Geçen yaz “Dağdaki Keçi, Gökteki Ay, Sudaki Balık” sergisini Depo’da gördüğümüz sanatçı rezzan gümgüm bu Haziran’da ise Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde “kırmızı çizgiler/im” sergisini açtı. “kırmızı çizgiler/im,” rezzan gümgüm’ün 2019 yılında Ankara’da gerçekleştirdiği uzun süreli performansın kayıtlarını video, fotoğraf ve mekâna özgü yerleştirmeler olarak bir arada sergilenmesinden oluşuyor.
Cumhuriyetin başkenti olan Ankara’nın tarihinden bugüne temsil ettiği tahakküm, bürokrasi, katliam gibi kavramları kentin sonsuz griliğine yayılan kırmızı bir boyayla bozuyor sanatçı.
Otoriter siyasetin diline pelesenk olan “kırmızı çizgiler” insan ilişkilerinin dahi arasına bir ön yargı bariyeri olarak örülürken belki de bir otoriterleşme dilininin ve kültürününün dolaşım ağını genişletiyor. Belki?
Suriye’den Filistin’e bu ifade şemsiyesi altında itirazın, isyanın, dayanışmanın yerini dolduran sınır ihlalleri, hak gaspları, kayıp ve acıyı da hatırlatan sergideki işler kırmızı çizgilerimi bir çeşit yapı bozumuna uğratıyor. rezzan gümgüm’le kendi kurduğu oyunla direnmenin sergideki yansımalarına dair konuştuk.
“kırmızı çizgiler/im” çalışmanıza konu olan performansınızın bu sergiye dönüşüm sürecini konuşarak söze başlayabiliriz. Bu performans en başında bir sergi fikri etrafında mı tasarlandı yoksa bu bir çeşit eyleminizin sonrasında mı bir sergiye dönüştürme düşüncesi ve formları oluştu?
Ben çalışmalarımı bir sergi yapacağım düşüncesiyle başlatmıyorum. Gündelik yaşamımın bir parçası olan üretim biçimim her gün, her yerde olabiliyor. Araştırmalar, aldığım kayıtlar, biriken nesneler, notlar… Sonrasında sergileme söz konusu olabiliyor. 2019’da Ankara’da, iki aylık bir sürede, kırmızı boyayla kentin içinde yürümüş, kırmızı çizgiler oluşturmuş, çoğu zaman da video kaydı almıştım. Sonrasında elimdeki kayıtları iki video çalışmasına dönüştürdüm. Zıplamak adlı video, yaptığım performansa erbane adlı bir enstrümanın eşlik etmesinden oluşuyor. Bu videolardan ikisi, yani Ayakların İzinde ve Zıplamak 2019’un sonunda Ankara’da “Sokak Beni İyileştirir” adlı sergimde yer almıştı. Ancak, Kıraathane’deki “kırmızı çizgiler/im” sergisinde mekâna özgü farklı yerleştirmeler yaptım. Çalışmalarımı mekânın olanaklarına göre düzenleyerek paylaştım. Kapıdaki kırmızı lastik şerit yerleştirme, Direnişin Taktikleri videosu, ona eşlik eden kırmızı lastik ve Kıraathane İstanbul binasının dış yüzeyine asılı Yara adlı yerleştirme bu kavramın anlatımına eklendi. Bir performansın kayıtları sergilenirken mekânı da kavramsal bağlamda, işle birlikte yeniden düşünmek ve etkili bir anlatıma dönüştürme arayışı içinde olurum. Bu sergide de öyle oldu.
Serginize verdiğiniz “kırmızı çizgiler/im” ismi pek çok şeyi imliyor. Otoriter siyasetin en sevdiği ifadelerden ki zaman içinde aynı ifade insan ilişkilerindeki sınırlar için de çokça kullanılır oldu. Siz “kırmızı çizgiler/im,” ifadenizin vurgusunu anlatır mısınız?
Özellikle Filistin’e yapılan soykırım tüm acımazsızlığıyla devam ederken kırmızı çizgiler söyleminin sürekli olarak tekrarına ve ataerkil otoriteler tarafından tüm bu çizgilerle kuşatılma stratejilerine karşı taktiklerle yeni olasılıklar üzerine düşünmeyi teşvik edebilir belki.
Öte taraftan ben “kırmızı çizgiler/im” derken -im eki ile malik olmayı kastetmiyorum. Burdaki “ben” özne olmayan ben, bizlerin derinliklerindeki çoğulluğu imliyor. Kişisel bir şeyden çok kolektif olana vurgu yapıyor. Kırmızı çizgiler/im performans ve yerleştirmeleri gündelik hayatımızın yapılandırılmış ritminin dışına çıkma eylemi olarak boyanın sürekli olarak yere akıtılması, oluşan kırmızı çizgilerin sürekli ihlali, bu eylemin yapılandırılmış sınırları yürüyerek, esneterek, zıplayarak, üzerine basarak ya da onunla oyun oynayarak ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim olarak okunabilir.
Öyleyse “kırmızı çizgiler” ifadesini ters yüz eden bir kavramsal düşünme olanağı olduğunu söyleyebiliriz sanırım.
Elbette. Zaten bu söylemin çevremizi, bizi kuşattığı bir yerden kırmızı çizgiler/im performans, video ve yerleştirmeleri bir bütün olarak bu söyleme bir karşı duruşa işaret ediyor. Sevgili Marina Papazyan’ın serginin kavramsal çerçevesine dair “normalliğe ihanet etmek: kırmızı çizgiler, büyük hapishane ve uzun aralık” başlıklı yazısı bu serginin bağlamı ile güçlü bir ilişki kuruyor. Kıraathane İstanbul’un kırmızı çizgiler/im bülteninde yazıya ulaşılabilir.
Peki performans mekânının Ankara olması -bir kent olarak temsil ettikleri düşünülürse- anlatınızı destekleyen bir rol alıyor mu?
Dünyanın farklı coğrafyalarında da yapılabileceği gibi Ankara’da bu performansı yapmış olmam, kavramsal olarak bu eylemin anlamını ve amacını pekiştirdiğini ifade edebilirim.
Sokaklarda yürüyerek plastik bir şişeden akıttığınız kırmızı boyanın oluşturduğu çizginin üzerine bazen düşen gölgeniz cinayet mahalini andırıyor bazen de o kırmızı hattın üzerinde çizgi oyunu oynuyor, bir çeşit dans performansa da dönüştürüyorsunuz. Bu vidolar bazen bütün bazen birbirini doğrudan takip etmeyen kesitler halinde sergileniyor. İçinde yaşadığımız bölgenin haritası bedeninizle iç içe geçiyor vs. Estetik anlamda bu kurgu seçimleri ile nasıl bir parça bütün ilişkisi oluşturduğunuzu düşünüyorsunuz?
Bu çalışma, yürüme eylemi sırasında çekilen videoların üst üste bindirilmesi ve dijital kolaj ile transparan etki elde edilmesinden oluşuyor; her biri farklı bir sokakta yürümeler ile kırmızı çizgilere ait olan görüntülerin üst üste yerleştirilmesi sonucunda gerçekleşen kesintisiz yürüme eyleminin ve kırmızı çizgiyi ihlalin sürekli olarak tekrarı gösteriliyor. Çalışmada bu tekrardaki ısrara dikkat çekilmek istenirken, aynı zamanda yaşamın içindeki renkler ve hareketler merkeze alınarak hareketlerin birbirinin içine girdiği, insanlardan ulaşım araçlarına kadar her şeyin, hatta esen rüzgârda uçuşan poşetlerin bile hissedildiği görülüyor.
Burada, hissedilmeyen tüm hareketleri bir biçimde görünür kılmaya çabaladım. Yürüme, gündelik yaşamın önemli bir parçası ve bu eylemle sokaktaki hareketler farklı formlara dönüşüyor. Bu çalışma bir yandan gündelik hayatta devinimi ve oluşu vurgulamak olarak diğer yandan gerçekleşebilecek “beklenmeyen”e dikkatleri çekmek olarak okunabilir.
Geçen yıl Depo’da “Dağdaki Keçi, Gökteki Ay, Sudaki Balık” serginizdeki işlerin formu daha başkaydı. Dersim’deki bio-kültürel çeşitliliğe ve yapılan müdahalelerin onarılması bazen güç bazen imkansız sonuçlar doğurduğuna odaklandınız. Daha geniş anlamda ise nerde yaşanırsa yaşansın ekokırımla yitirilen doğayı ve kültürel çeşitliliği tartıştırıyordu işleriniz. Bir çeşit Dersim doğasının belleğini taşıyordu sergi İstanbul’a. Dersim’den Ankara’ya baktığımızda kent sandığımız beton grisini görüyoruz. Bu iki sergi fikri arasında siz nasıl bir paralellik kurarsınız? Yine buradan hareketle işlerin formu, yöntemi nasıl değişti, şekillendi?
Kent ve kırsal alanlarda gündelik yaşamın eleştirisi üzerine araştırmalar ve sanatsal üretimler yapıyorum. Ekolojik ve politik meseleler temelinde kimlik, cinsiyet, yerinden edilme, bio-kültürel çeşitlilik vb. konulara dikkat çekmeye çabalıyorum. Bu iki çalışma temelde bir farklılık barındırmıyor. Anlatım dili ve pratikleri de benzer denilebilir. Farklı olan kısım “Dağdaki Keçi, Gökteki Ay, Sudaki Balık”ın uzun soluklu bir sanat araştırmasının başlangıç çıktılarının paylaşıldığı bir çalışma olması. Spesifik olarak bir coğrafyanın bir bütün olarak maruz bırakıldığı sorunlara odaklanıyor.
Araştırmanın verilerinin sanatsal ifade olanaklarının araştırıldığı bir süreç sonunda Dersim coğrafyasının kolektif hafızasının mekânlarına, mitlerine, ritüellerine, canlı cansız tüm varlıklarının yaşam hakkına ve egemen aklın bu mekânlara, doğaya ve insanına uyguladığı fütursuz müdahaleye karşı kendi hikayelerini, kendi anlatım dilini kurarak ifade etmeye, görünür kılmaya çabalıyor.
Ankara kentinde kamusal alanın algısını araştırmaya ve gözlemlemeye yönelik işimdeyse, insanların gündelik hayatlarındaki rutin hareket döngüsünün içine yaramaz bir oyun izdüşümündeki performansımı bırakıverdim. Kırmızı çizgiye basmaktan kaçınıp, yollarını değiştirenler olduğu kadar, farkında olmadan ya da umursamadan üzerine basıp geçenlerin de olduğunu gördüm. Çok önemli olduğuna inanılan otoritelerin keyfiyetleriyle çekiliveren çizgilerin ve sınırların, şuursuzca içinde kalınan duvarların ve yasakların ridikülize etmenin verdiği keyifle bu oyunu oynadım.
Mekânsal olarak belirlenmiş yeni bir çalışma ya da aktivizm rotanız var mı?
“Dağdaki Keçi, Gökteki Ay, Sudaki Balık” projesinin devamını bir başka ifade ile ikinci bölümünü yerinden edilmiş olan, göç etmek zorunda kalanlarla Berlin’de gerçekleştireceğim. Berlin Senatosu Misafir Sanatçı Programı kapsamında araştırmalarımı önümüzdeki aylarda gerçekleştirmeyi planlıyorum.