Performans çalışmaları profesörü Joshua Chambers-Letson’un After the Party: A Manifesto for Queer of Color Life isimli kitabı şu sözlerle açılıyor:
“Ölümünden sonraki hafta sonu, hepimiz senin apartmanında toplandık…Neden bilmiyorum ama bir parti olması beni şaşırttı…Şimdi, ölümünün ardından, her oda senin kaybını yaşayan bir sürü insanla dolu.”
Kitabın önsözü, alanın duayen ismi José Esteban Muñoz’a ithafen yazılmış. Muñoz’un ölümü ve sonrasındaki yas sürecini anlatan Chambers-Letson için kayıp, daha çok yaşam talep etmek için bir olanak aslında. Muñoz’un ölümünün ardından onun sevenleri, bir araya gelip bir “parti” yapıyorlar. Bahsi geçen parti, Chambers-Letson için hem sosyal hem de politik bir oluşum, bir tür tekil-çoğul. Parti beyaz olmayan ve queer öznelerin zamansız ölümlerine sebep olan koşullara rağmen, özgürlüğü üretip sürdürebileceği bir alan. Parti boyunca Neo Bustamante gibi birçok sanatçı, Muñoz’un ölümünün anısına performans sergiliyor. Bu bağlamda kitap, özellikle kendisini çoğunluğa bağlı hissetmeyen öznelerin performans aracılığıyla yeni bir dünya yaratabileceğini tezini sunuyor. Performans da aynı partiler gibi kısa ömürlü, ancak katılımcılarda bir iz bırakıyor. Chambers-Letson’un kitap boyunca tekrarladığı soru, partinin (ve performansın) dağıldığı noktada öznede olan etkileri.
After the Party performans çalışmaları, queer teorisi, eleştirel ırk teorisi, Marksist feminizm gibi çağdaş düşüncenin birçok alanından faydalanıyor. Kitabın teorik temelinde, Muñoz’un araştırmalarının açıkça bir ilham kaynağı olduğunu görüyoruz. After the Party, her ne kadar ölüm ve yas üzerinden şekillense de en nihayetinde queer ve beyaz olmayan bireyler için bir ütopya arayışında. Muñoz’un Cruising Utopia isimli kitabında benzer bir mesele inceleniyor: Muñoz için şimdiki zaman queer bireyler için yaşanılacak gibi değil, ancak şimdiki zamanın gündelik anlarında, queer bir geleceğin ihtimalleri gizli. Chambers-Letson için de performans sanatı bu ütopik ihtimallere işaret ediyor.
Yazarın ütopik yaklaşımının belki de en net görüldüğü kısım Félix González-Torres’in işlerinin Marksist bir analizle incelendiği “Félix González-Torres’in Marksizmi” isimli bölüm. Bölümün başlangıcında, Chambers-Letson, Felix González’den bir kuşak daha genç olduğunu ve onla hiç tanışmadığını, ancak sanatçının kendi çevresi tarafından ve özellikle kahverengi tenli[1] queerler tarafından “Félix” olarak hitap edildiğini vurguluyor. Aslında Félix’e olan yakınlık, Chambers-Letson’un bölüm boyunca altını çizeceği müştereklik kavramının bir nevi önsemesi.
Chambers-Letson, González-Torres’in işlerini incelerken Marksist kavramları sıkça kullansa da sanatçının bir komünist veya Marksist olduğunu söylemekten sakınıyor. Bölümün ilk sayfalarında, González-Torres’in Marksist bir sözcük hazinesine sahip olmasını, bu gelenekten etkilenen teorisyenlere bağlıyor (Fanon ve Althusser). González-Torres ve Marksizm arasındaki ilişki ileriki sayfalarda, Küba yönetiminin eşcinsel insanlara karşı fobik tutumu bağlamında daha da detaylı bir şekilde inceleniyor. Birçok sol ve eşcinsel devrimci için Küba yönetimi, kimliklerini ve siyasetlerini çelişkili bir pozisyona sokuyor. Devrime çocukken tanık olan ve daha sonra Amerika’ya göç eden González-Torres için de Küba devrimi, son derece hassas bir konu. Belki bu yüzden, belki de Amerikalı okurların içini rahatlatmak için, Chambers-Letson Marksist analizini, geçmiş komünist hükümetlerden uzak bir yere konumlandırıyor.
Buna rağmen ileriki sayfalarda González-Torres’in işlerinin emek ve mülkiyet bağlamında incelendiğini görüyoruz. González-Torres hakkında yazmış, işlerini senelerce takip etmiş biri olarak Chambers-Letson’un yaptığı incelemenin son derece özgün olduğunu söylemem gerek. Birçok ana akım müzenin koleksiyonunda yer alan sanatçının işleri, belki de ana akımda gördüğü ilgiden dolayı genelde ya AIDS krizi bağlamında inceleniyor ya da Minimalist sanatın estetik dertlerini çarpıtması üzerinden konuşuluyor. Felix González-Torres’in sanatı için sol entelektüel gelenek üzerinden yapılmış bir analiz ile ilk kez karşılaşıyorum.
Yazarın en ilginç okumalarından biri sanatçının “(Untitled) Perfect Lovers” isimli işi. González-Torres’in partneri Ross Laycock’a ithaf edilen enstalasyon, senkronize edilmiş iki duvar saatinden oluşuyor. Enstalasyonun belirttiği üzere, hiçbir iki saat sonsuza kadar senkron kalamıyor, senkron en nihayetinde bozuluyor. AIDS sebebiyle ölen Ross ve Félix “kusursuz” âşıklar, ancak zamana yenik düşüyorlar. Buna rağmen enstalasyona eşlik eden bir mektupta Félix, Ross’a saatlerden korkmamasını söylüyor. Enstalasyona karşıt bir şekilde, sonsuza kadar senkron kalacaklarını vurguluyor. Aslında bu işi kitabın genel temaları bağlamında incelemek çok basit: González-Torres senkron kalamayan saatler üzerinden, Ross ve kendisi için daha fazla yaşam talep ediyor.
Ancak Marksist bir perspektifle, Chambers-Letson, enstalasyonu mülkiyet kavramı üzerinden inceliyor. “Untitled (Perfect Lovers)”ı üretenin González-Torres değil de saatleri üreten fabrika işçisi olduğunu vurguluyor. Buradan yola çıkarak González-Torres’in baskın kültürün çelişkilerini açığa çıkarmak için zaman zaman onun stratejilerini taklit ettiğini söylüyor (minimalist bir estetik belirlemesinin bir sebebi de bu). Sanatçının birçok işi gündelik ve dolayısıyla kolay üretilebilecek/kopyalanabilecek nesnelerden oluşuyor (şeker, poster, saat, ampul). Bu işlere sahip olanlar, nesnenin kendisi yerine işin “sertifikasına” sahip oluyor. Sol Lewitt’ten ilham aldığı bu strateji, nesne, üretim ve mülkiyet arasındaki ilişkiyi daha karmaşık bir hale sokuyor. Sanat işini satın alanlar üretilen nesneye sahip olmamış oluyor, böylelikle üretilen nesnenin mülkiyeti şaibeli kalıyor.
Chambers-Letson’a göre, günümüz piyasası González-Torres’in bu stratejisini kâra dönüştürmeyi yine de becerebiliyor, oysa yazar için sanatçının pratiğinde bir başka çelişki var. González-Torres Kübalı bir göçmen olarak üretimi yapan, ancak piyasa tarafından görünmez sayılan gruptan geliyor. Sanatçı pratiğinde bu çelişkiyi kendi ayrıcalıklarını da benimseyerek diyalektik bir biçimde yorumlayıp mülkiyet hakkında bir eleştiri yapabiliyor. González-Torres’in asıl stratejisi, sistemin kurallarını bozmadan, sistemin içinden bir çıkış yolu bulabilmek. Bu çıkış yolu, azınlık olanlara daha çok yaşam vadediyor.
González-Torres için bir sanatçının politik gündemden haberdar olması önemli bir sorumluluk. Ayrıca, bir sanatçının siyasetinin kendi sanat eko-sisteminin dışına taşıması gerektiği görüşünde. Chambers-Letson’a göre bunun en net örneği, 80’lerde Amerika’nın devlet sanat fonu NEA (The National Endowment for the Arts) ve sansür üzerine yapılan tartışmalar doğrultusunda takındığı tavır. NEA’nın müstehcen bulduğu işleri desteklememesinden doğan bu tartışma, o dönemki kültür savaşlarının en alevli örneklerinden, ancak González-Torres için bu tartışmalar sanatçılar için bir tür tuzak. González-Torres’e göre bir sanatçının bütün siyasetini kendi kişisel özgürlüğü üzerinden kurması baskın kültürün dayattığı iş bölümünü kabullenmek anlamına geliyor. Sanatçıların kendi kişisel taleplerini onaylatabilmesi için daha büyük ölçekli toplumsal meseleleri desteklemeleri şart. González-Torres için bir sanatçının toplumsal meseleler konusunda bilgili olması, sanat pratiğini bir metafor olarak kullanmaktan çok daha verimli.
Bölümün son sayfaları, González-Torres’in Ross Laycock ile ilişkisine ayrılmış. Sanatçı bir röportajında “Senin halkın kim?” sorusuna “Benim halkım Ross” diye cevap veriyor. Ross’un AIDS’le boğuştuğu son günlerinde, beraber Los Angeles’da Rossmore sokağında vakit geçiriyorlar. González-Torres’in bir arkadaşına göre Ross ve Rossmore arasındaki tuhaf rastlantı, González-Torres’in hemen ilgisini çekiyor: sokak ona daha çok Ross’u çağrıştırıyor (Ross-more). Ross’un ölümünden sonra da González-Torres iki ampulün birbirine sıkıca dolandığı bir enstalasyon üretiyor. Bu enstalasyon, sanatçı için Rossmore sokağında yaşadıkları keyifli günlerden bir kesintiyi uyandırıyor.
Chambers-Letson’un bölümü Rossmore sokağı ile bitirmesi, aslında bize hem Félix González-Torres’in devrimci siyaseti, hem de daha genel anlamda kitabın siyaseti hakkında ipuçları veriyor. Önceden belirtmiş olduğum gibi bölümün büyük bir kısmı eşcinsellik ve siyasal devrimler arasındaki karmaşık ilişkiyi ele alıyor, yazar Marksist bir analiz yaparken, González-Torres’in siyasetini tarih boyunca gördüğümüz militarist solcu devrimlerden ayrı tutuyor. Aynı şekilde kitap boyunca bir ütopya arayışı var ancak bu arayışın merkezinde bir ideolojiden çok, ölüm ve yas var. Chambers-Letson’un hakkında yazdığı bütün sanatçılar, toplumsal düzenin sebep olduğu hayal kırıklığına ve şiddete karşı direniyor, bu direnç üzerinden siyasal bir pratik geliştiriyorlar. González-Torres Ross’un ardından, Chambers-Letson ise Muñoz’un ardından yas tutuyor. Ancak bu yas, onlar için bir değişiklik talep etmek ve direnmek için bir olanak.
[1] Amerika’nın ırksal sınıflandırmasında Kahverengi tenli insanlar Siyah, Beyaz veya Uzak Doğulu olmayan gruplar için kullanılıyor. Latin Amerikalı, Ortadoğulu veya Güney Asyalı toplumlar genelde “Kahverengi” kategorisine giriyor.