Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

Buradalığın sürekli keşfi ve ihlali

“Seni Sevmeyen Ölsün” sergisini Berkant Çağlar “buradalık” kavramı üzerinden değerlendirdi.

Cansu Yıldıran, Lubunlarca (Son Akşam Yemeği), 2022, 35x50 cm

Gülben Çapan küratörlüğünde Anna Laudel İstanbul’da izleyiciyle buluşan “Seni Sevmeyen Ölsün” adını Tüdanya’nın bir sarkısından alıyor ve arabeskin işitsel dünyasındaki aşina olduğumuz dili merkezine alıyor. Sergi, keder, kader[1], kahraman, merkez-çevre, ötekiler gibi arabeskin kültür endüstrilerini de aşan gündelik hayatla iç içe geçmiş konularını sekiz sanatçının işleri aracılığıyla irdeliyor.

Sergi posterindeki kırmızı gül figüründen şarap yerine rakının servis edildiği açılış kokteyline, belli ki bir hissiyat içine girmemiz bekleniyor izleyici olarak. Kimileri rakıyı sek içmekte ısrar edip servis elemanlarının işini zorlaştırıyor. Arabeske adanmış bu gecede rakının nasıl içileceği elbette ki önemli. Bir yandan sergideki işleri takip ediyor, bir yandan da açılışta karşılaştığım arkadaşlarıma “Sınıf atlamış bir arabeskle mi karşılaşıyoruz yoksa dönüşmüş bir arabeskle mi?” sorusunu röportaj yapar gibi kışkırtıcı şekilde soruyorum. Tanıtım metninin ortaya attığı bu soruya ikna edici bir yanıt bulamamış da olsam izleyicilerin serginin içeriğiyle ilgili tatmin olduğunu gözlemliyorum.

“Seni Sevmeyen Ölsün” sergisinden görünüm. Fotoğraf: Hadiye Cangökçe

Arabesk revival vs. Oryantal revival

Arabesk, sergide sıkı sıkıya sadık kalınan çatı bir kavram olmaktan ziyade daha çok bir duygulanım aracı olarak kullanılıyor. Fakat arabeskle ilgili görsel bir estetik kurmaya çalışırken oryantalizmin dünyayı iki kutba ayıran yaklaşımı da yer yer yeniden üretiyor bu duygulanım alanına paralel olarak. Doğu ve Batı arasındaki ikiliğin kalıplaşmış biçimde şeyleştirildiği bu yaklaşım sergide kendini gösteriyor mu göstermiyor mu sorduğum sorulardan biri. Daha da önemlisi izleyici bunun neresinde konumlanıyor? Burada Edward Said’i tekrar etmektense kendi sözlerimle anlatmaya çalışayım. Oryantalizmin en büyük sorunlarından biri zamanı âdeta bir grup için durdurması. Bu geriye gitmek gibi bir şeyden ziyade dünya akıp giderken aynı yere çakılı kalmış gibisindir. O yüzden kıyafetlerin aynı kalır. Tozlu görünürsün. Bir silkelenme ihtiyacın var gibidir. Zaman makinesi olsa kendini kurtaramazsın bulunduğun çerçevenin içinden. Öznenin kendi bedenselliğinden de uzaklaştığı garip bir yaşlanma hikayesi gibidir. Sanat aracılığıyla bu çakılı kalma hali öyle estetik sunulur ki izleyicide nostaljik bir his bırakır. Her zaman cariyeleri, saraylı kıyafetleri, hamam gibi figürleri de kullanmaz bu anlatı. Cumhuriyet figürleri de bu görsel estetiğin parçası olabilir. Amaç zamanda çakılı kalma halini pekiştirmektir. Nostalji burada imdada yetişir. Kabul edilebilir kılar zamanın durgunluğunu. Arabeskin yaklaşık altmış yıllık bir zaman dilimindeki dönüşümünü de harmanlayan bu sergide zamanın nasıl aktığını tartışabilmek için hem oryantalizmi hem de nostaljiyi bir lens olarak kullanmak zorundayız. Zamanın kimler için akıp gittiği kimler için yerinde saydığı üzerine tartışmaya devam edeceğiz.

Şimdilik arabesk üzerine estetik bir ortam yaratırken oryantalizmle nasıl baş edileceği bir kenarda dursun. Keza bu küratörün niyetini de aşan oldukça tartışmalı bir konu. Benim de bu yazıda yapacağım; sergiyi bu tartışmalar üzerinden eleştirmek değil, bu tartışmalardan yola çıkarak arabeskle ilintilenmenin yollarını çoğaltmak, yeri geldiğinde de kendimizi arabeskin anlam dünyasından sağaltmak[2].

Özcülük geri mi geldi: Buradalık ve otantiklik

“Seni Sevmeyen Ölsün”den yola çıkarak arabeskin sözünü üretirken buralı olmak söylemini nasıl şekillendirdiğini ve gizliden gizliye yarattığı otantiklik diskurunun var olan keder, acı, hüzün, ezilme gibi kavramları dönüştürüp dönüştüremediğini merak ediyorum. Zira nasıl acı çekilmesinden, nasıl eğlenip arzuyla ilişkileneceğimizi dikte eden bu formun, bir mücadele aracı olarak düşünülüp düşünülemeyeceğini önemli bir politik soru olarak görüyorum. Bir şeyin otantikliğinin ürkütücü olma sebebi o şeyin bir özünün de olduğu iddiasını yapması. Bunu yaparken de o özneyi belli bir mekânsal alana hapsetmesi. “Yine özcülük tartışması mı? Sıkıldık bundan” dediğinizi duyar gibiyim. Ama arabesk de öyle değil mi? Özellikle feminist ve sömürge-sonrası yazının fazlasıyla uğraştığı özcülük fikri, öznelerin ve toplumsal grupların tek bir temsiliyete indirgenemeyecek karmaşık yapılarına vurgu yapar. Arabesk ezilenlerle ilgili bir söz üretirken böylesi bir özcü yaklaşıma düşüyor mu? O karakterlerin buradalığını ve yerelliğini nasıl vurguluyor? Farklılığın inşası da buradalığın satın alındığı bir dizi temsiliyet aracına başvurmadan her zaman mümkün olmuyor. Yerellik ve yerliliğin de birbirine indirgenemeyecek şeyler olduğunu düşündüğümüzde arabeskin figürleri hem çok tanıdık hem de değil. Buradalığın ve yerelliğin işlenme hali politik olarak çok kolayca yanlış yerlere sürüklenebilecek bir gösterme biçimi. İzleyici olarak da görme biçimlerimiz üzerine kendimize bu soruları yöneltmemiz gerekiyor. Nasıl bir tanıdıklık ilişkisi kuruyorum? Neyi kiminle benzetiyorum ve ne uğruna? Burada olmayan, buralı olmayan, buralı olamayan nasıl sahipleniyor arabeski? Onun karşısında mı konumlandırıyor kendisini yoksa onun da oradaki sözü, mücadelesinin parçası mı?

Anıl Can, Bizim Çayevi, Pekdik 1967 – Altındiş Ziya, 2023, yapay zeka üretimi, 40×40 cm

Yapay zekâ teknolojisini kullanan Anıl Can’ın karakterleri, buradalığını ve yerliliğini bağırıyor. Aşina olduğumuz şehir manzaralarını kullanarak var olan kültür kodlarından yardım alıyor. Ama karakterlerini de doğrudan o mekânların içine oturtamıyoruz. “Neden olmasın?” diyoruz bir yandan içimizden. “Vardık, varız, var olacağız!” sloganını dilinden düşürmeyen bir kuşağın parçası olarak bu mümkünat hoşuma gidiyor. Sahicilikle de derdi olan sanatçı, içimize bir kuşku bırakıyor. Anıl Can’ın rengarenk fotoğraflarına serginin bir başka işi Cansu Yıldıran’ın Lubunlarca (Son Aksam Yemeği), sert bir renk kontrastı yaratıyor. Özellikle renklilik haliyle sıkça eşleştirilen kuirlerin raks halini siyah-beyaz göstermeyi tercih ediyor sanatçı. Bunun önemli bir estetik tercih olduğu belli. Meyhaneler liminal mekânlardan. Yani acı-keder-eğlence gibi farklı duygulanımların birbirinden kopukluğundan ziyade iç içe geçme halini vurguluyor. Kuirler de raks eder gibi bir benzerlik anlatısından ziyade, heteronormatif bir mekânsallığın tek meşru yol olmadığı ve güvenli alanların kurulabileceğine dair bir mesaj veriyor. Arabeskin de farklı toplumsal guruplar tarafından sahiplenilmesini tartışmak için yararlı bir bağlam sağlıyor.

Kahraman ve onun kentli anti-yoksulluğu

Serginin zekice bulduğum konulardan biri, kahramanlık ve arabesk arasındaki ilişkiyi ısrarla irdeliyor olması. Çapan’ın da dikkat çektiği gibi arabesk kendi yarattığı karakterlerin içini boşaltıyor, sürekli dönüşüme uğrayan yapısıyla yeni kahramanlar oluşturuyor ve arabeskin güncel olarak kimler tarafından sahiplenildiğini sorunsallaştırıyor. Kaderciliği güçlendirdiği için bireysel sorumluluğun kaybolduğunu düşünen; bu yüzden de arabeski eleştiren sanat okuyucuları, arabeskin hep bir kaçış ya da yüzleşmeme pratiği olduğu konusunda hemfikir gibi. Arabeskin sığınak olma işlevi de kendi yarattığı kahramanlar aracılığıyla mümkün oluyor. Tabii bu sorumluluk söyleminde kapitalizmin, daha özelinde de neoliberalizmin bireyselleşmeci ve toplumsal problemlerde özneyi suçlayan yaklaşımı fazlasıyla önemli. Eğer ki altmışlı yıllardan seksenli yıllara arabeskin öznesi zorunlu göçle büyüyen kent yoksulları ise günümüzde bu kişiler kim? Giderek daha da korumasız bırakılan prekarya olarak da bilinen güvencesiz, yaratıcı sınıflar mı? Yeni toplumsal hareketlerin özneleri kuirler, çevreciler, feministler mi? Kürtlere ne oldu sahi? Kent çeperindeki daha da kurumsallaşan yoksulluk ve sığınmacıların deneyimini de arabesk üzerinden sahiplenebilir miyiz? Serginin de iddia ettiği gibi arabeski sahiplenen özneler dönüşüyor olsa da yoksulluk bağlamı arabeskin altmış yıllık yolculuğunda değişmiyor gibi. Sergi kent-soylu bir öznelliği merkeze alırken yeni yoksulluk hallerine doğrudan odaklanma fırsatını da tam yerine getirmiyor. Değişen yoksulluk halleri ve öznellikleri teğet geçildiğinde arabeskin acı ve keder söylemi de şeyleşiyor. Kurumsal bir dile dönüşüyor, etkisi azalıyor. Yeni kent yoksulları ve değişen arabeskin bu özneleri nasıl içerdiğini bir soru olarak ortada bırakalım.

Yasemin Özcan, Affet, 2023

Aradığım loşluk: Yoksunluktan dikenlere

Bir dizi eleştirel soruyu gündeme getirmesi sebebiyle aslında çok değerli bulduğum sergide kendimi korunaklı hissettiğim birkaç loş alan buluyorum. Bunlardan ilki Canan’ın 2004 yılından Karşı Pencerenin İçi adlı videosu. Bulmaya çalıştığım yoksulluk izi, aşk acısı olarak da bildiğimiz yoksunluk hissiyle birleşiyor. Kırmızıya bürünmüş görsel dili, coşkudan ziyade kanamayı; canlılıktan ziyade solmayı işaret ediyor. Zamana çakılı kalmaktansa onun ağırlığına tanıklık eden bir karakteri izliyor gibiyiz. Bizim de göğsümüze oturuyor karakterin daha sonra parçalayacağı kalp figürü. Serginin oyunbaz bulduğum bir başka anı, Rasim Aksan’ın sulu boya hiper-gercekçi serisi. Aşk ve acı diyalektiği, arabeskin güncelliğini korumasında önemli duraklar. Tabii aşk sadece bir kişiye karşı duyulmuyor. Toprak denilen şeye aşık olmak diye de bir şey var. Arabeskin yükseldiği dönemlerde aynı şekilde vatan aşkıyla ifade edilmiş milliyetçiliğin de yükselişini görüyoruz. Buradaki aşkın vatana mı, eve geri dönmeye dair bir özleme mi olduğu iyice karmaşıklaşıyor. Militer ve eril duruş karşısında asker neredeyse feminenleşiyor.

Haluk Çobanoğlu’nun Arabesk serisi altındaki analog fotoğrafları bildiğimiz, tanıdığımız, sahiplendiğimiz ve ardından yok ettiğimiz arabeskin “baba figürlerini” çabasız şekilde olduğu gibi gösteriyor. Çobanoğlu’nun isleri ilginç şekilde arabeskin güncelliğini sorgulamamızdan ziyade derleyip toparlayan bir çatı görevi de görüyor. Sürekli değiştiği vurgulanan arabeskin de zamansız olabileceği ihtimali ortaya çıkıyor. Özellikle İstanbul’daki kuirlerin birbirine indirgenemeyecek yaşam mücadelelerini, sokak aktivizminden eğlence dünyasına yarı kurgusal islerle buluşturan Cansu Yıldıran’ın sergideki iki işinden biri olan Gülün Dikeni Vardır, dilimize pelesenk olmuş gülü seven dikenine katlanır söylencesini dönüştürerek katlanma pratiğinden ziyade aslında yeterince dikkat çekilmeyen dikenin kendisine vurgu yapıyor. Oscar Wilde’ın Gül ile Bülbül adlı kısa öyküsünü de akla getirirken duygulanım alanından çıkıp bedensel bir alana geçiş yapıyor. Gülün bize de batabileceğini anladığımız o an, kendimizi de bedensel olarak hissettiğimiz bir an. Gül ve onun dikeni, buradalığın bir ikna çabası olmasından ziyade tezatlığını ve hüsranı da içeren negatif duygularını vurguluyor. Çobanoğlu’nun Ferdi Tayfur konserinde izleyicinin uzattığı bir gül karesi ile buluşunca yukarıda bahsettiğimiz bu değişen kahraman öznelliklerine dair önemli bir yapboz tamamlanıyor. Yukarıda sormaya çalıştığım buralı olmayan, buralı olduğu kabul edilmeyen, buradalık mücadelesi veren bir grup öznenin kabul edilebilir iyilik halinden ziyade diken vurgusu da radikal bir tanınma siyasetine çağrı yapıyor. Saygınlık politikasından maraz çıkaranların mücadelesine. Arabeskin de dikeni vardır diyebiliyoruz böylece.


[1]  Yasemin Özcan’ın sergideki işlerinden Kısmet bu kadersel döngüye en doğrudan vurgu yapan işlerden biri. Onun takibinde konumlandırılmış Affet ise insan eylemselliğine ve kaderciliğin sonuçlarına vurgu yapması açısından oldukça önemli.

[2] Arabeskle ilgili Türkçe yazında kaynak gösterilebilecek iki önemli eser mevcut. Bunlar arasında en bilineni Meral Özbek’in İletişim Yayıncılık’tan çıkan Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski. Bir diğer önemli kaynak, Bağlam Yayıncılık tarafından basılmış olan Nuran Erol ve Caner Işık’ın Arabeskin Anlam Dünyası Müslüm Gürses Örneği. Müzik dışında 2000 sonrası, sinema ve edebiyat alanındaki tartışmaları da içeren; İsmail Afacan ve Sibel Öz’ün NotaBene Yayınları’ndan çıkan Arabesk Yeniden derlemesi de kaynak olarak başvurulabilir.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

border_less ARTBOOK DAYS’in altıncı edisyonu, bu sene 3–5 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ev sahipliğinde gerçekleşiyor.

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.