Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

Ayça Damgacı ve Tümay Göktepe ile Patrida filmi üzerine

Oyuncu Ayça Damgacı ve Tümay Göktepe’nin ilk yönetmenlik denemesi olan Patrida Ayça’nın babası İsmet Bey’in 45 yıl gizli kalmış göç hikâyesinin peşine düşüyor.

Konuşulmayanın, anlatılmayanın peşinden gidip uzun bir yolculuğa çıkan Ayça Damgacı ve Tümay Göktepe bize göçün ve kimlik arayışının hikâyesini anlatıyorök. İskeçe’de doğmuş, Zürih’te büyümüş, 16 yaşında Türkiye’ye taşınmak zorunda kalmış İsmet’in hikâyesi Patrida İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması’nda yer aldı. Hiç görülmemiş ve yaşanmamış bir ülkeye “geri dönmeyi” tersine göç yolculuğu ile anlatan Patrida Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde tekrar gösterilecek. Yönetmenler Ayça Damgacı ve Tümay Göktepe ile filmin fikir aşamasından çekim süreçlerine uzanan bir sohbet gerçekleştirdik.

Filmde babanız İsmet Bey’in kendi göç hikâyesini sizlere, çocuklarına hiç anlatmadığını söylüyorsunuz. Film boyunca filmin anlatısı ile iç içe geçen eski fotoğraf ve videolar görüyoruz. İlk ne zaman ve nasıl bu fotoğraf ve videoların hikâyesini öğrendiniz? Film fikrine dönüşme sürecinden bahsedebilir misiniz?

Ayça: Öncelikle şunu söylemeliyim, her zaman kendi sınıfına ait kişilerin -başta annen ve babanın-, yetiştirildiğin okul ortamının sunduğu, atamaya çalıştığı aidiyet ve kimliklerden kendimi bildim bileli rahatsızlık duymuş bir insanım ben. Bunun içinde etnik aidiyet de var cinsiyet kimliği de… Uzun zamandır en çok kafamı kurcalayan da etnik ve sınıfsal aidiyet meselesi. Benim için bu filmin çıkış noktası bu oldu. Bu rahatsızlıkları yıllar içinde biriktirmiş ve bunlara karşı durmaya çalışmış biri olarak kendi hikâyemi nasıl anlatabileceğimin peşine düşmüştüm ki tam o sırada babamın deportasyon hikâyesi ile karşılaştım. Karşılaşma da şöyle yaşandı; annem, babam, halam ve kuzenim seyahate çıkıyorlar ve hikâye orada ortaya çıkıyor. Ben yoktum yanlarında. Hiçbir akrabamızın, annemin, benim 45 sene boyunca bilmediği bu hikâyeyi öğrenince zihnimde bir şeyler çözüldü. Babam, filmde her ne kadar tatlı bir figür olarak gözükse de tabii ki baba ya da patriyarkal bir kişi olduğundan, onun baskın fikirleri ile çatışmalı bir süreç geçirmiş biriyim. Benim içimdeki bu çatışmadan, bu birikmeden yola çıkarak bu film oluştu. Ailemin aslında batı Trakyalı olması, evde her zaman dillere dolanmış bir batı Trakya miti var ama en üst, en medeni kültürün İsviçre kültürü olarak sunulması; tam bir Batılı gibi yetiştirilmem, Almanca öğrenmem… Bunca teşvik ama benim bu kalıba bir türlü uyamamam… Bu hikâyeyi anlatmamda asıl etkili olan süreç bunlardır sanırım. Her ne kadar bir yanıyla benim kişisel meselelerim gibi görünse de, bir yandan da İstanbul’da, Şişli, Mecidiyeköy, Levent civarında yaşayan bir grup insanın ortak durumu bu.

Tümay: Ben de benzer bir aileden geliyorum. Benim de baba tarafım Girit’ten gelmiş. Anne tarafım da Selanik Kavala’dan. Böyle bir aileyiz. Genelde geçmişimizle alakalı ailemiz tarafından pek fazla bilgi aktarımı olmuyor, olmadı. Tabii Ayça’nın ailesinde böyle bir hikâyeyle karşılaşınca benim de çok ilgimi çekti. Bir yandan, benim ailemde bu bilgi arayışında cevaplar bulabileceğim insanlar artık çok az olduğu için ben de kendimi onun hikâyesiyle beraber eş konumda buldum.

Ayça: Öyle ki, bazen babamız falan diyordu Tümay. Şimdi de babam bazen bize mail yazıyor “kızlarım” diye hitap ediyor.

Patrida filminden bir kare.

Hikâyeler fiziksel olarak kesişmese de bir şekilde hikâyelerimiz kesişmiş olabiliyor.

Ayça: Tabii ki aynı zamanda sevgiliyiz, hayat arkadaşıyız. Birbirimizin hikâyelerinde birbirimizi bulduğumuz yoğun, çok katmanlı bir ilişkimiz var. 

Tümay: Evet ben de katılıyorum tabii ki çünkü çok özel bir hikâye. Sırların ortaya çıkması önemli bir tema filmde. İsmet Bey filmde de söylüyor: “Herkesin kendi sırlarını kendine saklama hakkı vardır” diye. Burada tabii ki birçok toplumsal sebep var sır saklamanın arkasında. Bir durumdan utanmak, sınıfsal itibar kaybı tehlikesi gibi endişeler var. Ama bence paylaşmak her şeyi daha kıymetli yapıyor; bütün hayatı, ailemizin hikâyelerini. Hep buna inandım şimdi de bu inancımı dile getirecek filmi yaptık…

Ayça: Proje aşamasındayken hep diyordum: “Kim bu beyaz Türkler? Mecidiyeköy’de, Şişli’de, Gayrettepe’de, Levent’te yaşayan bu insanlar kim?” Her bayramda balkonlarına bayrak asan, yürekten Kemalist… Kim bu insanlar?

Birkaç yıl önce Barış Ünlü ’nün Türklük Sözleşmesi adlı kitabına denk geldik. O kitap bana çok iyi bir analiz sundu. Türkiye’de, İttihatçılar sonrası, son 100 yıllık toplumsal gelişimin analizini anlatıyor. Müthiş bir şey. Nasıl önce Müslümanlık sözleşmesi çerçevesinde el sıkışılıyorsa cumhuriyet ile beraber Türklük sözleşmesi etrafında buluşuluyor. Bu konuda el sıkışmayanlar nasıl bertaraf ediliyor, cumhuriyetten sonra ne gibi tehcir ve asimilasyon politikaları uygulanıyor onu anlatıyor kitap. Bu hikâyelerle kendi hikâyem ilişkilendi. Göçmenlik… Bütün Türkiye mi göçmen acaba? Bu kadar mı kendilerini, hikâyelerini saklamaya çalışıyorlar? Bu kadar mı değersizlik hissiyle başka bir üst kimliğe ve üst kimliğin göstergelerini birbirlerinin kafasına vuracak kadar sıkı sıkı sahipleniyorlar? Kaldı ki benim babam daha ılıman bir ulusalcıdır.

Ay.a Damgacı & Tümay Göktepe

Sizin de bahsettiğiniz gibi İsmet Bey’in bu sorgulamadan kaçınması öne çıkıyor, görüyoruz bunu da filmde. Ayça, hem parçası olduğun hem de anlatıcısı olduğun bir hikâyeye yönetmen olarak mesafe koyma gereği duydun mu? Zor oldu mu bu? Tümay, senin de yeni tanıştığın bir ve seyahat ile birleşen bir hikâye. Sen nasıl konumladın kendini?

Ayça: En çok kurgu sürecinde zorlandım ben. En başta da dediğim gibi kendi hikâyemin anonim bir hikâye olduğunu düşünerek başka hikâyelerle buluşturabileceğime inancım vardı. Çekerken bazen çok zorlandık, acemilikten dolayı… İlk film olması, yol filmi olması… O kadar deneyimli olacaksın ki seyir halindeyken birden mizanseni oluşturacaksın. Bir niyetle yola çıkıldı “ama iyi ama kötü bu filmi yapmaya çalışacağız” diye düşündük. Düşünüp de yapmaktan vazgeçmemek lazım. “Acemiysek acemiyiz ne yapalım” dedim. Hem farklı duygu durumlarına giriyorduk, hem de bir yolda sürüklenip bunu belgelemeye çalışıyıorduk… Dört kişiydik; Annem, babam, Tümay, ben… Biz aynı anda hem yemek hem prodüksiyon yapıyor, hem kayıtları aktarıyor, hem de bir sonraki günün planını yapıyorduk.

Tümay: Kurgu anında baya bir zorlandık ama çekimler zor olmadı. Hatta çekimler sırasında sadece bizim hikâyemizle, İsmet Bey’in, Ayça’nın hikâyesiyle değil başka karşılaşmalarla büyüttük filmi. Başka insanların hikâyelerini de dinleyerek epey geniş bir enerji alanı oluştu diyebilirim. Çünkü bulunduğunuz farklı ülkelerdeki insanlarla karşılaşmış oluyorsunuz ve karşılıklı hikâye aktarımı oluyor. Onun yarattığı atmosfer çok keyifliydi ama kişisel olarak da biz kendimize mesafe koymayı istemedik. Zaten çekimlerde de küçük bir ekip olmak istedik. Çünkü anlattığımız yine de bir aile hikâyesi. İsmet Bey’in ve Ayça’nın annesinin daha rahat olabilmesi için, daha rahat kendilerini açabilmeleri açısından çok önemliydi.

Başta bu denli küçük ekip olmaya karşı olmakla beraber gerçekten de böyle olması gerekiyormuş dedim daha sonra. Ayça’nın da söylediği gibi kurguda yüzleştiklerimiz zordu.

Ayça: Gerçekten zordu filmi yapısal olarak kurma kısmı. Bir yol filmi olduğu için tabii ki lineer bir akış var. Başı sonu belli ama şahsi olanı ve politik olanı, diğer insanları ilgilendirecek olan alanı kesiştirmek, bu noktalara büyüteç koyabilmek önemli bir konuydu. Ayrıca nasıl yapıldığı da önemliydi. Bu film, saçma sapan bir aile videosu olarak mı kalacak, Ayça ve babası gitmişler köklerini aramaya videosu mu olacak yoksa ne olacak? Kimlik meselesi, o çelişkiler o çatışma bunu nasıl aktaracağız diye sorduk sık sık kendimize. Bazen üçüncü bir şahıs gibi “kızı ve babası” diye konuşuyorduk bazen de “ben ve babam” diye. Kipler değişiyordu. Sonra olmayınca oturup ağlıyordum. Ben niye ağlıyorum kim ağlıyor diye düşünüyordum. Çok büyük bir hesaplaşma ile geçti tüm süreç. O hesaplaşmadan sevebileceğimiz bir filme ulaşmak benim açımdan çok sancılıydı. Oradaki mesafe meseleleri birbirinin çok içine geçti ama en nihayetinde ben başka bir karakter olabilirdim diye düşündüm. Ben komşumuz olabilirdim. Ben komşumuz olan ve adı Ayşa olan bir kızın hikâyesinin peşine düşüp o ve babasıyla birlikte o seyahate çıkmış olabilirdim. Kendimi biraz da buralara çekmeye çalıştım ama çok imkânlı olmuyor her zaman.

Etkileyici bir hikâyesi varmış yapım sürecinizin. Tümay’ın bahsettiği yerden devam etmek istiyorum. Gezi boyunca başka hikâyelerle de karşılaştığınızı söylediniz. Filmde de başka hikâyeleri bol bol duyuyoruz, ana karakterin hikâyesiyle bağlantı kuruyoruz. Nasıl bir planlama süreci yaşadınız? Önceden planlamadığınız, seyahatiniz sırasında keşfettiğiniz hikâyeler oldu mu? Başta kurduğunuz plandan çok farklı bir yere evrilen yerler oldu mu filminizde?

Ayça: Çok garip bir süreçti planlama. Biz Galatasaray Üniversitesi’nde Eurasia Doc’un proje geliştirme atölyesine katıldık. Çok da verimli geçti. Orada danışmanımız Samuel Aubin bize hayal ettiğimiz sahneleri yazmamızı söyledi. Bildiğin kurmaca film gibi yazmaya başlamıştık. Tabii ki karakterini tanıdıkça daha iyi sonuç veren bir pratikti. Sonuçta iyi tanıdığım bir karakter babam. Bazen takside geçen sahneler yazıyordum. Bir meydanda Ortadoğulu veya Kuzey Afrikalı bir mülteci ile konuştuğumuz sahneler yazıyordum ve ne hikmetse aynılarını yaşadık. Tabii ki aklın yolu bir… Tabii ki sen Atina’da, Omonia Meydanı, Selanik’te Aristoteles Meydanı’na özellikle akşam üstü gidersen mültecilerle karşılaşırsın. Bu karşılaşmaların peşine düşeceğimizi sahne sahne biliyorduk. Kaçınılmazdı. Ama tabii biz de gidip tanışmaya ve sohbet etmeye çalışıyorduk. Sahil kenarında bir sürü mülteci ile tanışıp sohbet etmeye çalışırken bize en yakın ve açık davranan yine Iraklı Kürtler oldu. Türkçe biliyordu bir tanesi çünkü Türkiye’de 8-9 ay kalmış o da iletişimi kolaylaştırdı. Bir mıknatıs gibiydik: Dört tane Türk turist. Zaten bağıra bağıra Türkçe konuşuyoruz babamın kulakları iyi duymadığı için. Böyle dört tane hareket halinde Türkçe konuşan kütle:) Türkiye’yle, Türkçeyle alakası olan bütün gezegenler bize doğru çekiliyordu. İstanbul’dan Atina’ya göç etmiş bir Rum, Türkçe duydum konuşurken diyor yanımıza geliyor, otobüste giderken bizi duyuyor ve “Ben Gürcistan’da yaşadım ama ben Rumum ama annem ve babam Türkiye’den” diyor ve sohbet başlıyor. Şaşkınlığa uğradık. Bir yandan mıknatıs gibi çekiyoruz ama elbette bir yandan da Osmanlı’nın etkilerini görüyorduk. Hâlâ Türkçeyi unutmamış ikinci, üçüncü kuşak insanlar gördük. Enteresan ve hâlâ anlatmak, paylaşmak, konuşmak istiyorlar. 

Sizin anlattığınız hikâyeyle ne kadar uyumlu bir serüven olmuş.

Tümay: Zaten biz bu çekimlere başlamadan evvel kısa bir araştırma gezisi yapmıştık Ayça ile. O zaman da benzer bir durumla karşılaşmıştık. Ne zaman biri bizi Türkçe konuşurken duysa Selanik’te, İskeçe’de hemen yanımıza gelip konuşuyordu ve sohbet ediyorduk. Yani biraz tecrübe ettiğimiz bir şeydi ama dördümüzün olduğu seyahatteki gibi, bu kadar yoğun rastlaşmalarla geçeceğini düşünmemiştim açıkçası. Ancak hep bizim anlatmaya çalıştığımız, bizim derdimizle çok ilişkili karşılaşmalar yaşadık. Hem çok keyifli hem de mucize gibiydi.

Ayça: İsviçre’de de özellikle arkadaşlarım Bah ve Miriam’ı bizim eve yemeğe davet ettik. Ben babama Bah ve Miriam gelecek dediğimde “Bach mı? Johann Sebastian Bach mı? Hahahahaha” diye kendi güldüğü espriler yapmıştı. Bach bir siyah olarak içeri girdiğinde bayağı şaşırmıştı. Onu hiç unutmuyorum. Çok önemli bu karşılaşmalar. Bu karşılaşmaları çekmek aynı zamanda heyecan vericiydi. Tabii filmi daha akıcı hale getirmek için veda etmek zorunda kaldığımız ve filme dahil edemediğimiz 4-5 karşılaşma daha vardı.

Bir tanesi Omonia Meydanı’ndaydı. Orada bir tane büfe var. Babam orada tulumba tatlısı satıldığını söyledi. Oradan geçerken büfeyi işleten kişi ile konuştuk ve Ermeni olduğunu söyledi. Ailesinin İzmir yangınından kaçıp göç ettiklerini anlattı. Derken konu da alevlendi biz uzun uzun sohbet ettik. Kibrit soruyorsun, konu politik bir yere gidiyor. Böyle bir geziydi ve bolca hikâye dinledik. Böyle bir şey yaşamadım daha önce. Sanki bir niyetle yola çıkınca o niyetteki bütün diğer gezegenler, yıldızlar sana doğru yol alıyor.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

Sanat Dünyamız dergisinin "Sanat Tarihi Nasıl Yazılır?" temalı Eylül/Ekim 2024 tarihli sayısında yayımlanan Sezin Romi'nin yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.