Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

Cem Mumcu: “Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız”

Cem Mumcu “Inhibition/Exhibition” sergisinde hem kişisel hem de toplumsal düzeyde bastırılan duyguların sergiye dönüşümün imkanlarını arıyor. Sanatçıyla keşfettiği yolların görsel ve yazınsal karşılıklarını konuştuk.

“Inhibition/Exhibition” (Çile Bülbülüm Çile) sergisinden görünüm, Fotoğraflar: Mustafa Bilge Satkın

Kişinin duygu ve dürtülerinin, davranışlarının, bilişsel süreçlerinin kısıtlanması veya bunların oluşumunun engellenmesi psikolojide “Inhibition” (bastırma) olarak tekabül eder. Hatta psikanalitik yaklaşımda bilinçli olarak ifade edildiği takdirde “Ego”yu tehdit edebilecek içgüdüsel dürtüleri “Süperego”nun kontrol etmesi de bastırmaya yorumlanır. Yaşadığımız bu çağda bireysel sıkışmışlıkların üzerine bir de toplumsal baskılanmalar eklenince bastırılanlar gün yüzüne çıkmak için fırsat kollar. Eğer bir yolunu bulup çıkmazlarsa felaketin kapısı açılmış olur.

Sanatçı, şair, yazar, psikiyatrist ve ressam Cem Mumcu hem kişisel hem toplumsal tüm bu bastırılmış duyguları açığa çıkarmanın yoluna gidiyor son sergisinde. Bir yandan toplumsal normlara uyma bir yanda özgürlük arayışının yarattığı ikiliği işlerine yansıtıyor. Üstelik mevcut politik iklime de fırçasını değdirerek. Beyoğlu Belediyesi İstiklal Sanat Galerisinde 1 Mart – 3 Nisan tarihleri arasında sergilenen “Inhibition/Exhibition” sergisi, yerli altbaşlığıyla da “Çile Bülbülüm Çile” diye sesleniyor. Küratörlüğünü Derya Yücel’in yaptığı sergi insan doğasının iki temel yönü olan bastırma ve dışa vurumu görsel bir metafor olarak ele alıyor. Sanatçı hem kişisel hem de toplumsal düzeyde kendini ifade etme cesaretine dair bir hikâyenin yollarını arıyor.

Cem Mumcu ile “Inhibition/Exhibition” (Çile Bülbülüm Çile) sergisini merkeze alarak bastırılan duyguların hangi biçimlerle açığa çıkabileceğinin kodlarını ve sanatın bu konudaki tezahürlerini konuştuk.

Inhibition/Exhibition sergisi bastırma ve dışavurum gibi insan doğasının iki temel çelişkisi üzerine yükseliyor, ki sergi de ismini buradan alıyor. Nedir bu zıtlık ve bu kontrastın sizdeki görsel karşılıkları?

Benim sergiye bu ismi vermemin nedeni şu anda içinde yaşadığım ülke. Bireysel anlamda çok da inhibisyon (bastırma) yapan bir tip değilim ben. Aslında rahat bir tipim ama bu sıkışmışlıkla çok yoğun bir inhibisyonun olduğunu ben de yaşıyorum ve başka insanlardan da çok iyi biliyorum. Bu sıkışmışlıktan ne çıkar üzerine düşündüm ve sıkışmışlıktan çıktı bu. Bazılarını metin olarak yazabilirdim ama belki yazamazdım da. Aslında hiç de politik aidiyeti olan bir adam değilim ben. Buna rağmen çok bastırılıyoruz şu an. Düşüncelerimizin ve duygularımızın “inhibe” edildiği bir çağda yaşıyoruz. Ben oradan fışkıranları ve onları ifade edebildiğim hâlini “exhibite” etmek, dışarı çıkarmak ve sergilemek istedim.

Sizi harekete geçiren temel duygu toplumsal gündem miydi peki?

Toplumsal diyemem buna çünkü bu çok bireysel de bir hâle geldi. Sadece beni ya da herhangi birini içeren değil, hepimizin aslında gün içinde öyle veya böyle farkında olarak veya olmayarak, Twitter’a bile girerken, yazarken, cevap verirken, Retweet ederken, Instagram’da cılız paylaşımlar bile yaparken hepimizin yaşadığı bir şey bu. Toplumsalı geçti bu durum.

Moon Walker, 2024

Buradaki otosansürün adını koymamızın nedeni mevcut politik iklimle çok ilişkili değil mi ama?

Evet, doğrudan ilişkili. Sergiyi yaparken de bu sıkışmışlık çok vardı ve işlerin isimlerinde de bunu görürsünüz. Bunun dışında dünya üzerinde yaşadığımız saçmalıklar da çok fazla var. Garip bir çağda yaşıyoruz artık neredeyse “trolize” bir hayat bu. “Trol” diyorum ama bunu sosyal medya trolü gibi görmeyin, bu çağ sanki trollerin çağı gibi. Trump bir trol bence. Gerçek ötesi bir çağın içerisindeyiz ve sıkışığız. Onun için de ifade etmenin yollarını arıyorum ben. Çağırmanın yollarını, öfkeyi, üzüntüyü, hüznü, kaygıyı, sıkışmayı. Sıkıştın ama bir de sıkışmayı ifade edemiyorsan çok fena işte.

Ne olur peki sıkıştığını ifade etmezsen? Bir doktor olarak nasıl yorumlarsınız? Bu nasıl patlar?

Benim bir lafım var; üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız diye. Hem bireysel hem ruhsal hem fiziksel hem toplumsal anlamda hasta oluruz, deliririz, çürürüz. Çürüyoruz da. Birçok şey aşınmaya başladı. İnsanı hasta eden şey duyguların kendisi değil, o duyguların ya farkına varmamak ya da ifade edememek. Bir şey ifade edildiğinde çözüme daha dönüğüzdür. Ben seninle ya da bir başkasıyla olan ilişkimde “Bu yaptığın bana hiç iyi gelmiyor ya da öfkelendiriyor” dediğimde çözüm başlar. Bunu söyleyemediğinde ya da bunu söylemenin yanlış ya da suç olduğu ortamda ne olur bu insan? Tecavüz, taciz ya da haksızlığa uğradığını söylediğinde çözüme dönük bir şey başlar ama bunları da söyleyemediğinde her anlamda aşınma, çürüme, hastalanma başlar. Ondan sonra da bizi delirtenler bize deli derler. Halbuki biz deli değiliz, biz delirtildik. Burada bununla karşılaşanın yüzleşmesi ve biraz da olsun yüreklendirilmesi için bu sergi var. Orada korku ruhu kemirir demişim, korku hakikaten ruhu kemirir.

Tam da buna binaen alt başlıkta “Çile bülbülüm çile” diye bağırıyor sergi. “Sesini duyur ele” diye bir çağrı mı yapmak istediniz?

Evet tam da bu; sesini duyur ele, bir şakı, bir konuş, bir bağır çağır, bir şey söyle. Çünkü sustukça her şey içimizde patlayacak. Patlıyor da zaten başka türlü enerjiler var etrafta. Sokakta yürümekten de korkar olduk. Aslında bu ifade edilemeyen bir sürü duygu ve düşünce kişilerin birbirine dönmesine neden oluyor. Dişini geçirebildiğini dönüp dövüyor bu sefer.

Sanat bunun “placebo”su gibi diyebilir miyiz? Bu duyguların rahatlama mekanizması olabilir mi? Niye her şeyi dolaylı olarak soyut kavramsal anlamda ima ederek okuyoruz da doğrudan toplumsal bir patlamaya dönüşmüyor?  

Sanat her şeyden önce bu hâli açığa çıkarmak, göstermek, kabul etmek, itiraz etmek, isyan etmektir. Toplum itirazı olduğunda toplanır. Yürüyüş yapar, itiraz eder, miting yapar. Toplum için kendisine iyi gelmeyen şeylerde ifadenin yolları açıktır. Bunlar da yasaksa ne yapacak?

Positive Disintegration, 2024

Sanat bu şekliyle toplumun gazını almış olmuyor mu?

Gazını almak bir tarafa tam tersine duyguna sahip çık diyorum ben orada. Gazını şu şekilde alırım; pop müzik şarkı yaparım “Cıstak cıstak” oynarsın, hiçbir şey yokmuş gibi evine gidersin. Mutsuzum ama keyfim yerinde diye bir şarkı var ya. Ben mutsuzluğunu fark et diyorum.

Günlük yaşamda da toplumsal yaşamda da en çok hangi duyguları bastırıyoruz sizce? Bu bastırılmış duygular en sık hangi yollarla sanatta gösteriye dönüşüyor?

Vallahi sevgiyi bile bastırıyoruz. Acımızı bastırıyoruz. Son 20-30 yıldır “ezik” diye, “loser” diye, “kezban” diye bir laf var. Bunlar ne aslında; insani birtakım meselelerin aşağılanması. Mesela romantik bir bağ kurmadan cinsellik yaşamak istemiyorum diyen birine “kezban” denebiliyor. Onu bile, taleplerimizi bile bastırıyoruz. Öfkemizi çok bastırıyoruz. En çok yaralanmamızı bastırıyoruz. Hatta yaralanmayı bir eziklik olarak hissetmeye ve algılamaya başladık. Çoğunlukla korkmayı da utanç verici buluyoruz. Bir sürü duygularımız böyle. Bunlar sanatta ne ölçüde karşılık buluyor bilmiyorum ama ben sanatta sıklıkla zihinsel işler görüyorum. Hesaplı kitaplı. Bir sanat eserinin kişinin iç dünyası ve kendi meseleleriyle ilintili olması lazım. Yani İspanya İç Savaşı olduğu için Guernica çıkıyor. “Bu ara bu iç savaş meselesi çok ‘trendy’ ben de bir iç savaş işi yapayım” diyen birine tahammül edemiyorum. Onun için çok zihinsel buluyorum, reklam yaratıcılığı gibi. Sanatçı olarak senin dünyana dair bir şey bekliyorum ben senden.

Beklenen, 2017

Bir sanatçının en radikal duyguları bile estetize etmesi gerekmiyor mu?  

Hayır, her zaman estetize etmesi gerekmiyor. Tam tersi Çığlık tablosuna estetik demezsin mesela. Bruegel’in işlerini görünce aklına estetik gelmez. Sanatçı sadece öyle bir estetik peşine düşerse dekoratif olur. Estetik duygular da çok farklı. Mesela İzlanda’dan çok güzel bir deniz manzarası videosu paylaşıyorum, birisi böyle karanlık şeyleri niye paylaşıyorsunuz diye yazıyor. Onun için pembe olan estetik. Dünyanın gittiği estetik “Dubaize” bir estetik. Bana bu hiç estetik gelmiyor, çok çirkin. Şu an dünyayı “Dubaize” buluyorum ve bu çağın estetiği de oraya doğru kayıyor, yani “Arabic” bir estetik. Oysa Kafka öyle mi anlatıyor ya da Dostoyevski, Tarkovski, David Lynch, bunların hepsi rahatsız edicidir çoğu zaman. Bazen bilim bile kendini sansürlerken sanatçıların çoğu o sansürü bırakıp gitmişler.

Sergideki resimlerinizin bazıları psikiyatri kliniğinde hastalara gösterilen rorschach testinin görselliğine benzetilebilir. Size genellikle uzmanlığınız üzerinden sorular geliyor. Bundan sıkıldığınızı biliyorum, fakat uzmanlık alanınız çalışmalarınıza ne ölçüde sirayet ediyor?

İsteyen istediği gibi okuma özgürlüğüne sahip. Her türlü okumaya açıktır. Çok az çizgiyle, çok az lekeyle çok fazla şey ifade etmeye çalıştığım için rorschach testi de yoruma açık. Bu uzmanlık alanı konusu sadece sergi açtığımda değil, kitap yazdığımda da oluyor. Psikiyatr olmam ne ölçüde sirayet ediyor bilmiyorum. Mühendis olsam, avukat olsam aynı işler çıkmaz. Bana dair önemli bir pratik olduğu için tabii ki aynısı çıkmaz. Tabii ki çok fazla insanlık hâli ve insan meselesiyle hemhal olduğum için etki ediyor. 10 yıl Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde çalışmış bir adamım ben. Çok derinlikli insan ilişkisine giren biri olduğum için sirayet etmemiş olması mümkün değil. Fakat planlı bir şey değil bu.

Derviş ve Adem, Ormanda Karşılaşma, 2024

Hem resim hem edebiyatla uğraşıyorsunuz. Farklı disiplinlerden geliyor oluşunuz, üretim anlamında birbiriyle çatışıyor mu?  Yapmayı istedikleriniz neye göre söze neye göre resme dönüşüyor?

Bu sergiye neden olan bastırılmalar beni resme daha çok itti. Yazıdan çok daha gizli saklı ve çok daha sembolik anlatma özgürlüğüm var. Sürgün döneminde öyle bir hâle geldim ki konuşamıyorum, yemek yemiyorum, düşünemiyorum. Çok fena bir hâldeydim, yazmak bir tarafa, okuyamıyorum. Bir tane film açtım, Doktor Jivago’yu 18 günde bitirebildim. Fakat resim yapıyorum manyak gibi. İnanılmaz bir şekilde resim çıktı. Koşullar da senin kendini neyle ifade edeceğinle ilgili zorluyor.

Sergide yazınsal metinler de var. Söz yasaktı renge saklandım diyorsunuz, resim bu alanda daha konforlu bir kaçış alanı mı? Söz söylemek hâlen tehlikeli mi?

Tamamen farkında olmadan ifadelendirseydim kaçmış olurdum. Kaçmak istemedim ama yine de faşistlerin anlamayacağı bir dile saklanıyor olabilirim. Onlar zaten her şeyi anlamaz. Orada bir tane iş var; Zalimler Bronz Sever diye, bir tanesi de Dışardakiler Tutuklu Olduklarını Bilmiyorlar diye. İsimlerini böyle koydum ve işin içinde de var. Faşistlerin kafası derinliğe fazla çalışmayacağı ve zalim oldukları için onlardan saklanabilirsiniz ama kendi duyguma sahibim. Benim bir yazım vardı sonu şöyle bitiyor; “Devlet bir insan olsa sever miydiniz? Ben sevemedim” diye. Söz ve yazı halen daha tehlikelidir. 

Görsel estetikle yazınsal estetik arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz. Sergide Rilke’den bir alıntı var mesela. Özellikle şiir ve görsel sanatlar yakınlaşıyor mu bu durumlarda?

İfadeyi kazarken gerekecekse oradan bir nota da fışkırabilir. Disiplinler birbirine çok yakın. Artık öyle bir dönem yok. Eskiden biz çok spesialize olmak zorunda kalmışız çünkü bilgi havzası çok büyümüş. Yani bir Leonardo bir daha çıkamaz hâle gelmiş. Bir Mimar Sinan, Leonardo gibi tipleri düşünün tıp da biliyor, mimari de biliyor. Sergide mesela bir tane; “Onun her şeyi büyüktür!” yazmışım, kalkamayacak kadar, gidemeyecek kadar gibi. Benimki pek hicve benzemiyor. Daha önce şiir türleriyle ilgili yaptığım sınıflandırmalar vardı. Onlardan biri de entelektüel şiirle ilgiliydi, şöyle diyordum; entelektüel şiir anlaşılmazı keşfetti, “şiir anlaşılmak zorunda değildiri”, “şiir anlaşılmamalıdıra” çevirdi. Şiirsel imgelem zihinsel süreçlerle değil duygusal süreçlerle algılanan ve üretilen bir olgudur. Bir dizeyi hem düşünsel yapılarıyla kurgulayıp hem de anlaşılmaz olmasını sağlamaya çalışanlar şiirden çok uzak durmaktadırlar. Bu bir akıllının deli taklidi yapma girişimidir. Gerçek, doğal ve üretken delilikle de hiçbir ilgisi yoktur.

Son dönem oldukça yaygınlaşan sanatla iyileşme, sanatla terapi gibi oluşumları nasıl değerlendiriyorsunuz, sanatçı ruhu ile terapötik süreç arasında nasıl bir yakınlık var?

Sanat başlı başına şifa vericidir. Sanatı yapmak da sanatı izlemek de derinleştiricidir. Fakat bu isimle yapılan şeyler ne kadar bunu başarabiliyor bilmiyorum bu da başka bir pazar çünkü. Her şey pazar olunca hakikatle ilişkimizi yitiriyoruz. Her şeyi sayıyoruz; oyları sayıyoruz, “like”ları sayıyoruz, tirajı sayıyoruz, reytingi sayıyoruz. Hiç nitelikten bahseden yok, her şey nicelik. “Kaç takipçin var?”, “Kaç sattı?”, “Ne kadar seyredildi?” diye bir şey var. Nitelik yok! Nitelik meselesine tekrar dönmemiz lazım. Onun için de yürekli olmamız ve daha az şey istememiz gerekiyor. Bize dayatılan şeylerden daha derinlikli meselelerimiz olması gerekiyor.

İzleyicilerin serginizden hangi efektle çıkmasını dilersiniz?

Her türlü duyguya hazırım; öfke, rahatsızlık, sevinç, neşe, umut, kaygı, korku, belki iğrenme. Her türlü duygu benim için kıymetlidir, yeter ki duyguyla çıksınlar. Sevsinler, sevmesinler ama duygu yaşasınlar isterim.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

Geçen yıl Argonotlar Almanak 2023’e destek veren Bor Sanat, bu yıl işbirliğini kariyerinin başındaki sanat yazarlarına destek vererek sürdürüyor.

Millî Reasürans Sanat Galerisi Arşivi

Millî Reasürans Sanat Galerisi arşivi dizimizin ikinci konuğu Tosun Bayrak! “Fasa Fiso” sergisinin yayını için Ahu Antmen'in kaleme aldığı metin Argonotlar Kütüphanesinde.

Gündem

“Daha Pek Çok Şey: Hüseyin Bahri Alptekin” podcastini Zeynep Nur Ayanoğlu'yla birlikte hazırlayan Abdullah Ezik, doğum yıldönümünde Hüseyin Bahri Alptekin'i yazdı!

Eleştiri

Franz Erhard Walther'in "Heykel Olma Teşebbüsü" sergisini ve Walther'in sanat yordamıyla mesele edindiği konuları ele aldık.