Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

Doğada ölüm yok mu gerçekten? Fulya Çetin ile son sergisi üzerine

Fulya Çetin’le son sergisi “Ölüm Yokmuş” üzerine konuştuk.

Karabiber, 125x241 cm, kağıt üzerine karışık teknik, 2021

Antalya’da yaşayan sanatçılar ve izleyiciler için bir nefes alanı olma görevini üstlenen Den Art Gallery, Fulya Çetin’in son sergisi “Ölüm Yokmuş”a ev sahipliği yaptı. Sanatçıyla pratiği, kolektif deneyimleri ve Olympos’taki yaşamı üzerine konuştuk.

Uzun yıllar İstanbul’da yaşamış ve üretmiş bir sanatçı olarak bir süre önce Olympos’a taşındın. İstanbul’daki deneyimlerinden sonra Olympos’taki yaşamın ve üretim pratiğin nasıl şekilleniyor? Kent içinde kurduğun işbirliklerinden Den Art Gallery ile temas etme ve sergiyi Antalya’da gerçekleştirme fikri nasıl gelişti?

Ben bir köyde yaşıyorum. Kumluca’ya bağlı Yazır köyünde. Aslında köy içinde de yaşamıyorum denebilir. Köyün dışında bir ormanlık alanda, Olympos’a inen yol üzerinde ara bir sokakta yaşıyorum. Buradaki hayatın bana sunduğu her şeyden yola çıkarak üretiyorum. Son sergimde; ormanımda, mahallemde, sokağımda ve bahçemde yetişen bitkilerden, dolayısıyla Akdeniz bitki örtüsünden yola çıkarak üretimler gerçekleştirdim. Den Art’ın kurucusu Gülden Bostancı atölyemi ziyarete geldiğinde, bu işleri Den Art’ta sergilemek ister misin diye sorduğunda neden olmasın dedim. Ve biraz düşündükten sonra Akdeniz’den çıkmış ve bana bu farkındalığı sağlamış bitkilerin burada kendi topraklarında sergilenmesinin daha doğru olacağı kanısına vardım. Gülden’i tanıdıktan ve mekânı yani Den Art’ı gördükten sonra iç rahatlığıyla verdiğim bir karar oldu diyebilirim. Burada bir ilişkiler bütünü kurulduğunu ve bitkilerin kendi evlerinde sergilendiğini düşünüyorum.

Sanat pratiğinde kolektif çalışmalarda bulunmuş ve pek çok sanatçıyla işbirlikleri geliştirmiş bir sanatçısın. Örneğin Hafriyat Karaköy’ün kurucularındansın ve 2007-2009 yılları arasında burada farklı sergilerde yer aldın. Antalya kolektif deneyimlerin henüz yaygınlaşmadığı bir kent. Şehirde güncel sanat bağlamında aktif tek bir kolektif bulunmakta. Antalya’nın bir kıyı kenti olması dinamiği üzerinden güncel tartışmalar üretme çabasındaki Kıyı Project hakkında ne düşünüyorsun? Kent içinde yeni kolektif deneyimler ya da sanatçı işbirlikleri geliştirebilmek açısından buradaki sanatçılara önerilerin neler olabilir?

Birçok kolektifte bulundum. Hafriyat’tan önce Kooperatif adında bir kolektifimiz vardı. Kooperatif oldukça kalabalık bir gruptu ancak kısa sürdü. Hafriyat ise benim için çok öğretici bir süreçti. Biz kendi aramızda birbirimizin okulu olduğumuzu düşünüyorduk. Okulda öğretilen kriterlerin yıkıldığı, rahat hareket edebildiğin, yatay ilişkilerin kurulduğu bir süreçti. Yatay ilişkiler kurabilmek şu anki sergimde ya da yaşamımdaki tüm özel ilişkilerimde çok özen gösterdiğim bir konu. Dolaysıyla kolektifler en çok yataylıklarıyla var olabiliyorlar. Burada kolektifin hangi şehirde bulunduğundan çok, yatay ilişkiler geliştirebiliyor olması kolektifi uzun soluklu kılıyor diyebilirim. Farklı fikirlere sahip pek çok insanın ortak bir noktada buluşabilmesi oldukça öğretici bir süreç içeriyor. İnsanın üretimdeki ve üretimden sonraki süreçte uzlaşı dilini kurmaya çalışması; buna toplum içinde yaşamak ya da bir mekânda sergi yapmak da dahil, hiyerarşiyi kırmayı, kendi egonla karşındaki sanatçının egosuyla karşılaşmayı, tahammül etmeyi, değişmeyi ve dengelemeyi sağlıyor. Kıyı Project’i sosyal medyadan takip ediyorum ve buradaki çabayı oldukça kıymetli buluyorum. İzmir’de, Diyarbakır’da ya da Antalya’da ülkenin farklı yerlerinde oluşan kolektif deneyimlerin üniversitede oluşan formel dili kırdığını ve kendi düşünce formlarını inşa ettiğini düşünüyorum. Aslında biz Hafriyat Karaköy’ü kurduğumuzda kolektif diye bir kavram muhtemelen yoktu, bir ihtiyaçtan oluştu. Duvara resmini asıp ya da işini kurgulayıp bir kenara çekilmiyorsan ve her şeyi bir başkasına bırakmıyorsan başka bir şeye ihtiyaç duyuyorsun demektir. Serginin tamamını kurgulayabilmek, yaptığın çalışmaları birer obje olmaktan çıkarabilmek, senin hayatının parçaları ile başka bir sanatçının hayatının parçalarını bir arada düşünebilmek, başka sanatçılarla yan yana durabilmek, izleyiciye temas edebilmek, sanat pratiğimde önemsediğim konular. Dolayısıyla kolektif deneyimlerin kişisel ihtiyaçlardan oluştuğunu söyleyebilirim.

“Ölüm Yokmuş” sergisinden görünüm

Kolektif deneyimlerde yatay ilişkiler üretebilmenin öneminden bahsettin. Kentin ürettiği eril dil ve bunun sonucunda oluşan tahakküm ilişkileri çalışmalarında üzerinde durduğun konular. Doğaya yakın yaşamak kentin ürettiği eril dil ve iktidar ilişkilerinden uzaklaşmak anlamına da geliyor. Olympos’u İstanbul ile karşılaştırdığında farklılaşan yaşamsal kurgular neler oldu ve bunlar üretimlerine nasıl yansıdı?

Nerede yaşarsanız oraya ait yaşamsal sorunsallar biriktiriyorsunuz. Kentte yaşarsanız oraya dair sorunlar açığa çıkıyor. Birilerinin birilerine hükmeden bir dil kullanmasından rahatsız oluyorum. Şehir de bunun en sert kullanıldığı yerlerden birisi. Kentteki eril dili; çalışma hayatında, sokakta yürürken, kalabalık ortamlarda, binalarda çok net hissedebiliyordum. Her şey çok köşeli, kaba ve sert geliyordu. Buna maruz kaldığımı düşünüyordum. Çok önceden beri tahakkümle ilgili bir derdim var. Birilerinin başka birilerinin bedeni, kıyafeti, düşüncesi hakkında söz söyleyebilmesi, onu biçimlendirmeye çalışması kabul edemediğim bir şey. Bu alan, kendini değiştiremediğin ancak dışarıya kendini ifade edebileceğin bir durum yaratıyor. Bu konu çalışmalarımda hep üzerinde durduğum bir konu oldu. Çok eski resimlerimde ormanın içerisinde, bitki örtüsünün üzerinde yatan, rahatça gözlerini kapatabilen ve kendilerini güvende hissedebilen kadınlar vardı. Burada kadınlar şehrin ürettiği köşeli formlardan uzak kendilerini güvende hissedebilecekleri bir ortam içerisindeydiler. Sonrasında “Kirpiğiniz Yere Düşmesin” kitabında yer alan bir hikâyeden yola çıkarak, bir kadının saçlarından çekiştirilerek düğün başı yapılması üzerine bir video çekmiştim. O video yine eril tahakküm ile ilgiliydi. Başka bir iş Uzadıkça Daha Yakın ise eril tahakkümü dışarıda bırakıp o kadınla aramadaki bağın güçlendiğini yakaladığım işlerden birisi oldu. Doğa, ağaçlar ve bitkilerle kurduğum ilişki de böyle. Kuş sesini duymayı trafik sesini duymaya tercih ettiğim için buraya geldim ve hayatımı ona göre düzenledim. Olympos’a geldikten sonra uzun bir süre burada yaşamayı öğrendim çünkü şehirdeki bilgiler doğada işlemiyordu. Hala da öğrenmekteyim. Şehre göre bedenen çok daha fazla çalışıyorum örneğin ve bu çalışmalarıma da yansıdı. Burada bir atölye inşa ettim. Bahçeme ağaçlar diktim ve o ağaçların zamanı gelince budanması gerektiğini burada yaşayan insanlardan öğrendim. Budama yapmak önceleri beni rahatsız eden bir eylemdi. Çünkü başka bir canlının bedeni üzerinde bir eylem gerçekleştiriyordum. Sonrasında zeytin ağacını budarken dalların içinde bir kuşun gezebileceği kadar bir açıklık bırakmamın yeterli olduğunu öğrendim. Budama eylemi hem ağacın yaşamsal döngüsünde onu daha güçlü kılıyor hem de başka bir canlının yaşamına izin veriyordu. Ancak bu daha sonraları öğrendiğim bir bilgiydi. İlk budama bana oldukça kaba geldi. Ağaç dalları bir yığın halinde bahçemde duruyorlardı. Birilerinin benim hakkımda söz söyleme, karar verme halini, ben burada ağaçlarıma uyguluyordum. O güçten rahatsız oldum. Budama makasını tutan el olmak benim için rahatsız edici bir duyguydu. Ve bu rahatsızlıkla o dalları kağıtların üzerine taşıyıp, onların izini çıkarttım. Sonuç olarak bu işler meydana gelmiş oldu.

Son sergin “Ölüm Yokmuş”da daha önceki eser üretim pratiğin ile Olympos’taki sürecin arasında farklılıklar görüyoruz. Doğaya bakarak onu resmetmek ile ondan izleri kâğıda aktarmak arasında nasıl bir fark oluşuyor?

Çalışma masamın karşısında, bahçemde bir karabiber ağacı var. Örneğin ben karabiber ağacının karşısına oturup, ona sadık kalarak resmini yapmaya çalışsam bu çok daha uzun bir süreç oluyor. Beyaz bir yüzey üzerinde onu taklit etme kaygım, elimin hüneri ve uzun bir gözlem süreci ekleniyor. Diğerinde ise karabiberin direkt kendisi orada var oluyor. Burada elimin becerisini aradan çekmiş oluyorum. Başka bir teknikle o yaprağın kendi büyüklüğünü, izini, varoluşunu kâğıda taşımış oluyorum. Doğaya bakarak onu resmetmek, yetenek ya da beceri içerdiği için diğer tekniğe göre ona paralel veya eşit bir yaklaşımla üretmekten farklılaşıyor, benim sürece hükmettiğim bir yaklaşım içeriyor. İzleri kâğıda aktarmakta ise o ağaçla ortaklaşa bir dil kurmuş oluyorum. Beyaz yüzey ile karabiber ağacı arasında bir diyalog gelişmesine yardımcı oluyorum. Bedenim burada bitkilerin kendini yüzeye aktarmasında aracılık etmiş oluyor, böylelikle performatif bir yaklaşım da gelişiyor. Bahçemde bitkilerle birlikte geçirdiğim zaman ile atölyemde geçirdiğim süreç aynılaşmış oluyor. Resim yapmaktaki monolog süreç diyaloğa eviriliyor. Onları resmi yapılacak bir malzeme olarak görmekten çok, başka bir yere taşımış oluyorum. Nesne olmaktan çıkarıyorum. İlişki kurduğum, birlikte yaşadığım canlılar olarak görüyorum. Dolayısıyla bahçemdeki bitkileri bedenen atölyeme taşıdığımda ve onlarla bir ilişki kurduğumda konu “Ölüm Yokmuş”a geliyor, başka bir deyişle bu bitkiler canlılıklarını devam ettiriyor. 

Zeynep Sayın sergi metninde dalından kopmuş/koparılmış bu bitkileri yeniden canlılığa bağladığından ve bir tür ikebana yaptığından bahsediyor. Japonca’da çiçekleri yaşatmak anlamına gelen ve çiçeklerin uzunluğuna, cinsine, rengine, yatay ya da dikey oluşuna göre farklı anlamlar barındıran ikebana ile nasıl bir ilişki kuruyorsun? Yaşam alanından topladığın, atölyene taşıdığın ve resim yüzeyinde bir araya getirdiğin bu bitkilerin birliktelikleri bize ne söylüyor, nasıl karşılaşmalar oluşuyor?

İkebana ile işlerimi ilişkilendiren Zeynep oldu aslında. Ben herhangi bir kavramı bir yerlerde okuyup onunla ilgili iş üretmiyorum. Ben bir iş üretiyorum daha sonra onunla ilgilenen kuramcı ya da yazar o işle ilişkilenen kavramlardan bahsedebiliyor. Bu işleri üretirken ikebana kavramını bilmiyordum örneğin. Ancak bir şeyin dingin, kendi içine dönük olması, sezgiler üzerinden ya da birbirini anlamak üzerinden ilerliyor olması beni ilgilendiren konulardı. Tabi ki ekoloji ve botanik üzerine okumalar yaptım, üretim sürecimle ilgili filmler izledim. Ürettiğim şeye kavramlar üzerinden bakmak yerine yaşamımın bir parçası haline getirmeyi seviyorum. Ormanda yürümek, bitkileri toplamak, bazen onlardan yemek yapmak, düşünmek, kitap okumak ya da film izlemek bunların hepsi hayatımın tamamını kaplayan bir sürece dönüşüyor.

Her bitkinin varoluşu bambaşka ve kendine özgü. Bitkileri doğadaki varoluşlarına sadık kalarak kâğıda taşıdığımı söyleyebilirim. Gülhatmiye baktığımız zaman, ince uzun, yukarı doğru uzanan tek tek dallardan oluştuğunu, dalların altındaki çiçeklerin daha büyük olduğunu ve yukarı doğru tomurcuklandığını görüyoruz. Dolayısıyla gülhatmiyi kâğıda taşırken o dalların tekil varlıklarını korumaya özen gösterdim. Başka bir örnek karabiber ağacında ise yapraklarının birbiri üzerine bindiğini ve öyle hareket ettiğini fark ettim. Karabiber ağacını resmederken onun duruşuna, varoluşuna sadık kalarak, yaprakları üst üste, hareket eder gibi yerleştirdim. Benjamin mesela normalde bir ev bitkisi olarak biliniyor ancak Olympos’ta yer alan benjaminler devasa birer ağaç formunda. Oldukça heykelsiler bitkiler ve yaz kış yapraklarını dökmüyorlar. Dolayısıyla kışın yağmurdan koruyan, yazın gölgesine sığınılan bitkilere dönüşüyorlar. Benjamini resmederken farklı bir teknik uyguladım, aslında tüm işlerde teknik olarak farklılıklar var. Benjaminde önce zemini koyu bir renge boyadım daha sonra bitkiyi üzerine yerleştirip o boyayı açan teknikler uyguladım. Sonuç olarak kâğıda aktarılan imge benjaminin izinden çok gölgesi oldu. Aslında tek bir bitkiden yola çıksan dahi, o bitki başka bir sürü şey söylüyor. Onun şifası ne, ne amaçla kullanılıyor gibi bilgiler de topluyorum. Örneğin gülhatmi ile çalışırken nefes darlığına iyi geldiğini öğrendim. Onun rengini çıkarttım, çiçeklerini kuruttum. Karabiber dallarının çok esnek olduğunu fark ettim ve o dallarla biraz oynayarak sepet ördüm. Bu uğraşlar sergide görsel olarak yer almasalar da bitkilerle kurduğum diyaloğun uzantılarıydı ve buradaki yaşamımın bir parçasıydı.

Bir önceki sergin “Uzadıkça Daha Yakın” da göçmen bir kadının bindiği teknede ağırlık olmasın diye kestiği bir tutam saç örgüsünün fotoğrafından yola çıkarak saç örme pratiği üzerinden kadınlar arasında geliştirilen mikro dayanışma ağlarına odaklanıyordun. “Ölüm Yokmuş”da yer alan bir resminde ise örgü saç imgesinin budanmış karabiber dallarının bıraktığı izler arasına yerleştiğini görüyoruz. Kesilmiş saç imgesi ve budanmış bitkiler arasında nasıl bir bağ kuruyorsun? Köklerinden ayrılmış bu maddeler sence canlılıklarını devam ettiriyorlar mı, doğada ölüm yok mu gerçekten?

“Uzadıkça Daha Yakın”daki 517 deseni üretirken çalışma masam karabiber ağacının tam karşısında duruyordu. Gözümü dinlendirmek için arada karabiber ağacının sallanışını izliyordum. Karabiber ağacının yaprakları uçuştuğunda, onları uçuşan saçlara benzetiyordum. Arada terasa çıkıp karabiberin esnek dallarını örüyordum. Zaten onlar birbirlerine temas etmişlerdi. Bir işten diğerine geçerken arada o işi üretmeme neden olan geçiş işleri oluşuyor. Karabiber ağacı resmi ya da saç örgüsü desenleri birbirlerini doğurmuş oldu aslında. Dolayısıyla işler birbirini çağırıyor. Bense onları üreten kişi oluyorum. Kendi algımdan ve geçmişimden oluşan duyarlılıklarımla onları seçiyorum ama onlar da benim karşıma çıkıyor gibi. Burada bir ortaklık var. Birbirimizi görmeye, birbirimizin dilini anlamaya çalışmaya benziyor. Sanat yapıyor olmayı bir monolog gibi düşünmüyorum. Benim için sanat yapıyor olmak karşımdaki nesne, obje ya da imge ile bir diyalog kurmak anlamına geliyor.

Karabiber ve Saç, 93×124 cm, kağıt üzeri karışık teknik, 2021

Aslında ölüm kavramı Zeynep’in ilgi alanı. Sergi ismini neden “Ölüm Yokmuş” koyduğuma gelecek olursak ölümü bir yok oluş gibi görmüyorum. Ölüm aslında yeni bir şeylerin başlamasına sebep olmak için var. Başka bir insana, başka bir dala, başka bir şeye yer açmak var. Evet bir kayıp ama başka bir oluş hali geliyor onun arkasından. Yangından yola çıkarak ürettiğim seri de böyle bir yaklaşımı içeriyor. Çoğu kişi o seriyi çok negatif buluyor ama ben öyle düşünmüyorum. Bir şey yanacak, yok olacak ama başka bir şeylerin oluşmasına da sebep olacak. Kül geliyor örneğin yangının ardından ve o kül toprağa iyi geliyor. Hiçbir şey tamamen yok olmuyor, başka bir şeye sebep olarak gidiyor oradan.

Metin, sanatçının imgesel arayışı üzerine dilsel bir katman daha ekleyerek eser okumasının ikili bir anlatı yapısına kavuşmasını sağlıyor. Zeynep Sayın’ın da sergi metninde Ingebor Bachmann’dan alıntılayarak üzerinde durduğu bir konu var: Her şeyin bir dil sorunu olduğu. Dil aracılığıyla dünyaya konumlanıyoruz. Dilin yarattığı bu konumlanma tabi ki oldukça insani. Peki doğanın dili bu insani dilin neresinde? Sanat aracılığıyla bildiğimiz bu dili unutmanın ya da yeni bir dili duyumsamanın yolları neler sence?

Üretimlerimde dişil dili kullanmakta ısrar ediyorum. Buna özen gösteriyorum. Bunun kullanılmasını talep ediyorum hayattan. Nasıl vicdanımı rahatlatmak için adaleti talep ediyorsam, eşitliği de talep ediyorum. Ve bu beni daha ekofeminist bir yere götürüyor. Ben şuyum ya da buyum demek, tanımlamak, eril bir dil üretmek anlamına geliyor aslında. Kendimi keskin bir yere konumlandırmaktan kaçınsam da ekofeminizme derinden bir ilgi duyuyorum. 2006 yılında Depo’da “Havaya Karışan” isminde bir sergi yapmıştım. Orada, kelimelerin tam bir duyguyu ya da hissi tanımlayabilecek güce sahip olmadıklarına değinmiştim. Mırıldanmak, sayıklamak, bebek konuşması gibi ifadeler ilgimi çekmişti. Dilin ayakları yere basmayan, yarı şuursuzluk, belirsizlik içeren hallerini serbest bırakmak istediğim için; köşeli, tanımlı hallerinden kaçınarak onunla ilişki kuruyorum. Sanatın dili de doğanın diline çok benziyor. Her ikisinin de sözcüklere dökemediğimiz düzlemde var olduklarını düşünüyorum.


Bu yazı bir Avrupa Birliği projesi olan CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı’nın desteklediği “Sanat Haberciliğini ve Eleştirisini Yerelden Geliştirmek” projesi kapsamında Argonotlar tarafından komisyon edilmiştir. 

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.