıyı özellikle de feminist ve queer bir kadın olarak daha çok uluslararası alanda geliştirebileceğime inandım ve öyle de oldu.

Bu uluslararası alanda Güney Amerika neden ilgini çekti peki? 

İkinci Dünya Savaşı sonrası demokrasilerinde veya demokrasi kurma çabasına müdahale edilen her ülkede sanatın bu müdahalelere verdiği cevaplar güncel sanat zemininin zenginleşmesine olanak sağlıyor. Özellikle Türkiye’de güncel sanatın alan olarak oturmasının, 1980 İhtilali’ne cevap olarak geliştiğini, aynı zamanda minör tonlarına meraklı yeni bir dil arayışı olarak geliştiğini söylemek çok mümkün.

Dünyaya baktığımız zaman bu tarz müdahaleler yaşayan, özgürlüklerini kurmaya çalışırken dışarıdan, emperyal sistemden diyelim, müdahaleler gören, buna sanatla cevap veren ve sanatsal dilini böyle geliştiren farklı coğrafyalar var.

İkinci Dünya Savaşı sonrasını liberal ekonomilerin oluşumu, liberal pazarların gelişimi ve Bandung Konferansı’yla anti-kolonyal tavırların da buna karşı duruşu şeklinde okursak bu çatışmalar 1950 sonrasında, 1968 kırılmasıyla ve 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla perçinlenerek günümüze kadar çok net bir şekilde geliyor. 

Güney Amerika bu anlamda benim çok ilgimi çekiyor. Baktığınızda hem kolonyal geçmişlerine karşı kendilerine yönelik eleştirilerle birlikte, hem de yaşadıkları dışarıdan ve askeri müdahalelere karşı kendini geliştirmiş, güçlendirmiş, bedenin kendisini politik bir eylemeye dönüştürmüş bir sanat dinamikleri çevresinden  bahsediyoruz. Benzer şeyleri kendi farklı özgün bağlamlarında Afrika ve Güney Asya ülkeleri için de düşünebiliriz.

Marwa Arsanios, Who’s Afraid of Ideology? Part I, 2018. MMAG Foundation, Stars Are Closer and Clouds Are Nutritious Under Golden Trees sergisinden, 2019.

Aslında bu yan yanalığı görmek çok güçlendirici oluyor, bu Berlin Bienali’nde bu tarihsel yan yanalık ve ilişkilenme sorularını çok net bir şekilde görebildik. Benim aynı anda hem Arjantinli, hem Lübnanlı, hem Türkiye’den Kürt bir sanatçı hem de Güney Koreli bir sanatçı hakkında yazıyor olmam çok tesadüf değil. Bu çok belli bir bakış açısı aslında, dünya tarihine ilişkin bir okuma: “Nasıl bir kesişimsel anlam ve hayal dünyasından besleniyoruz, nasıl görünür ve görünür olmayan muhalefet formları üretiyoruz”.

Orta Doğu da çok net bir şekilde Türkiye’nin kendi tarihsel ilişkisi, coğrafi yakınlıklar, din ve dayanışma biçimleri açısından,bütün çatışmalarıyla her zaman ilgimi çeken bir bölge. Daha farklı bir dünya ve birlikte yaşama pratiği adına bu birliktelikler, bu ilişkilenme biçimleri ve imgesel tarihler üzerinden taze diller oluşturmak benim için geleceği anlamlı kılıyor.

Gelelim queer sanata. Ama öncesinde şunu sormak istiyorum. Gelecek Queer’den önce Türkiye’deki LGBTİ+ dünyasını, queer sanatı takip ediyor muydun?

Benim ‘coming out’ sürecim yurt dışında gerçekleşti, kendimle barışmam için benim Türkiye dışına çıkmam gerekiyordu. Belki de o yüzden bir eleştirel mesafe de oluştu. Ama mümkün olduğunca Onur Yürüyüşlerine ve Onur Haftası etkinliklerine katıldım.  Her ne kadar yurtdışında olsam bile, İstanbul, İzmir ve Ankara’da olan süreçleri takip etmeye ve oralardan beslenmeye çalıştım. Çünkü ne olursa olsun bütün bu ele aldığım geniş dil perspektifini kurmak, kendi köküne hâkim olmaktan geliyor.

Ankaralıyım ben. Tabii ki Kaos GL Derneği’nin kapısının önünden çok geçtim. Biraz utangaçlık, biraz korku, çekingenlik beni daha önce Kaos GL’yle bir araya getirmedi.

Aylime Aslı Demir’den sergi teklifi geldiği zaman bu beni hem heyecanlandırdı hem de duygulandırdı. Söz konusu çok çetrefil, çok coşkulu ama aynı zamanda herkes için zorlu bir yirmi yıl. Özellikle 2015 sonrasını düşünürsek nasıl gelişeceği belli olmayan bir gelecek.

Boysan, Zeliş ve Mert’i aynı anda kaybetmek çok ağırdı. İstanbul’daydım bu kaza olduğu zaman. Bunu deneyimlemek çok sert ve duygusaldı.

Bunun üzerine sergi teklifi geldiğinde çok kısa sürede çok şey yapmamız gerekiyordu. Benim için bir yerinden başlamak, ne olursa olsun bu ilişkiyi kurmak, bu sergiyi yapmak kisisel olarak çok önemliydi. Kendi kendime düşündüm, parçası olduğum topluluk benden bir şeyler yapmamı istiyor, böyle bir diyaloğun her zaman gerçekleşme fırsatı olmuyor. Bu tarihin içerisine daha fazla girmek istedim.

Hepimizin hayatında değişiklik yarattı ama özellikle 2013’te Gezi sürecini yaşamak beni olduğum, doğduğum, büyüdüğüm yerlere çok yakınlaştırdı. Sanatsal ve küratoryal sorumluluklarımı yeniden düşündürdü. O süreçten sonra sergilerime ve yazılarıma bakıldığında daha belirginleştirdiğim politik bir tavır var. Daha net bir kaygı var. Keza YAMA’da gerçekleştirdiğim üç proje de bunun parçası olarak düşünülebilir. Gelecek Queer belki de bunun en somutlaştığı yer oldu.

Biraz da serginin zamanına bakalım. 2013 sonrası Türkiye LGBTİ+ hareketi açısından olumlu ve olumsuz yeniliklerle dolu. Bir yandan LGBTİ+ hareketi geniş bir meşruluk kazanmıştı. Diğer yandan bu geniş kitlelerce tanınma durumu saldırıları da artırmıştı. Bu bağlamda serginin gerçekleştirildiği 2015 yılını nasıl değerlendirirsin?  

Kendi adıma bu sürecin biraz daha erken başladığını söyleyebilirim. 2013 yılında Paul B. Preciado’nun yazdığı Testo Junkie kitabını okumakla queer fikriyatla olan kisisel ilişkim daha farklı bir yola girdi.

2014 yılında İstanbul’a gelen Moving Museum adında bir organizasyon vardı. Onlarla birlikte çalıştığım sırada Zach Blas’la performanslar gerçekleştirdik.MovingMuseum’daki konuşmasında ise Preciado’nun yazdığı Contra-Sexual Manifestoyu performans sırasında canlandırmıştık. Hatta bu performanstan sonra Zach Contra-Internet projesine girişti ve Contra-Sexual Manifesto’dan hareketle Contra-İnternet film serisine başladı.

Testo Junkie aslında dilin, felsefenin, politikanın dönüşebildiği, aynı zamanda farklı politik tarihlerin dişilden erile anonimleşen bir bedende nasIl bir arada okunabileceği ve birleştirebileceği konusunda bazı yerleri uyandırdı. Hatta Contra-Sexual Manifesto’nun bir kısmını Leman Sevda Darıcıoğlu’nun derlediği Queer Temaşa kitabı için çevirdim. O arayışın, o dilin parçası olmak önemliydi. Şu an Paul sadece kuir üzerine değil dünyanın dönüşümü üzerine yazdığı yazılarla günümüzün en aktif fikir insanlarından biri haline geldi.[1] Tek Gelecek Queer üzerinden oluşan bir düzen değil, bunu destekleyen, büyüten farklı kanallar ve diyaloglar var.

Gelecek Queer sergisinden, 2015.

Teknik diyebileceğimiz bir soru, Kaos GL Ankara temelli bir örgüt. Serginin İstanbul’da yapılması kararını nasıl ele aldınız?

Bu karar daha çok onlardan geldi, sergiyi İstanbul’da gerçekleştirmeyi istediler. Yeni kuşakların eski tarihi pek bilmemesi, o tarihi yeniden anlatabilmek gibi dertleri vardı. Türkiye’de güncel sanat daha çok İstanbul yoğun bir alan. Burayla kendilerini daha fazla ilişkilendirmek adına İstanbul’u tercih ettiler. Ama biliyorsunuz şu anda da yeni bir queer sanatçı rezidansı projesi gerçekleştiriyorlar Ankara’da.

Sergide hem arşiv malzemelerini, hem de sanat işlerini kullanıyorsun. Arşiv ve sanatı birleştirme düşüncesi nasıl gelişti?

Sergiyi planlarken arşiv parçalarını getirmek istedik. Daha önce kişisel alanlarda bulunan arşiv parçaları İstanbul’a geldi. O kutuları Aylime Aslı ile ilk açtığımız ânı hatırlıyorum, o materyalleri gördüğümüzde onları sergiye dahil etmemek gibi bir durum benim için söz konusu değildi. Bu arşiv sadece LGBTİ+’ların kamusal hayattaki varlığıyla ilişkileri değil genel olarak Türkiye’nin dönüşümü hakkında bir arşiv aslında.

Gelecek Queer sergisinden, 2015.

Hareketin ilk oluştuğu dönem, ilk ev toplantıları, ilk sokağa çıkış, ilk manifesto, ilk fotoğraflar, ilk pankartlar ve buradan nerelere ilerlendiğini aydınlatıyordu. Özellikle arşiv sergilerinde gördüğüm ve hissettiğim arşivlerin belirli bir alana kapatılıyor olması, bu doğrultuda sergiyle ve sanat eserleriyle çok fazla ilişkiye geçememesi. Bu sebeple özellikle sergi içerisinde arşivden katmanlar yaratmak ve o katmanları daha duyusal anlamda işlerle küratoryal olarak birleştirmek istedim.

Mesela ilk katta gördüğümüz fotoğraf tekrarlarını duvar kâğıtları gibi dizme metoduyla ilerledik. Aşağı katta ise gazete küpürlerinin aynı kopyalarından sınıf defteri veya okul gazetesi taklidi yapan duvar gazetelerı oluşturduk.

Orijinal olduğundan dolayı camın altına koymamız gereken mektuplar ve dokümanlar oldu ama mümkün olduğu kadarıyla o arşivi ve tarihi yakınlaştırmak ve bugünün ortasına yerleştirmekti derdim. Mektupların ve gazetelerin arasından beliren bir Gözde İlkin yerleştirmesi ve arşiv masalarının bir adım ötesinde artıkişler kolektifi’nin 2007’de Pembe Hayat’ın İş ve İşçi Bulma Kurumu önündeki eyleminden yola çıkan interaktif video ortamı… Derdimiz arşiv dokusunu sanat eserlerinin iyice içine sokabilmek, o andaki birleşmeyi, çarpışmayı, yan yanalığı sergi içinde görebilmekti.

Serginin sanatçıları temel olarak Kaos GL dergisinin orta sayfasında çalışmaları olan kişilerden oluşuyor. Bu önemli bir birikim. Sanatçıları sergiye nasıl dahil ettin?

Benim için sergiyi oluştururken Kaos GL dergisinin etkisi ve onun kurduğu dilin farklı kaynaklarını yeniden düşünmek çok önemliydi. Sanatçıları Kaos GL dergisine çeşitli şekillerde portfolyosunu veren kişiler arasından seçtik ve değerledik. Tabii bu Onur Haftası sergilerinde yapılandan biraz daha farklıydı. Queer düşünceyi öncelikle muhalif bir ortaklık ve işbirliği alanı olarak değerlendirmek istedik. O günün politik durumu da böyle bir bakışı gerektiriyordu. Kaos GL’nin daha önce görsel sanatlarla kurmaya çalıştığı ilişkiyi, farklı toplumsal eleştiri dinamiklerini queer ile bir araya getirip aynı zamanda ‘queer’i radikal bir ortaklık anlayışı, bir yan yanalık dili olarak yeniden düşünmek serginin altyapısını oluşturan olguydu. Bunu yaparken feminist queer metodolojilerden ve alternatif tarih yazım eylemlerinden daha çok beslendim. Her düşünce birbirini destekledi bu süreçte ve böylelikle organik bir form gelişti. Kısa zamanda organize edilmiş olmasına rağmen ne kadar sevilerek yapıldığı hemen fark edildi.

CANAN,Nihayet İçimdesin, 2001-15. Gelecek Queer sergisinden, 2015.

Onur Haftası sergilerinden nasıl bir farklılığı vardı?

Tek başına işlerini queer üzerinden tanımlamayan ama işlerini bir muhalefet formu olarak queer söyleme destek olmak adına kullanan sanatçılar bir araya geldi. Yurtdışından sanatçılar vardı, özellikle Berlin LGBTİ+ sahnesinden Susanne Winterling ve Pauline Boudry/Renate Lorenz gibi kıymetli sanatçıların desteği çok anlamlıydı. Bütün süreç çok kısa sürede gerçekleştiğinden dolayı, Türkiye’de bu serginin ne anlama geldiğini daha çok bilecek, anlayacak ve destek verecek sanatçılarla çalıştım.

Onur Haftası’nda yapılan sergilerse daha deneysel ve daha genç sanatçılara yer veriyor. Bu sergilerin kendini ifade etmek için yer bulamayan, olanak ve cesaret bulamamış sanatçılara alan açması bence gerçekten önemli ve devam etmesi gerekiyor.

Aynı zamanda da bu dilin başka bir şeye evrilmesi gerekiyordu, sonuçta Türkiye’de gücü, anlamı ve etkisiyle dünyanın en önemli queer, LGBTİ+ hareketlerinden biri var. Genel sergilere baktığınızda bunun güncel sanata ve söylemlerine yansıdığını çok fazla görmüyoruz. Queer, feminist bakışlar 2015 yılında sergiyi kurana kadar kenarda köşede değerlendirilen, sadece Onur Haftası süreçlerinde gösterilen, kurumların tutarlı şekilde benimsemediği, üstüne almadığı, takip etmediği söylemlerdi. Bunun biraz daha değiştiğini düşünüyorum. Geçmişten farklı duyulan cümleleri kurabilmek için birbirinden cesaret almaya ihtiyacımız var.

Bu anlamda Gelecek Queer’de çok iyi bildiğimizi düşündüğümüz cümlelerin nasıl farklı şekilde kurulacağını, ortak zengin dillerin nasıl çatılabileceğini, birbirimize güvendiğimizde işin nasıl daha farklı yerlere gidebileceğini görmek hepimize iyi geldi. Birbirini daha farklı yerlerden görebilme ama aslında aynı şeyi istediğini bilme öngörüsü bu serginin oluşmasında en büyük etkilerden biriydi.

Yan yanalığın 2013’ten beri tüm zorlu koşullara rağmen hâlâ var olduğunu söyleyebiliriz. Hepimizi halen ayakta tutan da aslında bu.   

Gelecek Queer sergisinden, 2015.

Queer sanat dediğimizde uzun yıllar güzel erkek bedeni görselleri üzerinden tanımlanan bir dil gördük. Ancak Gelecek Queer’in en kıymetli tarafı bence bunu değiştirmesiydi. Cisgender, eşcinsel erkek bakışının domine etmediği bir sergiydi. Bunu özellikle yaptığınızı düşünüyorum. 

Aslında bu LGBTİ+ hareketi içerisinde epey geçmişi olan bir tartışma. Cis ve trans kadınların görsel ve fiziksel olarak bu hareket içindeki yeri, harekete katkıları, ne kadar fark edildiği veya edilmediği meselesi ve bir de cis gey camiada ara ara kendini gösteren horror feminae ve lezbofobi tabii.

Yeni diller talep ederken öncelikle o yeni dilleri bizim kullanmamız gerekiyor. Cis gey dili genelde 1990’ların bütün queer hareketlerinde olduğu gibi Türkiye’de de ön plandaydı. Dünyada erkek, cis ve beyaz üstünlüğün hâkim olduğu bütün diller sorgulanıyor ve yıkılıyor. Özellikle son zamanlarda kültür sanat alanında da bunu çeşitli şekillerde deneyimliyoruz. Yeni kuşaklar kendilerini ‘they/them’ üzerinden daha özgürce tanımlamaya başladılar.

Türkiye’deyse farklı metodolojilerin, queer’in kapsadığı alanın daha net ortaya çıkması gerektiğini düşünüyorum. Bu işin sadece tarihsel ve özcü feminizmden öteye gittiği, feminizmin birleşebildiği/dönüştüğü, ve queer’le, transla bizi beslediği yeni özgürlük alanlarına ulaşabilmek… Bu uzun çaba ve emek gerektiren bir yolculuk tabii. Ama sergi çerçevesinde en azından bu yerlere işaret edebilmek, bu yerlerin hayalini kurmak özellikle o dönemde oldukça önemliydi. Farklı yüzleri, hikâyeleriyle hareketi ayakta tutan (çoğunlukla görünürde, ön planda olmayan) elemanların ve duruşların da metodolojiye dönüştüğü yerleri gösterebilmek istedim. Kaos GL’nin queer okulunu sergi içerisine taşımak, Lezbifem gibi grupları sergi alanına davet etmek de serginin söyleme ve eyleme alanını dönüştürdü.

Bütün bu konuştuklarımız ışığında şunu sorayım o halde. Serginin oluşturduğu bir ‘model’ var ve bunun başka sergilerde de tekrarlandığını gördüm. Bugün baktığında nasıl görüyorsun Gelecek Queer’i? 

Oluşan dilin, modelin farklı yerlere evrilmesi beni mutlu etti. Birbirimizden beslenmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Yeni coğrafyalar böyle kuruluyor ve anlam dünyaları böyle güçleniyor. Covid’le birlikte daha da farklı şekilde çetrefilleşen dünyaya baktığımızda, eğer biz birbirimize bakamayacaksak kimse bize bakamaz. Eğer biz birbirimize bu emeği ve saygıyı gösteremeyeceksek kimse yapamayacak. Bu anlamda belki de ürettiğimiz dillerin üzerine daha detaylı yazılması ve arkasında durulması gerekiyor. Fakat sonrasında yeterli analiz yapılmıyor, üzerine etraflıca düşünülmüyor. Modellerin nasıl evrildiğini, birbiriyle konuştuğunu ve birbirini nasıl takip ettiğini konuşma imkânı çok fazla olmuyor. Analiz ve eleştiri formları üzerine daha fazla konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Yaptıklarımızı sahiplenmeliyiz.

Bugün baktığımda Gelecek Queer’i 2015 yazından sonra YAMA için video olarak kurgulanan Liste ve araştırma süreci olarak Meksika ortaklığıyla başlattığım Güneş Fantastik projesiyle birlikte Türkiye’de ürettiğim en önemli sergi olarak görüyorum. Gelecek Queer ile birlikte araştırmaya başladığım “aesthetics of togetherness” yani “bir arada olma estetiği” hâlâ projelerimin ana damarını oluşturuyor. Kişisel dönüşümüm için de bu kamusal ‘coming out’un ayrı bir yeri var tabii. Hâlâ ne olduğumuzu ve ne olabileceğimizi kurban terminolojisinden öte bir yerde tanımlamaya hakkımız çok da yok. Özellikle cis ve trans kadınların. Hâlâ bu hakkı profesyonel bir dezavantaj olarak görenler var.

Üzerine de söylemem gerekir ki Gelecek Queer’in gördüğü muhteşem ilgiden sonra Kaos GL’nin sergi projelerine devam etmesi ve daha da ilerletmesi beni çok mutlu ediyor.

Bu sohbetimizden önce Viyana Sanat Akademisi’nde yaptığın “When the World Needs Togetherness” başlıklı konuşmanı dinledim. Gezi’den 2016 yılına kadarki Türkiye’deki sürece geliyorsun. The Politics of Everybody kitabına da özel olarak değiniyorsun. Bu kitapta senin ilgini çeken yön neydi? Hangi yönü ilham verdi?

O kitapta beni ilham almaya teşvik eden, genel akademik kategorilerin ötesinde birbirinden ayrı ama birbirini farklı şekillerde etkilemiş üç politik dilin ve teorinin bir araya gelmesi nasıl mümkün olur diye düşündürmesiydi.

Queer yöntemin de kendi içinde kaynaklandığı teorik ve yaşamsal yerlerden eksik olduğu yerler var. Aynı şekilde feminizmin ve keza Marksist fikriyatın da kör noktaları mevcut. Hepsinin en güçlü olduğu yerlerden cinsiyet meselesini, sınıf ve ırk sorularıyla birlikte düşündüğümüz başka bir kuramsal amalgam oluşturabilir miyiz? Bu kesişimleri konfor alanlarımızın ötesine taşıyarak yaptığımız işlerde, konuşmalarımızda, kurduğumuz sergilerde nasıl araştırabiliriz?

Benim için hâlâ önemli gündem bu. Bu düzende dil dönüşmeye devam ediyor, farklı yaptığım projeler de bu dilin dönüşmesine ve gelişmesine alan açıyor. Bu araştırmam hâlâ devam ediyor.

Susanne Sachsse and Marc Siegel, Die Balkone, 2021

Özellikle 2015’ten sonra yaşanan çok hızlı çözülme, belli birtakım şeyleri anında söyleme, anında cevap verme, anında tarihte işaretlemeye itiyordu. 2016’da Viyana’da yaptığım konuşmanın böyle bir altyapısı vardı. Orada söylediğim gibi, Gelecek Queer’ın altyapısında olan şey, Türkiye’nin LGBTİ+ hareketinin içerisinde sadece cinsel kimlik üzerine değil, farklı politik kaygılar ve bir aradalıklar yaratabilme arzusuyla çatılmış bazı çatılar. Onların hepsi binalaşmamış belki ama bu hareketi güçlendiren ve ayakta tutan şeyler. Bunun örneklerinin Kaos GL’nin, Lambdaistanbul’un yaptığı eylemlerde de ortaya çıktığını düşünüyorum. Hareketin bu yüzden güçlü olduğunu düşünüyorum. Yoksa tek başına queer, tek başına cinsel kimlik olsa mesele, “evlenebiliyor muyuz, cocuk yapabiliyor muyuz, vergileri ortak veriyor muyuz” çatışmasına girip dayanıyor.

Şu anda yaşadığımız gündem de bunun gerekliliğini bir kere daha gösteriyor. Çok ciddi bir sol çöküşü görüyoruz, yükselen bir sağ çıkışı görüyoruz, buna cevap vermekte çok ciddi, düşündürücü zorluklar çeken bir eleştirel toplum görüyoruz. Bu ciddi aşırı sağ hareketlerin içinde yükselen gey, lezbiyen politikacılar görüyoruz.  Anlam dünyalarının kaydığı, insanların politik duruşlarının çarpıldığı, kimin neyi söyleyip neyi söylemediğinin bilinmediği günlerden geçiyoruz. Yaşadığımız kaymaları inkâr ederek, göz ardı ederek yaşamak nereye kadar?

Özellikle böyle günlerden geçerken bu yeni, tutarlı, adalet talep eden, adaleti hayal etmek isteyen dilleri nereden kurabiliriz diye sürekli sormak gerekiyor. Ve tabii bu dışarıdan ithal edilecek ya da kopyalanacak bir şey değil, kendi deneyimlerimiz üzerinden, kendi ne yaptığımızın bilincinde olarak, yaptıklarımızın etkilerini okuyarak, yapılan hatalardan beslenerek, neyi nerede başardığımızın bilincinde olarak bu dili kurabilmek gerektiğini düşünüyorum. O yüzden burada nerede farklılaşıyoruz? Farklılaştığımız yerleri, gerçekten güçlü olduğumuz yerler olarak okuyabiliyor muyuz? Bu yeni dilleri kökleştirmekte, daha net ve somut adımlar atabiliyor muyuz? Nerelerde takılıyoruz? Bunlardan öğrenebiliyor muyuz?

Queer, feminist, trans, insan olmayana duyarlı ve ırkçılık karşıtı hareket daha çok önem kazanacak. Bu anlam dünyalarının birleştiği üretimler giderek daha fazla öne çıkacak çünkü hepimizin bunları duymaya ve böyle bir dünya hayal etmeye ihtiyacı var. Bu sebeple taşın altına elimizi koymamız gerekiyor.

Gelecek Queer sergisinin senin için çok önemli olduğunu dile getirmiştin. Bu sergi senin sonraki işlerine nasıl etki etti? 

En başta sergi formu konusunda daha deneysel hareket etmeme yardımcı olduğunu söyleyebilirim. İç güdülerimi dinlediğimde, doğru sezgilerle kurulan deneysel formların nasıl iyi işleyebileceğini gördükten sonra bunu daha farklı sergilerimde de aynı şekilde yapmaya, bu sezgileri daha fazla takip etmeye karar verdim. Ayrıca daha önce de söylediğim gibi Gelecek Queer ile birlikte araştırmaya başladığım ‘aesthetics of togetherness’ konusu gerek Die Balkone’de gerek Autostrada Bienali’nde şu anki projelerimin ana damarını oluşturuyor.

Soldan sağa: Yusef Audeh, Entre chien et loup, 2019 & The Speed of Fingers, 2019; Mai-Thu Perret, Untitled, 2016. MMAG Foundation, Stars Are Closer and Clouds Are Nutritious Under Golden Trees sergisinden, 2019.

Sergi ve araştırma formunun dönüşümün en fazla ortaya çıktığı sergi 2019’da Amman’daki çiçeği burnında MMAG Foundation’da iki aşamalı olarak yaptığım Stars Are Closer and Clouds Are Nutritious Under Golden Trees sergisi oldu. Bu sergi tarihin en azılı eşcinsellerinden Jean Genet’nin ölmeden önce yazdığı son kitap Sevdalı Tutsak’tan yola çıkıyor. Adı da Genet’nin Filistin coğrafyası ile ilgili yaptığı farklı tanımlardan geliyor. Gelecek Queer’den edindiğim birçok sezgi Amman’da başka şeylere dönüştü açıkçası. Genet’yi, Filistin özgürlük hareketiyle Kara Panterler hareketini kendi deyimiyle ‘bir beyaz pembe homoseksüel olarak’ paralel düzlemlerde düşünme öngörüsünü, queer arzuyla, özgürlük ve politik dönüşüm talebinin birbiriyle örtüştüğü yerleri feminist queer okumaların bize verdiği geçmiş devrim tarihleriyle taze şekillerde ilişkilenme imkânını serginin içerisine bütün çatışmalarıyla yerleştirmek benim için önemliydi.

Son olarak da bu kadar farklı ülkede çalışan biri olarak Türkiye’deki ve diğer ülkelerdeki queer sanat düşüncesini nasıl karşılaştırırsın?

Şu noktada bugünün politik meseleleri üzerinden okursak, genel olarak yükselen şiddetli sağın LGBTİ+ hareketine saldırdığını birçok yerde görüyoruz. Bunun yanı sıra “pink washing”le de sık sık karşılaşıyoruz, İsrail/ Filistin örneğinde ya da sağ partilerde ön plana çıkan gey ve lezbiyen politikacılarla. Bu sert kavgalar aynı zamanda Polonya’da, Şili’de, Arjantin’de, Brezilya’da da yaşanıyor. Hem feminist hareket, hem de LGBTİ+ hareketi şu anki yönetimlerle sert kavgalara giriyor. Avusturya’da queer içeriği olan kurumları desteklememe yönünde sağ partilerin yaptığı komisyon önerileri var. İçinden geçtiğimiz dönemle de çok alakalı. Umarım ABD’deki yönetim değişiminin etkilerini 2021 içerisinde görmeye başlarız. Birtakım şeyleri biz Türkiye’de kendi içimizde ve sadece bize özelmiş gibi yaşayabiliyoruz ama yaşanılan çatışmaları daha geniş çerçeveden görebildiğimiz zaman farklı dillerden ve deneyimlerden beslenebilme ve hareketi güçlendirme şansı olduğunu düşünüyorum.


[1] Paul B. Preciado’nun Artforum’daki yazılarını buradan okuyabilirsiniz: https://www.artforum.com/contributor/paul-b-preciado

İlginizi Çekebilir

Duyurular

Kreşendo'nun düzenlediği "Bu Festival Bizim," 1-8 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen birbirinden renkli konser, atölye ve konuşmalarla şehrin nabzını mutluluğun ritmiyle attırdı.

Söyleşi

Kreşendo’nun direktörü Beril Sarıaltun’la "Bu Festival Bizim"in üçüncü edisyonunu ve geleceğini konuştuk.

Gündem

Protodispatch’in bu sayısında küratör ve yazar Tamara Khasanova, cisimleşmiş ve arafta kalmış varlık halleri arasındaki hareketi, anlam inşa etmenin bir aracı ve de çatışma,...

Kütüphane

Cansu Yıldıran'ın Hara'da görülebilecek ilk kişisel sergisi "Vargit Çiçekleri"nin sergi metni Argonotlar Kütüphanesinde.