Güne bakma biçimlerimiz ve günle ilişkilenme hallerimiz içinde tüm olasılıklar, güneşi işaret eder. Güneş, yaşamın kaynağıdır. Bitkilerin güneşe yönelme eğilimi yaşamla, dolayısıyla günle doğrudan ilişkilidir. Bu anlamda, bilimsel adı “heliotropizm” olan genç günebakan çiçeklerinin güneşin hareketine göre başlarını çevirmesi, yaşamı ifade eden bir simge olur. Yüzünü güneşe dönen bu genç çiçekler, geceleri batıya doğru kapanır ve yeni günü beklerler. Sosyolojik, politik ve aslında doğrudan gündelik bir yerden bu durumun metaforunu kuran Hilal Can’ın “Günebakanlar” sergisi bir süredir Ankara’nın Bakanlıklar bölgesinde yer alan Galeri Vitrin’de izleyici ile buluşuyor. Sergi, sanatçının malzemeyle ve imgeyle kurduğu diyaloğu okumaya imkân veriyor.
Canlılığın temsili olan yaşam, elbette cansız olanı da yadsımaz. Canlı olduğundan emin olduğumuz toprak ile cansız olduğundan zaman zaman şüphe duyduğumuz taşın oluşum ve dönüşüm süreçleri birbirine eklemlenir. Yaşam ile canlılığın ayrıldığı yerler taşın bir zamanlar bir canlıya işaret etme olasılığında saklıdır. Fosilleşip taşlaşan yapının ardındaki coğrafi hafıza, yer ile kurduğumuz ilişkide daha da görünür hale gelir. Bu anlamda bireysel ve kolektif hafıza canlı ve cansız tüm yaşam formlarından yansıyarak bir araya gelir. Yönümüzü nereye döndüğümüz, yüzümüzü neye çevirdiğimiz, toplum içindeki bireyliklerimizi belirler.



Gündelik yaşamın içinde oluşturulan kimlik kavramı, coğrafya, hafıza, birey, toplum gibi karşılıkları beraberinde getirir. Kimlik, tıpkı taşın oluşumundaki gibi belki bir zamanlar canlı olup sonradan fosilleşerek taşlaşan bir yapıya dönüşmüştür artık. Kimliğin dönüşümündeki bu tarihsel hafıza, toplumsal yapılarda farklı reaksiyonlar yaratır tıpkı cinsiyet rollerinde olduğu gibi.
Güne bakışımızdaki yaşamsal ironiyi, yerleştirmede görsel ve sezgisel olarak yakalıyoruz. Elmadan bir ısırık alıyor Âdem, vitrinin tam orta yerinde. Adem’in ağzından çıkan kuş, doğanın anlatısını, yaratılış mitini tersten okumanın bir adım ötesine taşıyor. Hem yerleştiği mekâna hem de mitsel olarak kendi mekânına özgü olarak okunabilecek olan bu yerleştirme, Galeri Vitrin’in konumu itibariyle Ankara[1] ile kurduğu diyaloğa da açıkça bir gönderme yapıyor.
Ankara’nın atmosferini derinden hissettiren bulvarın gecenin temsili olabilecek bir arka sokağa bağlanan küçük geçidinde yer alan sergi, kendi içinde kurduğu metaforu kente de dolaylı olarak taşıyor. Sergiyi, görünürlüğün temelinde yatan dürtünün bir var olma meselesi olduğunu rahatlıkla söyleyebildiğimiz bir yerden okumayı seçiyorum. Bunu söylerken, tam da Ankara’nın Ankara olduğunu hissettiğimiz o hava esiyor, “bakanlıklar” tarafından ve yerleştirmenin sol yarısındaki bilge yılanla göz göze geliyoruz. Ne ironi ama…
Görmek ile var olmak (görünürlük ile varlık) arasındaki ilişkiyi biçimsel bir yerden değerlendirmeye kalktığımızda bunu gündelik yaşam ekseninde rahatlıkla yapabiliyoruz. Görmek, görünmek, görünürlük, görülenin hakikati gibi kavramlar üzerinden sorulacak sorulara somut, maddesel karşılıklar bulmakta güçlük çekmeyebiliriz. Tam da buradan hareket ederek varlık ile görünürlük arasındaki ilişkiyi düşünsel bir temelde sormaya başladığımızda, bu çerçevenin içine giren kimlik kategorileri, ideolojik/politik/kültürel boyutlar, mekânsal ve zamansal boyutlar, iktidar ve temsil araçları, felsefi/varoluşsal açılımlarla karşılaşıyoruz. Bu aşamada da yeni sorular, sorgulamalar, bireylikler ve kendilikler doğuyor.
Sanatçının kurduğu metafor etrafında bakıldığında “görünürlük” bir kimlik kategorisini işaret ediyor. Ve tüm kategori siyasal bir temele dayanıyor. Kişisel ve toplumsal yapıyla doğrudan ilişkili olan kimlik kategorileri, içerisinde cinsiyetten ırka, sosyoekonomik statüden yaşa kadar pek çok değişkeni barındıran geniş bir başlık olarak gündelik yaşamımızın bir köşesinde duruyor. Genelde çok hareketsiz değil, öyleymiş gibi dursa da aslında yaşamdaki etkisi yadsınamaz biçimde aktif. Bir şekilde mekânı ve zamanı kapsayarak kategorize ediyor. Ve kendi içinde yarattığı kategori odalarına kimlikleri yerleştiriyor. Bu anlamda Günebakan sergisi izleyiciyle kurduğu ilişkide metaforik bir yaklaşım sunuyor. Burada mekân önemli bir rol oynuyor.
Sanatçının vitrinde kurduğu sahne, bir ara alan olarak tanımlanabilir. Siyasal söylemleri, toplumsal normları, tabuları, ideolojileri dışarıda bırakan fakat bunu yaparken de onlara kendi varlığına açıkça maruz bırakan bir alana dönüşüyor vitrin. Serginin 24 saat boyunca izlenebilir olması da buna katkı veriyor ve camın diğer tarafında kalan kamusal alanla etkileşimi bu anlatıyı destekliyor. Dahası içerideki sahnenin vitrinin dışına taşması aslında kendi söylemini içeriye kapatmadan bir geçiş yaratıyor.
Can’ın sanatsal pratiği, kişisel dönüşüm, toplumsal belleğin izleri ve bireysel hafızayla kurduğu ilişkiler etrafında şekillenirken Galeri Vitrin’de kurguladığı mekân, günebakanları işaret eden bir doğa formunu içeriyor. Farklı desen ve dokuda kumaşlar, tüller, yapay bitkiler ve resimleri yerleştirmenin elemanları olarak kullanıyor sanatçı. Buradaki peyzaj kurgusu, izleyiciyi içeriye davet ediyor. Bir yandan renkli, hareketli bir doğa formuyla karşılaşırken diğer taraftan da insan figürleri, maskeler, göz imgesi, bizi karşılıyor. Bize kadın olduğunu sezdiren iki figürünün kafası günebakan. Bu günebakanlardan birisi elinde bir maske tutuyor, içinden bakan gözler ise sanatçının daha önceki bir sergisinde dış mekânda kullandığı ve tüm hava koşullarına maruz kaldığını bildiğimiz portresi. Yaşayan bir otoportre olarak ifade etmeyi seçtiğim bu figür izleyiciyle göz göze gelmekten hiç çekinmiyor.
Günebakan imgesi, birçok anlamda bir temsil olarak okunabilecekken sanatçının pratiğine istinaden bunun kuir bir okumayı olanaklı kıldığını biliyoruz. Burada kurduğu anlatı, vitrinin camı vasıtasıyla gündelik yaşamda ikiye bölünüyor. Kapatılmanın, sınırlanmanın temsilini kumaşların şeffaflığıyla başka bir bakışa taşıyor sanatçı.

Görünür olmakla ilgili kaygımız, çabamız ya da talebimiz en temelde hayatta kalma dürtüsüne kadar gidiyor esasında. Bu, tıpkı doğanın, kendi döngüsünü korumaya çalışması gibi. Bu dürtü, ilkel olmasının ötesinde dünyayla ilişki kurma biçimimizin bir göstergesi oluyor. Bu, bir varlık gösterme, kabul edilme ya da onaylanma hali gibi bir yerden değil tam aksine doğanın bir parçası olarak akışa dahil olmakla ilgili. Öteki olmadan, olduğu haliyle, doğal ortamında, kendi akışında yaşama dahil olmakla ilgili son derece basit bir dürtü oluyor. Bu elbette ki yaşama bakışımızla, etrafı algılama ve kavrama kapasitemizle doğrudan ilişkilidir.
Sanat yapma/üretme pratiğimiz de görünür olmakla ilgili. Hatta belki de hayatta kalma dürtüsünden daha etkili bir etki alanı içeriyor. Bu alanın içinde malzeme, teknik, sanatçı, izleyici, bir bütün olarak tepkimeye girer. Can’ın yarattığı sahne, vitrinin içinde başlıyor ve dışarıya taşarak izleyicisini ve kentin siyasal yapısını da kapsayan bir tepkimeye neden oluyor. Sanatçının seçtiği kumaşlar, buluntu malzemeler, sokak, gün, gece, yağmur, ay… tümü kendi hafızasını beraberinde getirerek sürecin bir parçası oluveriyor.
Aynı güne mi bakıyoruz? Evet, teorik olarak aynı güne bakıyoruz. Ama farklı algılıyoruz. Aynı güneş hepimize doğuyor, fakat bir şekilde farklı yansıyor, tıpkı toplumsal kodlar gibi. Günler, yaşadığımız yerin hafızasını taşıyor. Yeni kodlar ve hafıza alanları ekleniyor her geçen gün, fakat bu kodların oluşması zaman alıyor, alacak. Buradan bakınca tıpkı vitrindeki ağaç imgesinin bize hissettirdiği gibi, kökleri toprağın derinlerindeki yüzyıllık bir ağacın, bir doğa parçasının hafızasını görebiliyoruz. Diğer bir okumayla da belki bu ağacın kendisi kökleriyle birlikte sadece vitrinde izlenen bir koda dönüşebilir. Bir zamana ait izler gibi camın içinde korunmaya alınan bir hafıza haline gelebilir.
Sahne, artık başka toplumsal kodların ya da başka bir kabulleniş biçiminin ya da normların olabilir… Kim bilir?
Ve perde…
[1] Bu yazıda geçen Ankara kelimesi siyasal yapının temsili olarak kullanılır.