Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Kütüphane

Elif Rongen-Kaynakçı ile söyleşi: Filmler nasıl arşivlenir?

EYE Filmmuseum sessiz sinema küratörü Elif Rongen-Kaynakçı ile Uğur Yüksel’in Bir Yaz Gecesi Festivali vesilesiyle film arşivciliği ve sessiz sinema üzerine sohbeti Argonotlar Kütüphanesinde.

EyeFilm Museum

Bir Yaz Gecesi Festivali’nin Türkiye’de pek sık başımıza gelmeyecek izleme ve dinleme deneyimleri yaşatan sessiz film programı, bu yıl Hollanda sinema müzesi EYE Filmmuseum’un sessiz sinema küratörü de olan Elif Rongen-Kaynakçı tarafından hazırlandı. Türkiye’de sessiz film kültürünün oluşmasında ve en önemlisi sürdürülebilirliğinde en önemli aktörlerden biri olan Kaynakçı’yı, festival için İstanbul’a gelmişken Beykoz Kundura’da yakaladık ve sessiz sinemanın keşfinde meşakkatli bir süreç ve tutku isteyen zorlu yolları onunla konuştuk.

“Sessiz sinema küratörü” ya da ”Film arşivcisi” kimdir? Hangi filmi arayacağını, koruyacağını ya da hangisinin öncelikli olduğunu neye göre belirler, seçer?

Bu soruya farklı cevaplar vermek mümkün. Öncelikleri koleksiyon politikaları belirler. Yani nasıl bir koleksiyonunuz var? Ve nasıl bir koleksiyon oluşturmak istiyorsunuz? Örneğin dünyadaki birçok arşiv sadece kendi ülkesinde yapılmış filmleri restore ediyor. Biz Eye’da sinemayı bir dünya kültür mirası olarak gördüğümüz için sadece Hollanda sinemasını değil, başka sinemaları da önemsiyoruz ve koruyoruz; hatta büyük restorasyonlarına girişiyoruz. Sorunuzda aslında iki farklı nokta var: Film arşivcisi elindeki koleksiyonu saklar, kayda alır ve uzun vadede kaybolmamasını garanti etmeye çalışır. Yani aktif olarak film araması şart değil; ancak biz küratörler olarak elimizdeki koleksiyonun içinden bazı eserleri aktif olarak seçerek bunları korumanın ötesinde de değerlendirilmesi için çalışıyoruz. Yani filmlerin araştırmacılar veya diğer filmciler tarafından kullanılmasını veya restore edildikten sonra gösterilmesini sağlamaya uğraşıyoruz. Burada farklı kriterler var: Kişisel seçimler de olabilir ama aktüel olduğunu bildiğimiz konulara (diyelim ki kadın sinemacılar) veya belli bir bağlamda gündeme geleceğini önceden bildiğimiz bir konuya (diyelim ki bir tarihsel olayın 100. anma senesi) da yoğunlaşmak mümkün. Zaten bu noktada küratör ortamın nabzını tutabilmeli diyebiliriz, yani kendi alanında dünyadaki diğer etkinlikleri de takip ederek neler konuşulup tartışılıyor bilmesi lazım. Öte yanda arşivci bu gelip geçici gündemlerle ilgilenmez çünkü onun görevi, filmlerin bundan 50 veya 100 yıl sonra da izlenebilmesini saklamaktır. O zamanın gündeminde ne olacağını da öngöremeyeceği için fazla seçici olamaz, olmamalıdır.     

Elif Rongen-Kaynakçı

Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden başlayıp Amsterdam Film-TV çalışmalarına uzanan hikâyenizi anlatır mısınız? Neydi sizi sinemaya taşıyan merak ve heves?

Ben aslında lisedeyken sinemayı çok merak etmeye başladım; İtalyan lisesindeydim, oradan İstiklal’e çıkıp film izlemeye, AKM ve yabancı ülkelerin kültür merkezlerinde film izlemeye filan başlamıştık. Tabii İstanbul Film Festivali senenin en önemli anıydı; o zaman internet olmadığı için -1980’lerin ortasından bahsediyoruz (gülüyor)- okulu kırıp sabah sekizden itibaren sinemaların önünde kuyruğa girerek bilet alıyorduk. Herkes benim sinema okuyacağımı düşünse de o zaman sinema teorik olarak okunamıyordu üniversitede; yani aslında sadece Eskişehir’deki Sinema TV okulu veya Mimar Sinan Balmumcu vardı. Ama ben sinemacı olmak istemediğim için bunları istemedim. İngiliz edebiyatı biraz şanslı bir tesadüf oldu diyebiliriz. Boğaziçi’nde hemen ilk günden sinema kulübünü buldum, üye oldum, zamanla başkanlığını da yaptım. Hollanda’ya geldiğimde ise (şu andaki eşimle tanıştığım için gelmiştim), okullara bakarken Thomas Elsaesser’in daha bir sene önce başlattığı Film, TV & New Media Studies bölümü dikkatimi çekti; zaten o zaman edebiyat fakültesinin parçasıydı, ben de oraya yazıldım. Ama yine, daha okula yazılmadan önce, Amsterdam’a yerleşir yerleşmez Desmet Sineması’nda gönüllü olarak çalışmaya başladım. Hâlâ daha da Eye’da o zamandan beri oralarda tanıyıp birlikte çalıştığım bazı arkadaşlarla birlikte çalışıyoruz. Bir de şansa bakın ki şu anda benim küratörlüğünü yaptığım, dünya çapında eşsiz Desmet koleksiyonunun sahibi Jean Desmet’in sinemalarından biriydi orası. Sonradan kapandı, artık televizyon stüdyosu olarak kullanılıyor.    

Bilinmeyen / The Unknown (Tod Browning, 1927) ©George Eastman Museum

Teziniz de Metin Erksan’ın Feride (1971) filmi üzerine. Bir yandan ulusal sinemaya / Yeşilçam sinemasına kafa yormak ama sessiz filme yönelmek, nasıl gelişti?

Sessiz film sonradan geldi. Benim derdim aslında popüler sinema/ popüler kültür üzerinde çalışmaktı (o zamanın Boğaziçi Üniversitesi’nde de aslında popüler edebiyat hakkında bir şeyler yapmak istemiştim, ama bu söz konusu bile olamıyordu). Yeşilçam’ı da hem gerçekten sevdiğim hem de aslında başı sonu belli bir popüler sinema fenomeni olduğu için seçtim. Benim derdim (hâlâ daha da) özellikle eleştirmenlerin burun kıvırdığı, yok saydığı, hatta aşağıladığı, fakat aslında herkesin sevdiği filmleri yeniden ortaya çıkarmak, ve bunu yaparken de sinema kültürünün, sinemaseverliğin ne kadar geniş bir yelpazeye yayıldığını, neden insanların sinema oyuncularına aşkla bağlandığının filan üzerine kafa yormaktı. Tabii yine o zaman ‘fan culture’ filan gibi kavramlar gelişmemişti, sinema deyince hiç durmadan ahkâm kesen sinema yazarları filan vardı sadece. Ben buna hiç dayanamadığım için; “hangi filmi beğeneceğine herkes kendi karar verebilmeli” ilkesinden yola çıktım hep. Hâlâ da hiç değişmedi bu kanım; arşivler hakkında da misyonum bu: bir filmden mi bahsediliyor bir yerde, önce bulup izleyelim hep beraber, sonra karar verelim, iyi mi kötü mü diye. Yok o öyle demiş, bu böyle yazmış, bunlar beni bağlamıyor. Neyse, arşivde çalışmaya başlayınca da dedim ki, ben her şeyi izlemeye hazırım, hiçbir önyargım yok, ne verirseniz izlerim. O zaman bana ‘diğer ülkeler’ diye bir liste verildi; bu filmleri senelerce kimse izlememiş, hakkında bir şey bilinmiyor, bilgiyi arasan da bulamıyorsun filan o zamanın kitaplarında. Yani bunlar sineması Avrupa’da tanınmayan, sinema endüstrisi güçlü olmayan ülkelerin filmleri. Tesadüfen arşive gelmiş, kimse ne yapacağını bilememiş. İşte o zaman fark ettim ki ben de en çok bu unutulmuş, kenara atılmış sinemaları keşfetmekten haz alıyorum. Bir sinema tarihçisi olarak bu unutulmuşluğa dalmak, yepyeni şeyler keşfetmek bana büyük keyif veriyor. Aslında o noktadan sonra sessiz sinemaya geçmek zaten doğal oldu, çünkü zaten yüzde 80’i kaybolmuş, geriye kalan yüzde 20’sinin de bir o kadarı unutulmuş bir tarihten bahsediyoruz dünya genelinde. 

Sirkin Kralı / King of the Circus (Édouard-Émile Violet, 1924)

Arşiv tutkusu ilk ne zaman başladı peki?

Ben sinema tarihini çok seviyordum hep, tabii 15 yaşından beri elime geçen her kitabı okumuşum bu konuda (zaten çok az kitap vardı daha); Amsterdam Üniversitesine geldim, sinema tarihi derslerinden devamlı 10 filan alıyorum, tabii bu hocaların dikkatini çekti. Okulu bitirmeme yakın sevgili Karel Dibbets hocam elime bir başvuru formu tutuşturdu, “Doldur bunu başvur hemen tarihi geçmeden” dedi. Ben daha ne olduğunu anlayamadan AT’nin başlattığı Archimedia programına alındım; bu program da aslında film arşivlerine genç elemanlar bulabilmek için düşünülmüş, çok başarılı bir programdı. O dönemde tanıştığım arkadaşlarımız hepsi bugün Avrupa’nın çeşitli arşivlerinde önemli yerlere geldiler; bir düşünün biz 25 yıldır devamlı görüşüyoruz, bu neredeyse uluslararası bir aile gibi artık benim için.

Sirk Sanatçısı Max / Max als circus-artist ©EyeFilm Museum

Türkiye sinemasının adı efsaneye dönüşmüş birçok kayıp filmi var. Hatta sinema yazarı Burçak Evren bir yazısında “kayıp filmler coğrafyası” diye tarif etmişti bu yokluğu. Bir filmin bulunmasındaki kolaylıklar ve zorluklar ülkeden ülkeye değişen bir şeydir illaki ama Türkiye’de kayıp filmleri keşif süreci daha mı zorlu oluyor? Türkiye’de İstanbul Film Festivali’nin restore film çalışması dışında pek bir örnek olmadığını da düşünürsek yürütülen çalışmaları ve çabayı nasıl değerlendirirsiniz?

Sanırım en büyük sorun, Türkiye’de nereden başlayacağını bile bilemiyor olmamız. Araştırma yapmak için nerelere bakmak lazım? Örneğin kataloglar var mı, ben bilmiyorum doğrusu. Bir de biz uluslararası camiada devamlı birbirimizle temastayız; ortaya bir soru atıldığında kime gideceğimizi, danışacağımızı kestiriyoruz veya birbirimize söylüyoruz. Türkiye’de böyle bir network var mı yok mu bilmiyorum. Örneğin Hollanda’da bir de koleksiyoncu camiası var. Bunlar ara sıra filmlerini bize bağışlıyorlar ancak daha önemlisi, birbirlerinin koleksiyonunda ne var ne yok bizden daha iyi biliyorlar. Bu gibi kişilerle de bağlantı önemli ama bütün bunlar için şart olan bir şey var, o da güven! Yani herkesin birbirine güvenerek nerede ne var, kim ne yapıyor bilgisini paylaşıp konuşabilmesi çok önemli; yoksa herkes kendi sırrını saklarsa bir şeylere ulaşmak imkânsız olur. Açıkçası ben bugün Türkiye’de ciddi bir restorasyon yapılıyor mu tam bilemiyorum çünkü yapılıyorsa da uluslararası festivallere ulaşmıyor. Son senelerde festivallerde gösterilen, ödül getiren restorasyonları hep yabancılar yaptı; örneğin Martin Scorsese’nin vakfının Susuz Yaz ve Hudutların Ötesi restorasyonları gibi. Duyduğum kadarıyla Kadıköy Sinematek de şimdi Türkiye filmleri restore etmeye başlamış ama açıkçası ben henüz izleyemedim.

35mm nitrat film şeridi; emulsiyon erimesi. (Blood Money. Ingiltere/Hollanda, Fred Goodwins, 1921) ©EyeFilm Museum

Beykoz Kundura, Gezici Festival, Sessiz Sinema Günleri gibi birçok kurumla çalıştınız bugüne dek. Hollanda’da yaşıyorsunuz ama Türkiye’de sessiz film ile ilgili akla gelen ilk isim sizsiniz. Burayla bağlantınızın kopmaması nasıl gelişti ve ilerliyor?

Ben 1992 sonunda Hollanda’ya geldim. Aslında bir süreliğine Türkiye’deki sinema dünyasıyla bağlantım da kopmuştu neredeyse. Fakat sonra, 2005’te bulup restore ettiğimiz Beyond the Rocks filminin bütün dünyada gösterilmesine rağmen bir türlü Türkiye’de podyum bulamaması beni düşündürmeye başladı. Sessiz sinema – canlı müzik gösterimi yok gibiydi. Bunu takiben yavaş yavaş Gezici Sinema ile bazı adımlar attık. Ancak bir gün Nagehan Uskan beni buldu ve sadece sessiz sinemaya adanmış bir festival yapmak istediğini söyledi. Oradan da İstanbul Sessiz Sinema Günleri macerası başladı; ki ben bugün dönüp baktığım zaman kısa sürede yarattığı etkiye inanmakta güçlük çekiyorum. Çünkü gerçekten son senelerde Türkiye’den sürekli talep gelmeye başladı; yeni açılan bazı mekânlar, örneğin Kundura Sinema sessiz sinemayı büyük ciddiyetle programına dahil etti ve hala da sürdürüyor. Kadıköy Sinematek’i de örneğin Kalamış Parkı’nda orkestra ile sessiz film gösterimi yaptı. Bence bunlar bundan 10 sene öncesine kadar yapılmıyordu ve yapılamıyordu. Şimdi ise artık izleyiciden ve programcılardan gelen talep var, ancak bu gösterimleri yapmak hiç kolay degil, sessiz sinema belli bir deneyim ve donanım gerektiriyor, ben de memnuniyetle bunu paylaşıyorum elimden geldiğince.   

Dainef Kızkardeşler Altılısı / Les six soeurs Dainef (1903) ©EyeFilm Museum

Arşivciliğe başladığınız ilk günden bugüne baktığınızda teknolojinin gelişmesi ve çok hızlı güncelleşen halini nasıl değerlendirirsiniz? Dijital arşivciliğin her şeyi daha kolaylaştırdığını ve demokratikleştirdiğini söyleyebilir miyiz, teknoloji ile hayallerimizi geniş tutmalı mıyız?

Teknoloji gerçekten çok gelişti; ben arşiv stajımı 1998’de yapmıştım, 1999’dan beri de Eye Filmmuseum’da çalışıyorum. Arşiv binamız o zaman koru gibi bir yerde, yerleşim yerlerinden uzaktaydı. Ve o zaman bizi Amsterdam’daki binamıza sadece telefon bağlıyordu, e-mail bile yoktu! Kataloglar henüz Dos bazındaydı, birbiriyle bağlantılı değildi. Sonra bir film izlerken mesela oyuncunun yüzünü hatırlamak için fotoğraf çekmek bile bir problemdi. Şimdi ise filme daha ilk bakarken hemen cep telefonumuzla oyuncuların fotoğrafını çekiyoruz, internette tahmin ettiğimiz oyuncuların görüntüleriyle karşılaştırıyoruz, bulamazsak WhatsApp ile başka bir ülkedeki uzmana fotoğrafı gönderiyoruz, bazen bir dakika içinde yanıt geliyor; şu oyuncu, şu rolde filan diye! Dışarıya sormadan da örneğin farklı ülkelerin tarihi gazete arşivlerine giriyoruz, filmlerin ilanlarını ve eleştirilerini bulup bir sürü bilgi topluyoruz. Burada en kritik nokta neyi nerede arayacağımıza dair iyi tahminler yapabilmek ve yabancı dil bilmek. Örneğin geçen hafta asistanımla bir günde üç yeni kutu açtık, içinde ne olduğunu hiç bilmeden. Filmlerin hepsi eksik; ortadan bir kısım sadece, başı sonu yok. Ve daha mesai bitmeden üç filmin de ne olduğunu bulup ispat etmeyi başardık; birisi 1920 tarihli bir Alman filmi, diğeri 1925 tarihli bir Amerikan komedisi, sonuncusu ise Robert Wiene’nin 1919’da Avusturya’da çektiği bir film çıktı. Demokratikleşmeye gelince hem filmler hem de filmler hakkında bilgilere her yerden ve genellikle ücretsiz olarak ulaşmak mümkün oldu. Ben fark ediyorum, sessiz sinemaya ilgi duyan gençler artık devamlı Youtube’dan ve bu son birkaç sene zarfında arşivlerin kendi kanallarından filmleri izleyerek göreceli kısa zamanda büyük bilgi birikimine sahip olabiliyorlar.

Vod – a – fille film ©EyeFilm Museum

Bir Yaz Gecesi Festivali’nin bu yılki sessiz film programında sirk temalı filmler izleyeceğiz. Aralarında da yıllardır kayıp olan ve restore harikasına dönüşmüş filmler de var. Programı hazırlarken nasıl ilerlediniz?

Aslında birkaç koldan ilerliyoruz diyebilirim. Festivalin direktörü S. Buse Yıldırım ile bazı festivallerde filmleri birlikte izliyoruz, beğenirsek heyecanlanıp Beykoz Kundura’da da göstermek istiyoruz. Örneğin, bu senenin filmlerinden Bilinmeyen (The Unknown) aslında geçen Ekim ayında dünyanın en önemli sessiz sinema festivali Le Giornate del Cinema Muto’nun açılış filmiydi! Ve bu film gerçekten de bundan önce kısaltılmış haliyle ancak bulunabiliyordu; yani insanların bulup izleyebilecekleri o versiyon bu yeni restorasyondan 10 dakika daha kısa. Bunun yanı sıra bazı temalar üzerine de kafa yoruyoruz; örneğin bu sene Bilinmeyen’i hangi tema içinde gösterebiliriz derken, aslında sessiz sinemada her ülkenin sirk filmleri yaptığı aklımıza geldi. Hatta belki şaşırtıcı gelecek ama en çok sirk konulu erken film Danimarka sinemasında çekilmiş. Oradan bir film seçelim derken, Danimarka sinemasının yıldızı Valdemar Psilanderin da bugün unutulmuş olsa da o zaman bütün dünyaca tanınan bir star olduğu aklımıza geldi. Sonra Max Linder’i de yanına koyunca bir de baktık ki, bu sene için üç ayrı ülkeden çok önemli üç yıldızın filmini seçmiş olduk. Bu gibi ayrıntılara da dikkat ediyoruz; yani filmler sessiz sinemanın zenginliğini yansıtsın, tek tip olmasın… Nihayet bazı ayrıntılar bir araya gelip bulmacanın parçaları yerine oturuyor. Ama tabii bu seçkiye gelene kadar, göstermeyi çok istediğimiz başka filmleri de elemek zorunda kaldık; onlara da önümüzdeki senelerde sıra gelir umarım.

Son soru, sessiz filmin TikTok ve Metaverse evreniyle buluştuğu bir yer olur mu?

Evet, kesinlikle. TikTok ve Instagram gibi mecralar, herkesin çok kısa da olsa görüntüleri kaydedip paylaşmasını çok kolaylaştırdı. Bu zaten sinemanın doğuşuyla birebir aynı bence. Lumiere, Pathe, Edison vb. öncü sinemacılar aslında hareketli fotoğrafın peşindeydi. Yani amaçları gerçek görüntüyü yakalayıp yeniden oynatabilmekti. Burada bir hikâye anlatma endişesi de yoktu. O nedenle görülmeye değer her şey kameraya çekilip başkalarına gösteriliyordu; özellikle de fotoğrafı çekilince bir şeye benzemeyen şelale, deniz/dalga, duman gibi şeyler idealdi. Bakın, bugün hepimizin cebinde inanılmaz kameralar var ve hâlâ herkesin içinde bu tür film çekme refleksi var; örneğin bir havai fişek gösterisi olunca onun fotoğrafını değil, filmini çekiyorsunuz, sonra da sosyal medyada paylaşıyorsunuz. İşte bunun Lumiere’lerin çektiği filmlerden tek farkı, aradan 125 küsur yıl geçmiş olması!


4 Ağustos’ta başlayan Bir Yaz Gecesi Festivali, 20 Ağustos’a dek Beykoz Kundura’da.  Festivalin 100 yıl öncesinden sirk temalı filmleri buluşturan sessiz film programı, Almanya’dan Frank Bockius, Türkiye’den Korhan Futacı, Islandman ve Okay Temiz’in canlı performansları eşliğinde gösterilecek. Detaylar ve biletler beykozkundura.com‘da.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

border_less ARTBOOK DAYS’in altıncı edisyonu, bu sene 3–5 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ev sahipliğinde gerçekleşiyor.

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.