Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Millî Reasürans Sanat Galerisi Arşivi /

Zamanı Tutmak: Arif Aşçı

Millî Reasürans Sanat Galerisi arşivi dizimizin dördüncü konuğu Arif Aşçı! Károly Aliotti’nin kaleme aldığı sergi metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Jeju Adası-Güney Kore, C-Print, 2008

1958 Yılında Adana’da doğan Arif Aşçı, 1975-1982 yılları arasında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim öğrenimi gördü. Fotoğrafa, 1986 yılında çıktığı ve üç yıl süren Asya yolculuğu sırasında başladı. Yolculuk sırasında yaptığı çekimler ile Turkuaz belgeselini oluşturdu. 1996’da Çin’den başlayarak tarihi İpek Yolu güzergahını on sekiz ay boyunca bir deve kervanıyla yürüyerek katetti. Bu yolculuk daha sonra İpek Yolunda Son Kervan adıyla kitaplaştırıldı. Bu yolculuklar fotoğrafçı Arif Aşçı’nın kimliğini oluşturmasında etkili oldu. Kendine özgü fotoğraf diliyle hazırladığı Bahtabakan, Seul, İstanbul-Panorama, İstanbul’un Sokak Kedileri, İstanbul’un Sokak Köpekleri ve İstanbul’un Kuşları (İş Bankası Kültür Yayınları) sanatçının yayımlanmış olan fotoğraf kitaplarındandır.

Arif Aşçı’nın 2016 yılında Millî Reasürans Sanat Galerisi için hazırladığı “Yelkovan” başlıklı sergisi 5 yıllık bir sürecin sonunda ortaya çıkan fotoğraflardan oluşuyor. Her gün, her an, bakıp, dikkat etmediğimiz şeylerin birbirleriyle kurdukları gizli görsel bağlantıların sırlarını açıklamaya çalışıyor. Birkaç dakika sonra, görsel hafızalarımızdan sonsuza kadar silinip gidecek olan renkli bir ışık hüzmesi, sayısız tesadüflerin sonucu, ait olduğu doğal mekânından kopartılıp beklenmedik bir şekilde bir araya gelmiş eşyalara şiirsel bir gizem yüklüyor. Sergi için hazırlanan yayında Károly Aliotti tarafından kaleme alınan sergi metni yer alıyor. Sergi kitabına ulaşmak için Millî Reasürans Sanat Galerisi’yle e-posta (sanatgalerisi@millireasuranssanatgalerisi.com) adresi üzerinden iletişime geçilebilir.


Doğduğu Adana’dan elinde bir tomar kâğıtla gördüğü her şeyi çizen bir güzel sanatlar akademisi öğrencisi olarak ilk kez İstanbul’a geldiğinde on yedi yaşındaydı, Arif Aşçı. Bugün de hâlâ her fırsatta her şeyin esasının resim olduğunu vurguluyor: “İki boyutlu bir yüzeye bir görsel macera sığdırabilmek. Bu bir insan yüzü, bir hayvan imgesi, dini bir hikâye, bir motif ya da boyalı bir el izi olabilir. Her şeyin başlangıcı resim!” Lascaux mağaralarında, Bizans ikonalarında, Eski Mısır’da, Ortaçağ veya Rönesans’ta, insanlık tarihi boyunca sanatçıların kaygısı hep aynı olmuştur; zaman içinde akıp giden o görüntü zincirinden birini alıp sabitlemek, o ânı dondurmak, belki de geleceğe bırakmak… Susan Sontag’ın fotoğraf üzerine yazılarında dile getirdiği bir konu bu: “Fotoğraf sadece ele aldığı konuya biat etmez; konusunun bir parçası, bir uzantısıdır. Konuyu ele geçirmenin, ona hükmetmenin bir yöntemi.”[1] İnsanoğlunun trajedisi her zaman ölümlü olduğunun bilincinde olmasıdır çünkü. Sanat ise, Aşçı’nın deyimi ile “bu trajediye karşı, toz olup zamanın karanlığına karışma düşüncesine karşı zayıf bir çırpınıştır.”

İdolleri Brancusi, Rothko, Giacometti olan bir fotoğrafçıdan bahsediyoruz. Hepsi gerçeğin, elle tutulur olanın, gözle görülenin ötesinde bir his arayan; özün, tözün, yakalanamayanın peşinden koşan kişiler. “Dünyanın nesnesel gerçekliğine ve varlıkların tözüne sadık kalıyorum.”[2] diyerek kendi sanat yaklaşımını can alıcı bir cümle ile özetleyen Rothko. Kendi sanatına soyut diyenleri embesil olmakla suçlayıp hakikatin dış kabukta değil; fikirde bir şeyin özünde olduğunu savunan Brancusi. “Görmekten arta kalan tortudur sanat”[3]  ömrü boyunca bakma, seyretme ve deneyimleme meselesini dert etmiş Giacometti.

İstanbul, C-Print, 2009

John Berger, fotoğrafın bir lisanı olmadığını, çekilen bir fotoğraftaki görselin aniden bir ışığın yansıması olarak var olduğunu ve resmin tam aksine, bir deneyim ve bilinç içermediğini savunuyordu. Peki, madem sanat macerasına Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi ile başladı Arif Aşçı, neden bu kaygıları belki de en zor ele alabileceği yöntem olan fotoğrafı seçti? Bunu kendisine sorduğumuzda içten bir cevap alıyoruz: “Hayatın kendi rol dağıtımını, kendi tiyatrosunu kurmasını bekleyip, bir daha tekrar etmeyecek olan o anı en uygun zamanda en uygun açıdan belgelemek.” Çünkü Arif Aşçı haberci değil;sosyal sorunlara dikkat çekmeye de çalışmıyor. Bir belgesel fotoğrafçısı hiç değil. Sadece her fotoğrafa “alabileceği kadar, taşıyabileceği kadar” bir duygu yüklemeye çalışıyor. Her ne kadar “İnsanlığı kurtarmaya çalışmıyorum” dese de, aslında bence tam da bunu yapıyor, yalnızca sezgilerinin peşinden giderek.

“İyi sanatta parlak bir fikirden daha fazlası olmalı. Sezgi, ruh, vicdan, çok özel bir harmandır; bu denge olmalı.” diyor sanatçı. Evet, fotoğraflarının bir çeşit görsel şiir olmasına dikkat ediyor her zaman. Ve bunu ne kadar başarırsa, fotoğrafın o kadar uzun ömürlü olacağına inanıyor. Bu yaklaşım şüphesiz resimle olan ilişkisinden kaynaklanıyor.

Batum-Gürcistan, C-Print, 2009

Resim eğitiminden geçen Aşçı, sonradan yakın dostu da olan Josef Koudelka’nın ‘Çingeneler’ kitabını almış bir gün ve ona her gün kutsal kitap gibi bakıyor. “Nasıl olur, minicik bir makineyle küçücük bir fotoğraf karesine bu kadar duygu yoğunluğu nasıl yüklenebilir? Bu nasıl başarılır?” diyerek saçını başını yoluyor. O noktada “Tamam, fotoğrafla yaşanır. Yani ömrün merkezine fotoğraf konabilir. Fotoğrafla duyduğum, düşündüğüm, hissettiğim herşeyi verebilirim” diyor. 

Arif Aşçı fotoğraflarına bakarken izleyiciye de çok iş düşüyor. Öncelikle onun çevresine dikkatlice baktığı gibi bakmak düşüyor. Anlamaya, değerlendirmeye çalışarak değil, deneyimlemeye çalışarak. Önyargısız. İçgüdülerimiz ile anlamaya çalışmalıyız onun fotoğraflarını. Tanpınar’ın “Düşünmek için durmak lazım” lazım dediği şey.

İstanbul, C-Print, 2010

Bu fotoğrafların tadına varmak için de durmayı bilmek lazım. Sarı plastik çatının ışıkla parlamasına uzunca bakmak, duvara yansıdığında oluşan turunculara dikkat etmek lazım. Işığın renk demek olduğunu, rengin ışık olduğunu hatırlamak lazım. Işık ve renkte olan nüansların hepsinde bir sonsuzluğun var olduğunu hatırlamak lazım. Kırmızı duvara ışık vurduğunda duvarın her bölümününde, -karmin, vermilyon, skarlet, terra cotta- ayrı bir ton kırmızı olduğunu fark etmekten öte deneyimlemek lazım. John Logan’ın Rothko ile ilgili piyesindeki sahne gibi: “Kırmızı da neymiş? Delacroix’nın tablosundaki Fransız bayrağının kırmızısı mı? Istakoz mu? Lale? Biber? Trafik ışıklarının kırmızısı mı? Spor araba kırmızısı mı? Şeytan kırmızısı mı? Dur işareti, Rus bayrağı, Çin bayrağı? Şarap? Kan? Günbatımı, nar, Noel Baba? Yakut kırmızısı veya El Greco resmindeki elbiseler mi? Kalp atışı, tutku, ruj, lav? Bir tavşanın burnu, albinonun gözü? Tiziano’nun resimlerindeki saç rengi? Kırmızı işte…” Uzunca bakmak lazım, seyretmek… Bütün nüansları hissetmek. Hofmannsthal’in deyimi ile “yazılmamış bir şeyi okumak” belki de. Arif Aşçı’nın fotoğrafında kırmızı duvarın önünde duran topun turuncusuna gülümsemek lazım. Dik bir köşe duvarının arkada oluşturduğu gölgeden zevk almak lazım. Ve en önemlisi de bu renk, ışık ve gölge oyunlarının gelip geçici olduğunu ve birkaç dakika içinde kaybolacağını bilmek, kabullenmek lazım.

İstanbul, C-Print, 2008

Çok yalnız bir deneyim bu. “Karşısındakinin yalnızlığını muhafaza etmeyi, iki insan arasındaki bağın ulaşabileceği en yüksek amaç olarak görüyorum.”[4] diyor Rainer Maria Rilke. Arif Aşçı’nın fotoğrafları tam da bu yüzden herkese dokunmayı başarıyor; izleyiciyi yalnız bırakmayı başardığı için. O etrafını gözlemlerken ne kadar mütevazı ve yalın bir göz ile bakıyorsa, fotoğrafları da bize hiçbir anlatım dayatmadığı için.

Batum-Gürcistan, C-Print, 2010

Aşçı, fotoğraflarında verilmesi gereken bir mesajdan çok daha ötesini arıyor. Her bakanın fotoğraflarında kendi hikâyesini kurmasını istiyor. Kore’de kaldığı dönem Magnum’dan Rus fotoğrafçı Gueorgui Pinkhassov’la tanışma fırsatını bulmuştu. “Göstere göstere gösteren fotoğraflar vardır. Göstermeyerek gizleyerek saklayarak derdini anlatan fotoğraflar vardır.” demişti ona Pinkhassov… Arif Aşçı’nın fotoğraf adına yapmak istediklerini bundan daha iyi açıklayan bir cümle yok.

“Yelkovan” adlı bu sergi, bütün bu düşünceleri harmanladığı için bu kadar önemli. Sergiye verilen “Yelkovan” adı, çok hassas bir seçim: Yelkovan geçen zamanın dakika koludur, ince ayarıdır. Teker teker geçen dakikaların hatırlatılmasıdır. Kaçıp giden anları tutamayacağımızı bildiğimiz için, onları yaşamanın, deneyimlemenin, hissiyatını yaşamanın önemimi bize hatırlatır “Yelkovan”. Bir röportajında, Aşçı tek “keşke”sinin her akşam o gün çektiği fotoğraflarla ilgili notlar almamış olması olduğunu itiraf etmişti. Zamanı tutamıyorsak, belki de deneyimi sabitlemek mümkün. 

“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki zaman ve mekân, insanla mevcuttur.”

― Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Zaman akışının merkezinde olan deneyim ise tanıklık etmekten geçiyor; dakikalarca, saatlerce izlemek, seyretmek, seyretmek, seyahat etmek. Başka bir anlamı da var “Yelkovan”ın: denizin bir karış üzerinden, suya değmeden uçarak kilometrelerce seyir halinde kalabilen bir fırtına kuşu. Zaman da, tıpkı yelkovan kuşu gibi, hiç suya değmeden, hızla akıp geçmiyor mu? Bu kuşun tehlike altında olması da ayrı bir tesadüftür belki de. Mana, hissiyat, duygu, hele ki zaman… Bunlar da aslında tehlike altında değil mi?


[1] Susan Sontag, On Photography, Picador Editions, s.155, 1977

[2]  Mark Rothko,  David Porter Gallery Washington DC, 1945 (Sergi katalog metninden alıntı)

[3]  Alberto Giacometti, André Parinaud ile bir söyleşide, Écrits, Edition Hermann / “le résidu d’une vision”, Haziran 1962

[4] Rainer Maria Rilke, Letters of Rainer Maria Rilke 1892-1910, The Norton Editions, 1969


Bu yazı 2 Mart – 15 nisan 2016 tarihleri arasında Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde gerçekleşen “Yelkovan” sergisinin metnidir.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

Seda Niğbolu'nun Sanat Dünyamız'daki sanat tarihinde sokak köpeklerinin temsiline odaklanan yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

Kütüphane

Fırat Arapoğlu'nun Çağla Cabaoğlu Galeri’nin 25. yılı kapsamındaki sergileri ele aldığı yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde yer alan “Asılı Şimdi” sergisi üzerinden Serkan Aka’yla rüzgarda savrulan tülleri, duvarlara vuran ışık yansımalarını ve kurduğu ses dünyasını konuştuk.

Kütüphane

Eda Emirdağ'ın Belly Button adlı fanzin çalışmasına eşlik eden makale Argonotlar Kütüphanesinde.