Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

Bir zamanlar masal olan şimdi hakikat mi?

Murat Gülsoy’un Can Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi”ni Nergis Abıyeva değerlendirdi.

20 Ocak Cuma akşamını Pera Müzesi’nin oditoryumunda geçirmeye karar vermiş oldukça kalabalık bir dinleyici grubu arasındaydım. Orada olmamın sebebi, Murat Gülsoy’un yeni kitabı Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi üzerine tarihçi Ahmet Ersoy’un moderatörlüğünde bir konuşma yapacak olmasıydı. Bir önceki akşam başlayıp gece yarısına kadar okuduğum bu belgesel romanın 139. sayfasında, ressam İvi Stangali’den bahsedildiğinde durmuştum.

Murat Gülsoy üretken, edebiyat alanında pek çok kitap çıkarmış bir yazar. Bu Kitabı Çalın’ı okumamın ve yazarın postmodernist kurgusunu, dilini ve anlatımını sevmemin üzerinden 15 yıl geçmiş. Lise yıllarından günümüze, onca zaman içinde edebi zevklerim değişmesine rağmen, Gülsoy’un kitaplarını okumaya ve sevmeye devam ediyorum. Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, Bu Filmin Kötü Adamı Benim, Baba Oğul ve Kutsal Roman gibi kitaplarını da severek okuduğum yazarın, yeni kitabını duyduğum/gördüğüm ilk andan beri merak içindeydim. İnternette satışa sunulur sunulmaz sipariş ettiğim kitabı eve döndüğümde kapının önünde bulduğuma çok sevinmiştim. (Yaşasın, paketleri geri götürmeyip kapının önüne bırakan düşünceli kuryeler!) Bu heyecanın ve sevincin sebebi, yalnızca sevdiğim bir yazarın yeni kitabına kavuşmak değildi; aynı zamanda bu belgesel romanın sanat tarihimizle ilgili, ilişkili olmasıydı.

Elimde tuttuğum kitabın arka kapağında “belgesel roman” olduğu yazıyor, bu adlandırmayı yazar Ayfer Tunç yapmış.[1] Kitabın roman özelliği, 1889-1967 yılları arasında yaşayan İstanbullu ressam Vasıf Ekrem Yelda’nın (dönemin ruhuna özgü olarak iki isimli) 1914 kuşağına eklemlenen kurgu bir karakter olmasından kaynaklanıyor. Çok genç yaşta kendini bulduğu Paris’te, atölyelerde geçirdiği zaman Yelda’yı hem bir ressam olarak hem de bedensel olarak keşfe çıkarmış. Tam o sıralarda I. Dünya Savaşı çıkınca, o da diğer erkek ressamlar gibi atar topar ülkesine dönmek durumunda kalmış. Uzun ömrüne rağmen pek rağbet edilmeyen, kendisinden “tüm ömrünü resme vermiş ama hiçbir yere varamamış bir adam” olarak bahseden, bir başka deyişle anti-kahraman Yelda; yaşamının son yıllarında hayatını, resimlerini, ressamlarla ilişkilerini Halit adlı bir gazeteciye nehir söyleşi şeklinde aktarmış. Kitabın “belgesel” özelliğiyse her kaydın sonunda yer alan “galeri” bölümündeki birincil kaynaklarla (karaktere ait olduğu yazılan resimler ve fotoğraflar kurgu tabii, onlar hariç) sağlanmış.

Kitabın kapağında yer alan, arkadan gördüğümüz yarı çıplak ve giyimli iki figürden oluşan “ressam ve modeli” tadındaki resim, Midjourney adlı yapay zeka programıyla Murat Gülsoy tarafından yapılmış. Konuşma öncesinde dağıtılan “Vasıf Ekrem Yelda: Retrospektif” başlıklı, sergi kitapçığı olarak tasarlanan, yazarın yine Midjourney programı kullanarak oluşturduğu resimlerini içeren kataloğu hızlı hızlı çevirirken aklıma aynı dönemlerde yaşamış ressam İbrahim Safi’nin (1898-1983) pek de matah olmayan resimleri geliyor. Romanın bir diğer kahramanı Fatma Belkıs örneğinde olduğu gibi görsel olarak estetik ve tatmin edici resimler çıkmış olsa da genel olarak katalog, Yelda’nın döneminin vasat bir ressamı olduğunu gösterir resimlerle dolu. Konuşma sırasında Gülsoy, önce bu resimleri kitaba dahil etmeyi de düşündüğünü, fakat daha sonra bunun kitabın dışında kalmasına karar verdiğini anlatınca iyi ki öyle bir karar almış diye düşündüm. Bu resimlerin gençlik yıllarında resim eğitimi de alan, resimle uzun zamandır ilgilenen, aynı zamanda teknolojik gelişmeleri takip eden bir yazarın denemeleri olarak kalması iyi fikir.

Uzunca bir süredir Murat Gülsoy okuduğum için yazarın postmodernist tekniğine aşinayım. Yine de arka kapak metnini okurken yazarın hayal ile gerçek arasında salınan tekniğini bilmeyen okurlar tarafından tamamıyla gerçek zannedilebileceğini düşündüm.

Nitekim konuşma sonunda izleyicilerden gelen “Vasıf Ekrem Yelda soyut bir karakter mi? Böyle bir karakter var mı gerçekten?” gibi sorular, bu konunun bir kafa karışıklığı yaratabileceğini gösterdi. Sanat tarihimiz unutulmuş, esamesi dahi okunmayan sanatçılarla dolu olduğuna göre, elbette bu yazarın sorunu değil. Yine de “Resim tarihimiz kırık dökük bir hikâye”[2] diyen Gülsoy’un Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi kitabının “mıştır, muştur” şeklinde yazılan sanat tarihimize eklemlendiğini mi yoksa tam tersi bir hamle mi gerçekleştirdiğini “bilen” değil, “soran özne” olarak düşünmeye devam ediyorum.

Konuşma, Murat Gülsoy’un romanın ortalarından seçtiği, 17 sayfalık bir bölümü okumasıyla başladı. 25 dakika süren bu performans boyunca bir önceki akşam kendim okuduğum için biraz sıkılsam da Gülsoy’un sesini ne kadar iyi kullandığını, tonlamalarını çok iyi yaptığını, sadece iyi bir yazar değil, aynı zamanda iyi bir okuyucu olduğunu fark ettim. Yazarın seçtiği bölüm, ağırlıklı olarak Fikret Mualla’yı yazdığı “Sanatçı İçin Sınır Yoktur” başlıklı bölümdü. Bu bölümde uzun uzun İspanyol gribinden topallığına, annesinin kaybından babasının genç karısına, Münih’ten Paris’e bilindik ve çoktan klişeleşmiş bir Fikret Mualla anlatısı yer alıyordu.

Kitap gayet akıcı bir şekilde gitmesine rağmen okur bakışımla, sanat tarihçi bakışımın çakışmasından doğan ikircikli hislerin, konuşma boyunca devam ettiğini itiraf etmeliyim. Örneğin, Ahmet Ersoy’un bir tarihçi olarak Gülsoy’un kitabının “genel sanat tarihi anlatısını, hâkim anlatıyı da kırdığını” ifade etmesi beni düşündürdü. Daha biraz önce, okunmak için seçilmiş bölümde Türkiye’nin en çok tanınan sanatçısının, bir “resim efsanesine” dönüşmüş Fikret Mualla’nın ısıtıp ısıtıp önümüze getirilen hayatını dinlemedik mi acaba, diye geçirdim içimden.

Bir delinin hâyâli ya da bir çocuğun rüyası[3]

Murat Gülsoy’un konuşma boyunca sanat tarihimizin bu dönemine dair ne kadar az kaynak olduğundan bahsetmesi, röportajlarda da sanat tarihimizin kırık döküklüğünden dem vurması, aklımı kurcalayan diğer hususlardı. Nitekim konuşmanın sonunda kendisine sorularımın bir kısmını yöneltebildim: 139. sayfaya kadar kitapta İvi Stangali ve Hale Asaf’tan bahsedildiğini, ilerleyen bölümleri henüz bilmesem de bu döneme dair diğer sanatçı kadınları kitaba dahil etmemesinin ilgimi çektiğini ifade ettim ve kitaba aldığı sanatçıları seçerkenki yöntemini sordum. Örneğin kitapta Yelda’nın ölümünden sonra kitabın yayınlanmasını engelleyen bir veraset meselesi var. Dolayısıyla Léopold Lévy’den uzun uzun bahsedilirken hem Lévy’nin varisi olan hem de 2014’teki ölümünden sonra kendi miras davaları da başlayan 2015-2019 yıllarında yüksek lisans tezi olarak çalıştığım Tiraje Dikmen’in, yazarın radarına girip girmediğini sordum.

Bir diğer sorum kitabı hazırlarken 1941 tarihli Malik Aksel’in Resim Sergisi’nde 30 Gün adlı kitabından faydalanıp faydalanmadığıydı. Murat Gülsoy cevap olarak Osmanlı’nın son döneminde doğmuş bir erkek sanatçının İstanbul’da etrafında pek de kadın sanatçı olmadığını, ilerleyen bölümlerde Aliye Berger’in kitapta önemli bir yer kapladığını söyledi. Yine kaynakların çok sınırlı olduğunu ifade ederek Bedri Rahmi’nin mektuplarından, Gritchenko’nun İstanbul yıllarından bahsetti.

“Yokluk” meselesi, konuşmanın aksını belirleyen nüvelerden biriydi: Söz konusu döneme dair kaynakların yokluğu Gülsoy tarafından vurgulanırken tarihçi Ersoy ise bu dönemlerde görsel sanatlarda “Nazım Hikmet” gibi bir sanatçının yokluğundan dem vurdu. Böyle bir kıyasa gerek var mı? Ya da bu tür kıyaslar gerçekten “hâkim anlatıyı” kırıyor mu diye düşünmeden edemedim.

Yanlış anlaşılmak istemem, Murat Gülsoy’un Türkiye sanat tarihiyle yakından ilgilendiğine eminim. Roman, Viçen Arslanyan’dan, Alleon Sokağı’ndaki çerçeveci ve çiçekçi Leduc Kardeşler’e; 1948 Akademi yangından, 27 Şubat 1931 tarihli Müstakiller’in açtıkları sergiye dair Elif Naci’nin kaleme aldığı “Vatandaş Türkçe konuşalım” başlıklı yazısına, Bedri Rahmi’nin öğrencileriyle birlikte mesken edindiği Karabaş kahvesinden, İbrahim Çallı’yla Lévy arasındaki kuşak ve hocalık çekişmelerine kadar pek çok sanat tarihsel bilgiyle donatılmıştı.

Tüm bu bilgiler gösteriyor ki Gülsoy tezleri, katalog metinlerini taramış Gökhan Akçura’nın pek çoğu kitaba dönüşmüş titiz araştırmalarına, Seza Sinanlar Uslu ve Sula Bozis’in İvi Stangali: Ressamı Hatırlamak, Burcu Pelvanoğlu’nun Hale Asaf: Türk Resim Sanatında Bir Dönüm Noktası kitaplarına ve daha pek çok kaynağa bakmış. Kitabın sonuna eklenebilecek bir “yararlanılan kaynaklar” listesiyle Gülsoy’un okuduğu ve yararlandığı kaynaklar dolaşıma sokulabilir, hâkim anlatıyı kırmaya çalışan sanat tarihçilerin ve araştırmacıların çalışmalarına dikkat çekilebilirdi diye düşünüyorum.[4] Günümüz yazarlarının farklı disiplinlerden uzmanlarla birlikte çalışarak roman yazmalarına aşina olduğumuz için yapay zekâ programlarıyla işbirliği yaptığını söyleyen Gülsoy’un, mühendis bir yazar olarak bir ya da birden fazla sanat tarihçisiyle işbirliği yapmasını da dilerdim.

Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’nde Mihri Hanım ve Hale Asaf, Taha Toros’un İlk Kadın Ressamlarımız kitabından itibaren alışık olduğumuz şekilde “sefaletten ölüp giden talihsiz kadınlar” olarak geçseler de dönemin en parlak ressamları oldukları da vurgulanıyor ve galeri bölümünde bu sanatçıların yapıtlarına da yer verilerek onları yalnızca hâzin birer hikâye olmaktan çıkarıyor.

Gülsoy’un konuşmada belirttiği gibi kitabın devamında Aliye Berger önemli bir yer tutuyor. Yazar, farklı bölümlerde Berger’in aşk uğruna işlediği cinayetine, Şakir Paşa ailesinin trajedi zincirinin bir halkası olarak birkaç kez değindiği için karnımda başlayan rahatsızlık hissi; 1954 yılında Aliye Berger’in birinciliğiyle neticelenen “İş ve İstihsal” sergisinde yerini tatlı bir tebessüme bırakıyor. Aliye’nin Güneşin Doğuşu resmini daha yarışmaya katılmadan önce gören ve görür görmez resmi çok beğenen Yelda, önce yarışmaya katılmadığını söylese de ilerleyen bölümlerde bu yarışmaya imzasız katılan kişinin kendisi olduğunu itiraf ediyor. Otuz sekiz yapıtın gönderildiği yarışmaya imzasız gönderilmiş altı yapıt olması gibi niş bir bilgi üzerinden böyle bir kurgu yapması, Murat Gülsoy’un titiz bir araştırmacı olduğunu fark ettiğim bölümlerden biriydi.

Ayrıca roman boyunca “20. yüzyılda Türkiye’de kuir sanatçılar yok muydu?” sorusuna da yanıt arandığını düşündüm. Elbette var olmuşlardı fakat varoluşlarını ortaya koyabilecek koşullar henüz oluşmamıştı. Ressam Vasıf karakteri, roman boyunca kuir kimliğini açıkça ortaya koyuyor; hislerini ve yönelimini tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Gülsoy’un heteronormatif olmayan, kuir bakışını içeren bu tercih,;bana kalırsa gerçekten hâkim anlatının kırıldığı bir perspektif sunuyor. Doktora tezimde 20’nci yüzyıl Türkiye’sinde bedene ikili cinsiyet sisteminin dışında bakarak kuir ihtimallerin izini süreceğim için kitaptan özellikle etkilendim. Romanı okurken Ferit Edgü’nün “İzzet Ziya’nın Çok Özel Çıplakları” yazısında mercek altına aldığı Ziya’nın nefis resimleri gözümün önünden geçti.[5]

Zihnimde kitaba eşlik eden resimler bunlarla sınırlı değil. Melek Celal Sofu’nun yüzünü kapatan modeli, Nevin Edhem Hamdi’nin ve Belkıs Mustafa’nın “kadın portreleri”, Halil Paşa’nın “çıplak”, Nazmi Ziya Güran’ın “dansçı” resimleri gibi bir kısmı İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde gün yüzüne çıkan resimler, romanın yarattığı görsel havuzunda yüzdü.

Gülsoy, 2007 yılında çıkardığı -henüz okumadığım- kitabı İstanbul’da bir Merhamet Haftası’nı dadaist-sürrealist ressam Max Ernst’ün “Bir Merhamet Haftası” adını taşıyan ve kolaj tekniğiyle yapılmış romanından ilhamla yazmış. Paris’te Max Ernst ile arkadaşlık eden Tiraje’yi bir kez daha anmadan edemiyorum. Tiraje’nin 1956 yılında Galerie Loeb’te desenlerini gösterdiği ilk kişisel sergisinden Ernst’ün bir desen satın alması, Tiraje için ‘büyük ve gururlu’ bir anı olduğu gibi[6] sanat tarihimizin Paris yakasındaki ilişkiselliği de gösteren bir hadise.

Pek çok açıdan ilham verici bir roman olan Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’nin son sözünü okurken bu metnin de romana yeni bir pencere açmasını temenni ediyorum.


[1] Abdulah Ezik’in Murat Gülsoy’la söyleşisi, “Elbette gayriresmî, oldukça öznel bir tarih anlatısı bu.”, Sanatkritik, https://sanatkritik.com/soylesi/murat-gulsoy-elbette-gayriresmi-oldukca-oznel-bir-tarih-anlatisi-bu/, 24 Ocak 2023.

[2] Seray Şahinler, “Resim tarihimiz kırık dökük bir hikâye”, Milliyet, https://www.milliyet.com.tr/kultur-sanat/resim-tarihimiz-kirik-dokuk-bir-hikaye-6885920, 11 Ocak 2023.

[3] Romanın 259. sayfasında Vasıf Ekrem Yelda’nın ses kayıt cihazını tanımlama şekli.

[4] Geçtiğimiz sene Tophane-i Kültür Merkezi’nde Gülçin Aksoy ile birlikte küratörlüğünü üstlendiğimiz Bir Başka Sanatçı Kadınlar Atlası sergisinin bir bölümü, sanatçı kadınları çalışan araştırmacılara ayırdığımızda, sanatçı kadınları yazanların yine kadınlar olduğunu fark etmiştik. Bkz: https://kulturlimited.com/mimar-sinan-guzel-sanatlar-universitesinden-yeni-sergi-bir-baska-sanatci-kadinlar-atlasi/, 9 Mart 2022.

[5] Bu yazı Erden Kosova tarafından da gündeme getirilmişti. Bkz: Erden Kosova, “Güncel Sanatta Terso Pratikler”, Argonotlar, https://argonotlar.com/guncel-sanatta-terso-pratikler/, 17 Mayıs 2021.

[6] Nergis Abıyeva, Paris Ekolü var mı?, Artdog, https://artdogistanbul.com/paris-ekolu-var-mi/, 27 Ocak 2023.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

border_less ARTBOOK DAYS’in altıncı edisyonu, bu sene 3–5 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ev sahipliğinde gerçekleşiyor.

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.