Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

ENDOPHASIA: Konuşmaktan ötesine dair bir transmedya performans

Afazi birey Sinan Uygun’un hikâyesinin anlatıldığı transmedya projesi ENDOPHASIA’yı ekibiyle konuştuk.

Fotoğraflar: Ayten Çelik

ENDOPHASIA herhangi bir beklentiyle gidilebilecek bir seyir deneyimi değil. Bence bu performansa katılmak yeni bir dil üzerine düşünmek, anlatmak, anlaşılmak, kendini ifade etmenin imkânları hakkında verili olanın dışına çıkmak için yaşanabilecek bir karşılaşma.

Üç aşamadan oluşuyor sahneleme, performans boyunca üç kesit halinde afazik bir bireyin konuşma anında dışarıda ve içeride hangi süreçlerden geçtiğine odaklanıyor. Diagnosis bölümünde (tanı, teşhis) Sinan ve Selim’in canlı diyaloglarıyla Sinan’ı dışarıdan tanıdığımız, diyalog kurma biçimine şahit olduğumuz ve aslında kişinin kendine teşhis koyma halini işlediğimiz bir alandayız. Ardından Dianoia (düşünce- belirli bir biliş ve anlayış düzeyi) bölümüyle aynı anın soyut bir anlatımla nörolojik, fizyolojik işleyişine odaklandığımız; ama eş zamanlı olarak Sinan’ın dilden bağımsız duygulanım ve hafıza süreçlerinden geçtiğimiz, Selim Cizdan’ın performansının ise konuşma dilinden beden diline aktarıldığı, yani dili kaybettiğimiz diğer bölüm geliyor. Ve en son Endophasia (iç ses) bölümüyle dili geri çağırıyoruz ve tüm o “dilimin ucunda” anlarında Sinan’ın avatarları ve sesi üzerinden iç konuşmasına tanık oluyoruz.

Ses, görüntü ve hareket sayesinde konuşma afazik birey Sinan Uygun’un düşüncelerinin akışına dahil oluyoruz. İletişimin sözcüklerle kurulduğuna bizi inandıran tek tip genel kanının aksine sesleri, hareketleri ve görüntüleri başka algılıyoruz bu defa. Ve hiç düşünmediğimiz biçimlerde bir insanı tanıyoruz.

Projenin bütün süreçlerini Gökçe Uygun, Güneş Bozkır, Can Memişoğlulları ve Selim Cizdan ile çok boyutlu olarak konuşmaya gayret ettim.

Sinan Uygun’u burada anlatmak istedim ancak bu çok anlamlı değil gibi. Zira performans sürecine dair anlatılan her şey elbette onun kendini ifade edişine dair. Sinan ve Gökçe’nin kendi aralarında yarattıkları dilin, afazinin sınırlarını nasıl esnettiğini belgeleyecek bir filmin çalışmaları da sürüyor. Bu söyleşi merakınızı daha da derinleştirirse ilgili şu websitesine bakabilirsiniz. ENDOPHASIA’nın bir sonraki temsili 7-8 Şubat tarihlerinde Arter’de gerçekleşecek.

Şöyle bir ilk soruyla başlamak istiyorum. İtiraf etmeliyim ki benim için zor bir söyleşi hazırlığı oldu. Karmaşık bir iş ve bilimle sanat arasında bir yerlerde geziniyor. Sonra tam anlamıyla hâkim hissedemeyeceğimi kavradım. Siz ekipçe bu bağlamda ne gibi kaygılar yaşadınız?

Güneş Bozkır: Aslında ENDOPHASIA üzerine konuşmaya başladığımızda ilk aklımıza gelen şey, herhangi bir etik problemle karşılaşma ihtimalimiz olmuştu. Sonuçta afazi bireyin, kendini sözle ifade etmekte güçlük çeken bir insanın sahnede yaklaşık bir saat var olmasını ve performansa aktif olarak dâhil olmasını istemek, dışarıdan bir göz için çok farklı algılanabilecek bir şey, bunun farkındaydık. Hele ki linç kültürünün arşa çıktığı şu zamanlarda… Buna cevap verebilecek insanlar bizler de değildik, bunu da biliyorduk. Biz de Hakan Gürvit, Öget Öktem-Tanör gibi bu konuda söz sahibi, etik olarak olur/olmaz diyebilecek, yaptığımız şeyin gerçekten Sinan ağabeye iyi gelip gelmediğini bize söyleyebilecek insanlara danıştık ve bu insanları ekibe dâhil etmeye çalıştık. Üretim anlamında bir kaygımız da böylesine bir konuyu gerçekten içimize sinen bir yolla bedeni, sesi, ışığı ve görseli kullanarak nasıl sahneye aktarabileceğimiz, bununla nasıl bir anlatım oluşturabileceğimiz ve bu anlatımı ne kadar gerçeğe dökebileceğimiz gibi konulardı. Şimdi tekrar düşündüğümde, bu işi bir buçuk yıl gibi uzun bir sürede çıkarmamızın en büyük sebeplerinden biri tüm bu durumlar üzerinde titizlikle çalışmış olmamız bence.

Can Memişoğulları: Bilim ve sanat arasındaki dengeyi tutturmak temel kaygılarımızdan biriydi. Her ne kadar iş ilk bakışta sadece afazi hastalığıyla ilgili gibi görünse de asıl anlatmak istediğimiz şey Sinan ağabeyin hikâyesiydi. Süreç içerisinde birbirimizi sürekli yoklayarak, projeye karşı objektif kalmayı başardık ve iyi bir denge yakalayabildiğimizi düşünüyorum.

Selim Cizdan ve Sinan Uygun

Sevgili Gökçe, sizin bu soruya yanıtınızı bir ek yaparak almak istiyorum: Babanız Sinan Uygun bu hazırlık sürecini nasıl yaşadı? Mesela neler daha kolay, neler daha zordu?

Gökçe Uygun: Konu ve içerik gereği proje sürecinde hâliyle insanlarda çok fazla kafa karışıklığına sebep olduk; bu bir sanat işi mi, sağlık teknolojileri alanında yenilikçi bir proje mi ya da yeni sanat terapisi literatürü mü diye. ENDOPHASIA projesi, öznenin yaşadığı nörolojik durumun üzerinden işlendiği için tabii ki tıbbi, bilimsel bir vaka olarak da ele alınabilir ki üretim sürecinde ben çok büyük oranda nörobilimden beslendim. Ancak ekibimizin çoğunluğu zaten benim gibi multidisipliner alanda işler üreten ve kendi kariyerlerini branş gözetmeksizin geniş bir çerçeveden besleyen sanatçılardan oluşuyor. Biz,  medya canlı performans ve belgesel film projesi ismi altında bir sanat işine giriştik. Neye sanat dediğimizden veya demediğimizden bağımsız, bu çatı altında bir hikâyeyi ve beraberinde getirdiği çoğu meseleyi aktarabileceğimiz, eş zamanlı farklı medyumlarda, soyut ve somut birden çok anlatımla, evet bilimden de teknolojiden de beslenip orada bulunan Sinan dâhil herkes için seyirlik bir deneyim alanı kurguladık. Bunun Sinan üzerindeki olumlu bilişsel ve nörolojik artıları bir süre sonra en büyük motivasyonlarımızdan biri haline gelmiş olabilir ama benim, onu gözlemlemek ve üretmek dışında “Biz şu an tam olarak ne yapıyoruz, buna ne diyecekler?” gibi bir kaygım olmadı süreç içinde.

Bu bağlamda ekipçe tartışmalarınız hangi başlıklarla devam etti?

G.U: Hemen bir diğer başlığımız “etik” oldu. En nihayetinde dışarıdan bakıldığında, nörolojik alt tabanlı engeli olan ve bu engelle “konuşma” gibi zihinsel fonksiyonları, “akli ehliyeti” sorgulanmaya müsait bir alanda zorluk yaşayan bir bireyi biz sahneye çıkarıyoruz. Bu aslında bir suistimal olabilir mi? İçeriden bakıldığında ise, ben on beş yıldır bu durumla kendini var etmeyi sürdüren ve gelişme çabasına tanık olduğum o insanla yaşıyorum, kararlarına destek olmaya çalışıyor ve çözümsüz kaldığım konularda yine ona danışıyorum. Proje boyunca babamın tek sinirlendiği ve canını sıkan konu, onunla etik kurul izinlerinin alınması gerektiğini paylaşmam olabilir. Bunun dışında, kendini sohbet etmek için zorladığı anlar dışında, projenin ona zorluk çıkarttığını gözlemlemedim. Güneş’in de adlarını en başta andığı çok değerli bilimsel danışmanlarımız Prof. Dr. Hakan Gürvit ve Prof. Dr. Öget Öktem-Tanör hocalarımızın bu konudaki katkıları bizim için çok büyük; afazinin neden karar mekanizmasıyla bir ilgisi olmadığını bize ve bizim için genele açık platformlarda detaylıca anlattılar. Konuşma merkezinin; sosyalleşme alanlarının artmasıyla, zorlanacağı diyaloglara ve kalabalıklara girmesiyle gelişme gösterebileceğini hatırlatarak, “Sinan isterse zaten sahnede olmalı,” gibi bir karara varıldı.

Hepinizden duyduklarım hem zihin açıcı hem etkileyici pek çok done sunuyor. Sahnede Sinan’la performansı paylaşan Selim Cizdan içinse bu soruyu bükmek istiyorum. Sahne çalışmalarının öncesinde iletişim önemlidir diye bir kanım var. Ancak burada bambaşka bir iletişim laboratuvarı kurulmuş olmalı. Bu sahnenin arkasını siz nasıl yaşadınız?

Selim Cizdan: İlk çalışmamızı neredeyse bütün ekip olarak Edirne’ye giderek bir haftalık bir kapanma olarak gerçekleştirdik. Ben çoğu kişiyle ilk kez tanışıyor olmama rağmen aynı evin içerisinde çok kolay gelişen bir iletişimi gözlemlemiş ve bundan etkilenmiştim. Yeri geliyor, bir termosa sıcak kahve koyarak buzluğa koyup soğumasını beklediğimiz kolektif imkânsızlıklar yaratıyor; yeri geliyor, terasta saatlerce hazırlanmış bir sofranın ansızın başlayan yağmurdan toplanışında organize oluyorduk. Bir kumpanya gibi çalışan, herkesin kendi disiplininde sonsuzca üretme isteğinde olduğu bu ekibin bir araya getirilmesinde Gökçe’nin vizyonunun çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Bu ilk buluşma sonrası Sinan ağabeyle ilk tanışmamız olan Tekirdağ yolculuğumuz ise akşamında rakı masasında oturup kadeh tokuşturmamızla devam etti. Aynı akşam birlikte şarkılar söylüyorduk. Ki şarkılarda eğlenip efkarlanmak, iletişimin en dolaysız ve organik yolu olarak karşıma çıktı. Stüdyo provaları da bu iletişim anlayışıyla oluşan; ihtiyacı gözeterek, hem risk almaktan korkmayıp bilmediğimiz alanlara açıldığımız hem de birbirimizi kolladığımız uzun süreli bir yolculuk olarak gerçekleşti.

Performansı seyrettiğimde sanırım en çok merak ettiğim şu oldu: İlk iki sahnelemede Sinan performansın konsepti dışında bir refleks gösterdi mi, Gökçe?

G.U: Performans, özellikle ilk bölüm, Sinan’ın verebileceği ve her gösterimde de değişiklik göstereceğini bildiğimiz cevaplar ve tepkilerin belirsizliğine açık olarak kurgulandı. Akış, metin ve ulaşacağımız noktalar sabit, ancak ondan nasıl dönüşler alacağımızı biz de kendisi de sahnede beraber deneyimliyoruz. Konseptimiz onun deneyimleri, süreci ve ritmi üzerinden de kurgulandığı için, sürecin başından itibaren sürekli, tamamen kendi olabileceği, istediği zaman durabileceği, çıkabileceği bir alan içindeydik. Kendisine dışarıdan bir oyun ya da koşul verilmedi. Lakin zaman içinde tüm forma hâkim olup onun içerisinde hareket etmeye, eğlenmeye, sahneleri takip etmeye ve belli başlı “cue”ları (örneğin o bölümdeki ışık değişimlerinde seyirciye dönmek) tutmaya başladı, ama tutmayabilir de. Kısacası konsept dışında verebileceği bir refleks de bizim için yine aynı konseptin içinde yer alıyor.

Gökçe Uygun ve Sinan Uygun

Tahmin ederim ki konuşma güçlüğü etrafında kendisi bugüne kadar yakınları ve hekimleriyle ağırlıklı iletişim hâlindeydi. Aslında ilk defa hiç tanımadığı bir kalabalığın karşısında afazisini bir çeşit paylaştı. Bunu nasıl yaşadı?

G.U: Bunu kendisinden dinlemek benim için de harika olurdu. Benim tarafımdan durum şöyle; dediğin gibi on beş yıldır, yakınları, arkadaşları ve doktorları dışında yüz yüze sosyalleşmeye pek açık değildi. Çok aktif bir Instagram kullanıcısı olması dışında canlı karşılaşmalarda çekingen bir rol oynuyordu. 2023 yılında ENDOPHASIA sürecinin başlamasıyla, önce ekibi sahiplenmeye, sonra sık sık heyecanla provalara katılmaya, parçası olduğu bu kolektifin içinde yeni tanıştığı insanlarla da yargısız, olduğu gibi iletişim kurabileceğini deneyimlemeye başladı. Beraber seminerler, söyleşiler vermeye başladığımızda küçük topluluklar önünde de kendine güveninin çok yükseldiğini, sürecini ve durumunu paylaşma arzusunun arttığını gözlemledim.

İtiraf etmek gerekirse hepimiz, ilk defa böyle büyük bir kalabalık karşısına çıkacağı için ondan daha çok gergindik. “Heyecanlı mısın?” diye sorduğumda; “Heyecanlı değilim, oturacağım ben. Boş ver. Gittiği yere kadar.” cevabını aldım. Gerçekten de öyle oldu; seyirciyi sahnede karşılaması, rahatlığı ve gülümsemesi hepimizi gerginlikten çıkarıp tatlı bir heyecana taşıdı. Performansın başından sonuna keyifle, kendi olmayı sürdürerek aktif bir sahne öznesine dönüşümünü, keşfini ve işe duyduğu güven ve gururla orada oturuşunu izledim. Kendi adıma, sahnede gördüğüm o oluş hâline bir gün ulaşabilmeyi çok isterim.

Bu performansların sonrasında kendisi ve/veya afazi rahatsızlığının seyrinde ne tip değişimler gözlemledin?

G.U: Şimdiye kadar gerçekleşen üç performansta da yeni yeni cevaplara ve sahnede minimal düzeylerde bir konuşma artışına tanık olduk. Özellikle üçüncü performansta çok daha hızlı ve komplike, neredeyse sahne partneri Selim’i de zorlayan hazır cevaplara, dil oyunlarına ve şakalara girdiği bir alan yakaladık. Prömiyerden sonraki akışta sahneye “Star geldi.” diye bağırarak girdi. Heyecanı ve bir daha olması üzerine arzusu hâlâ yoğun bir şekilde devam ediyor. Performanslardan beri sesinin kalınlaştığını, daha uzun cümleler ve sorularla desteklenen diyaloglar kurmaya çaba gösterdiğini gözlemliyoruz. Nasıl bir etkisi oldu bilmiyorum ama, daha önce ilgisini çekmemiş olmasına rağmen performanstan beri çılgınlar gibi aralıksız resim yapmaya ve onları isimlendirmeye başladı. Geçmişte sahip olduğu, analitik ve nümerik düşünen, eyleyen rollerinden, edindiği kimliklerden uzaklaşıp, yeni bir arayışa girdiği dönemde gibi görünüyor. Kendisini merakla takip ediyoruz.

Seyirci bu tarz bir soyut düşünceden somut bir deneyime doğru akan performansı nasıl kavrıyor? Buna dair izlenimleriniz olabildi mi?

G.U: Şimdiye kadarki gösterimlerdeki seyirci kitlemizin çeşitliliği hepimiz için sürpriz oldu. Sanatçılar, doktorlar, “tiyatro seyircileri”, afazi deneyimi olan bireyler ya da yakınları, araştırmacılar, yapay zekâ alanında çalışanlar ya da sadece hiç bilmediği bir durumla yaşayacağı deneyimi merak edip gelenler olsun, çok değerli geri dönüşler aldık. Sinan’ın hikâyesi ve oradaki varlığı bir yana, izlendiğinde ne söylediği ya da söyleyemediği aslında çok net olan ve seninle o anın deneyimini doğrudan paylaşıma açan ama bunu oldukça soyut ve çok dilli bir tasarımla sunan bir proje bu. Hikâyenin öznelerinden biri olarak, yarı otobiyografik bu üretim sürecinde derinleştiğim, kaybolduğum, ne olduğunu fark edemediğim ya da bana olağan gelen pek çok konudaki kavrayışı, anlamı ekibimin ve seyircilerimizin geri dönüşlerinden aldım. Hazmedilmesi hiç de kolay olmayan bir iş çıkarttığımızı şimdi fark ediyorum. Aldığım geri dönüşlere bakılırsa, neden böyle bir projeye kalkıştığımızı, ne söylemek ve paylaşmak istediğimizi ve yeni bir dil arayışımızın nerelere varabileceğini seyircilerimiz benden iyi kavramış görünüyor.

Bazı deyimlerimiz vardır hani, “konuşmadan anlaşılmak”, “aklını okumak”, “dilinin ucunda olmak”. Sanki ENDOPHASIA ile bunlar yeni anlamlar kazandı zihnimde, hatta daha çok asıl anlamlarını buldular gibi oldu. Afazik olmadan önce babanızı ne kadar anladığınızı anımsadığınızda bugüne kıyasla ne söyleyebilirsiniz?

G.U: Çok haklısın. Üretim sürecim, özellikle metni ve formu oluştururken böyle pek çok deyim, gramer ya da dil, söz, ifade gibi kavramları sürekli irdeleyip, babamla “anlaşılmamak” üzerine dil oyunlarına girdiğimiz, hatalarından yeni kelimeler türettiğimiz ve asıl, “şu an onun dilinin ucunda ne var?”, “aslında neyi söylüyoruz ya da söylemiyoruz?”, “konuşmaya başladığımız o anda neler oluyor?”, “birini hiçbir zaman gerçekten anlayabilecek miyiz?” gibi sorularla geçti. Yaklaşık dört yıldır, bu sancılı anlam arayış sürecime sabırla yaklaşıp, bana nasıl konuşamadığını, o durumun içinde anlatmaya çalışan ve benimle dil edimini bu yönleriyle keşfetmeye teşne bir insanla çalıştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum.

Çocukluğumdan beri babamla deneyimlediğim diyaloglarımızın çoğu sözsüzdü. Biz birbirimize bakıp anlaşırdık, hiçbir şey konuşmasak da ben onun susadığını bilirdim, o da benim o gün okulu ekip sinemaya gitmek istediğimi bilirdi. Sözsüz iletişimin dolaysızlığının, anlaşılma kaygısının kendini sözle ifade etmekten bağımsızlaşması gerektiğinin ve birbirini kandırmak, kandırılmayı da arzulamak için sarf edilen onlarca cümlenin gereksizliğinin bilincinde büyüdüğümü şu an anlıyorum. Afaziden sonra da bu durum değişmedi; karışık bir şey söylemeye niyet ettiğinde nereye varacağını çoğunlukla anlıyorum, yoksa zaten iki-üç denemede bana bulduruyor. Sanırım şu son iki yıldır, toplam ettiğimiz sözlü sohbet süresini aşmışızdır.

Kendini ifade etmenin önemine çok inansam da bizim gibi kapalı toplumlarda konuşmanın da kendini ifade etmek olmadığını biliyoruz aslında. Hem babanızın afazisi hem bu performans deneyimi “kendini anlatmak” hakkında size neler fark ettirdi?

G.U: Zor soru. Fark ettiğim şeyler üzerine rahatça konuşabilseydim, anlatabilseydim sanırım böyle bir işe, yeni bir anlam ve anlatım arayışına girmezdim diye düşünüyorum. Şöyle söyleyeyim, üretim sürecimin bana sorduğu sorular: Başka türlü bir iletişim biçimi mümkün mü? Söylediğim herhangi bir şey alıcısına ulaşana kadar ben hangi evrelerden geçiyorum? Kendimi gerçekten olduğu ve istediğim gibi ifade edebiliyor muyum? Edemiyorsam benden çıkan ne? Sadece bendeki bir engel sebebiyle mi kendimi istediğim gibi ifade edemiyorum, yoksa dinlenmiyor, yargılanıyor, alan açılmıyor ya da ifade özgürlüğüm başkaları tarafından engelleniyor olabilir mi? Hepsinin üzerine fikirlerim var elbet ama asıl, en nihayetinde bu projede “Birbirimizi anlamadığımızda ne olur peki?” sorusu üzerine odaklandım.

Daima müzikle, sesle düşünmüş biri olmanız bu süreci tasarlarken, birlikte yapacağınız afazi egzersizlerini ararken nasıl rol aldı?

G.U: Dediğin gibi çok uzun süredir ses, beden, mekân ve dil kavramlarının birbiriyle ilişkileri üzerine çalışıyorum ve bunlar üzerinden performatif, duysal işler üretiyorum. Özellikle dil bağlamında bu meramın babamdan kaynaklandığını bu süreçte fark ettim. Tüm egzersiz sürecimiz, pandemi sebebiyle uzak olduğumuz, ikimiz için de motivasyon olsun diye online olarak her gün bir şeyler deneyelim fikriyle başladı. İlk süreçte müzisyen kimliğimden çok performansçı kimliğimle deneyimlediğim bedensel ve bilişsel pratikleri, yüz kaslarını ve dili (organ) aktive ettiğimiz aynalama çalışmalarıyla ona özel egzersizlere dönüştürmeye başladım. Ses üzerine çalışmalarımız bunlar üzerine eklemlenerek ve merak ettiğim şu sorunun etrafında gelişti: İç ses dediğimiz nedir? Neden ona bir “ses” diyoruz? (Çünkü değil). Olduğu gibi bir iç sesi ve ritmini (ki bu, dışarı aktarılan konuşma ritmine, algılanana göre çok değişken benim için) nasıl fiziksel boyuta taşıyoruz? Karşılıklı ses çıkara çıkara, tekrar eden kelimeler, kalıplar, diyaloglar ve melodik hikâye anlatımlarıyla kendimiz için bir egzersiz modeli oluşturmuş olduk.

Sesler kuşkusuz bu performansta pek çok imgenin kendisi oluyor. Güneş Bozkır’ın süreciyle devam edebiliriz bence. Size şunu sorarak başlayabilirim: Bana ses, dahası müzik, sözcükler ve görseller olmadan da işlediği için hep başka türlü etkileyici gelir. Ancak burada bütün bunları yeniden düşünüyor insan. Bir başkasının sözle anlatamadığı düşüncelerin sesini yaratmak nasıl bir işti?

G.B: Benim üretim pratiğimde imgeler hep çok önemli bir yer oynadı. Salt müzik düşünerek yazma konusunda oldukça başarısız olduğumu düşünmüşümdür; hep bir hareket, bir sahne hayal ederken buluyorum kendimi. Bu yüzden zihnimde canlanan görsel imgelere oldukça önem veriyorum. Bu projede de durum pek farklı değildi, sadece bu imgeyi oluşturacak bir kaynak vardı, üstelik bu kaynak projenin ana unsuruydu. Bunun yanı sıra insanlar aslında sıklıkla konuşamadıkları, konuşmaya zaman bulamadıkları veya üç kelimeyle anlatılacak bir şeyi bir sesle anlatabilecekleri durumlarda, kendi kültürel yapısından gelen ses sözlükleri dahilinde kelimeyle değil sesle düşüncelerini dışarı aktarır. Dil üzerine konuşmaya ve düşünmeye başladığımız anda tüm bunları dahil ederek düşünmek gerekiyor. Dil sadece sözcüklerden oluşan bir kavram değil; imgeleri, hareketleri, sesleri barındıran bir kavram. Sinan ağabey bu bağlamda konuşmanın ötesinde seslerle oldukça ilginç bir anlatı dünyası zaten kurmuş. Ben sadece bu seslere, seslerin tekil ve çoğul anlamlarına kulak kesildim ve dinlemeye özen gösterdim diyebilirim. Ancak bu sesleri müzikal bir kompozisyona dönüştürmek benim açımdan da çok heyecanlı ve öğretici bir süreç oldu. Bunun için en zorlandığım kısım sanırım tam da böyle sesleri kullandığım, heceler ve nidalar aracılığıyla müzikal bir kompozisyon oluşturmaya çalıştığım alandı. Bu kısmı bestelemek oldukça zamanımı almıştı…

Sinan’ın kafasındaki sesleri tasarlamak için ikili egzersizleriniz oldu mu peki?

G.B: Bunun için özellikle ikili egzersizler tasarlamadım fakat uzun bir süre hem Gökçe’yle yaptığı egzersizleri hem de bizim yanımızda, bizimle ve kendi içine dalıp gittiği hâllerini gözlemledim. Bu gözlemler, bu projedeki ses dünyasını oluşturmamda oldukça etkili oldu. Buna örnek olarak; Gökçe’yle iş üzerine rutin tartışmalarımızdan birini yaparken aklıma Sinan ağabeyin bir kelimeyi seçerek bunu pek çok farklı durumda, farklı anlamlarla kullandığı geldi. Örneğin: Felaket kelimesi. “Felaket” Sinan ağabey için bir şeyin harika olduğunu da, berbat olduğunu da temsil edebilen, tarafı değişken bir kelime. Burada farkı yaratan şey tabii ki kelimeyi söyleme biçimi, kelimenin sesleştirilmesi. Bu minvalde birkaç egzersiz yapmışlığımız var, ancak bunlar anlık aklıma gelen şeyler olmuştu. Yazdığım müziğin içerisinde bu tür fikirlere oldukça yer vermeye çalıştım. Bu fikir, projenin oldukça önemli bir katmanını oluşturduğundan, ses dünyasında da kritik bir rol oynadı. Tüm bunlar, yapılan egzersizleri, provaları ve gündelik süreçlerin gözlemi sonucunda ortaya çıkan fikirlerdi.

Can Memişoğulları ile nasıl çalıştınız? Önce sesler ve müzikler mi geldi, yoksa görsellik mi?

G.B: Özellikle bir sahne performansı söz konusu olduğunda seyirci üzerindeki zaman algısını manipüle etmenin en önemli unsurlardan biri olduğunu düşündük. Zamanı yönlendirebilecek en önemli şeyler de müzikler ve seslerdi. İlk bölümde böyle bir şeye ihtiyacımız yoktu; dolayısıyla Can görsel ögelerini oluşturdu ve sahne üzerindeki zamanlamalara odaklandık. Ancak ikinci bölümden itibaren her şey önce müziğin yazılmasıyla ortaya çıktı ve ardından hareket, görseller, ışık müziğin üzerine kuruldu. Tabii tüm bu süreçte kullanılacak görsellerin, bu alanların neyi nasıl temsil edeceği üzerine Can da zaten düşünüyordu ve biz de hep iletişim hâlindeydik.

Bütün bunlarda eşzamanlı davranmak nasıl mümkün oldu? Mesela ilk iki sahnelemede senkronu bozan doğaçlama bir deneyim oldu mu? Buna açık mıydı tasarımlarınız?

G.B: Bu konuda Selim’in (Cizdan) yeteneği ve disiplini devreye giriyor bence. Görsel, ses ve ışığın senkronlanması çeşitli protokolleri kullanmamız sayesinde oldu. Bu alanda bazı yazılımlardan ve yerel ağ bağlantılarından faydalandık. Özellikle ilk bölümde bireysel bir kontrole ihtiyacımız oluyor ses tasarımını yönetebilmek için. Ben kontrol odasından Selim’i ve Sinan ağabeyi dikkatle dinleyerek doğru yerde giriş yapmaya çalışıyorum, doğru yerde işaretleri yakalamaya çalışıyorum. Bu alanda doğaçlama bir aksiyona göre açıklık var ses tasarımında. Ancak sonraki bölümlerde kendi kendine işleyen bir mekanizma yaratmamız sayesinde her şey birlikte hareket ediyor zaten. Selim’in harikalığı da burada ortaya çıkıyor. Normalde sayı ve adım saymaya çalışan bir dansçı, bir performansçının bu tür karmaşık ritimlere göre eş zamanlı hareket edebilmesi oldukça ciddi ve uzun bir çalışma gerektiriyor. Selim ise çok kısa bir sürede bu seslerle senkronize olabilmeyi ve bunun ötesine geçip bu süreleri, ritimleri içselleştirmeyi başardı. Bu bölümlerde müzik kendi kendine akan bir yapı; eğer sahnede bir şey olur ve Selim dışına çıkarsa, istediği yerden tekrar dâhil de olabiliyor. Dolayısıyla buralar doğaçlama bir ses-müzik değişimine açık değil.

Bu kadarı aklıma gelmemişti doğrusu. Yani her sahneleme sizin için de bir çeşit performans demek oluyor. Müzikle tıp arasında tarih boyunca hep bir iletişim olmuş. Sesle, müzikle tedaviler de hep anlatılarda kullanılır. Burada da bunlara dair çok kendine has bir örnek var. Sanatla bilim arasında bu kadar geçirgen bir iş yapmaktan siz bir sanatçı olarak nasıl etkilendiniz?

G.B: Tabii ki bilimsel bir olayın üzerinden yola çıktık bu projeye; dilbilim, nöroloji, nöroestetik vs. gibi alanlardan faydalandık. Fakat yine de bu her şeyden önce bir sanat projesi. Ben üretimlerimde malzeme ne olursa olsun birtakım olguları ve kavramları görsel-işitsel objelerle metaforize ediyorum. Burada yaptığımız şey de bu temele dayalı bence. Proje tıp ile sanat arasında hareket ediyor mu emin değilim; biz tıp insanları değiliz sonuçta. Böyle bir proje yapmanın Sinan ağabeye iyi gelmesi bana göre konuşma terapisi, nöroloji gibi alanlara veri sağlayabilir, bu alanlardaki insanları araştırmaya itebilir diye düşünüyorum yine de. Ben bir sanatçı olarak ürettiğim işin bir insan üzerindeki etkisini bu kadar yakından deneyimlememiştim daha önce diyebilirim.

ENDOPHASIA ile hem Sinan ağabeyde ilerleme görmek hem performans sonrası gelen insanlardan, özellikle afazi bir bireyden “Benim kafamın içi böyle!”; yakın zamanda aile bireyi afazi olan birinden “Böyle de oluyormuş” gibi tepkiler almak, hayal ettiğimiz şeyi sahneye taşıyabildiğimizi kanıtlayan inanılmaz bir haz. Üretim sürecinde böylesine bir konu üzerine çalışmak da oldukça ilginçti tabii. Bu verileri, dilin gelişimini, konuşmanın oluşmasını, kaybolmasını ve yeniden oluşturulmasını ya da hatırlanmasını müzikal ve sahnesel bir hikâye anlatımına dönüştürmek denemeye çok açık ve keyifli bir dönem yarattı benim için.

Sinan ve Selim sahneyi görsel tasarımlarınızla paylaşıyor. Oldukça fantastik tarafları var. Özellikle Sinan’ın avatarı ile performans katmanlanıyor. Ancak birinin zihninin bir çeşit haritasını çıkarmak, düşüncelerini görselleştirmek nasıl bir deneyimdi?

C.M: Öncelikle, Gökçe’yle ev arkadaşıyız. Dolayısıyla bu sürece sadece bir sanatçı olarak değil, günlük hayatımla da dâhil oldum. Geçtiğimiz yılın belli dönemlerinde Sinan ağabeyle de beraber yaşadık, bu nedenle benim için herhangi biri değil, gerçekten çok yakın bir abim oldu. Bu süreçte Sinan ağabeyi başka şekilde tanıyamayacağım kadar iyi tanıdım. Bu durum, birini incelemekten çok, zaten tanıdığım birinin fikirlerini ve hâllerini bir haritaya dönüştürmek gibiydi.

Onun beynini, düşüncelerini görsel olarak seslerle eş zamanlı hayal edebilmek için Güneş’le ve Sinan’la özel pratikleriniz oldu mu?

C.M: O süreç biraz yolda şekillendi. İlk olarak bir taslak görsel yapı ortaya çıkardım. Güneş, bu stil üzerinden düşünerek bir şeyler besteledi ve ardından bestelenen eser üzerine ben görsel bir dünya yarattım. Özellikle avatar yaratımı sırasında Sinan ağabeyle sürekli etkileşim hâlindeydik; hatta ilk çalışmalarımızdaki denemelerde avatarını da kendisi oynadı. Bu, sonraki sürece referans oldu; avatarın sahnedeki konuşma ve hareket tarzına dair pek çok şey bu etkileşimle şekillendi.

Tabii avatarıyla sahne alan afazik birinin iletişimini çok boyutlu kavramak seyirci için de ilginç bir yolculuk oluyor. Peki, Sinan’ın kendi avatarıyla karşılaşmasını izlemek sizin için nasıl bir deneyimdi?

C.M: Açıkçası bu süreç hepimiz için çok eğlenceliydi. Süreç boyunca en büyük destekçimiz Sinan ağabey oldu. Ne yaparsak yapalım, önce ona gösteriyor ve ondan bir tepki bekliyorduk. Onun olumlu yaklaşımı hepimize çok büyük bir motivasyon sağladı.

Bu tarz bir transmedya performansın görsel çalışması tam olarak hangi aşamalardan geçti? Başvurduğunuz metotlar nelerdi?

C.M: Görsel çalışmaların üstünde uğraşırken genellikle bir araştırma-geliştirme süreciyle başlıyorum. Bu tasarımları hazırlarken, Gökçe’nin kafasındaki fikirleri kendi stilim ve pratiğimle birleştirerek taslaklar oluşturdum. Performansın metni, müziği ve formu tamamlandıktan sonra, bu alanlara uygun görseller üretmeye odaklandım.

Düşünce gibi soyut bir şeyin somut bir görüntü halini kazanması, düşüncedeki somut hayalin görselleşmesinden farklı olsa gerek?

C.M: Tabii ki, özellikle soyut bir alana girdikten sonra üretim süreci biraz daha kişisel bir yere doğru ilerliyor. O düşüncenin size çağrıştırdığı şeyleri görselleştirmeye başlıyorsunuz. Kendi sanatçı pratiğimde de içinde bulunmayı sevdiğim bir süreç bu. İnsanların o imge üzerinden tanımladıkları şeyler bambaşka olabiliyor ve bazen sizin için de anlamlar kaymaya başlıyor.

Bir rahatsızlıktan sanatsal bir yaratıma doğru yol aldınız. Bir görsel sanatçı olarak bu deneyim sizi nasıl etkiledi?

C.M: Bu kadar gerçek bir etkisi olan bir işin içinde bulunmak gerçekten çok özeldi. Kendi pratiğimde anlamlı şeyler ürettiğimi düşünüyorum; fakat bu kadar net geri dönüşleri bu kadar hızlı bir şekilde görmek beni derinden etkiledi.

Sinan’la sahnedeki senkronunuz çok dikkat çekici, Selim. Önce şimdiye kadar gerçekleşen performanslarınızla lafı açalım. Onunla doğaçlamalarınız oldu mu, bunlara açık mısınız sahnede?

S.C: Performansın başı, Sinan ağabeyle sohbet ettiğimiz bir bölümden oluşuyor. Sorular her ne kadar sabit olsa da o, her prova ve performansta cevabı verme ve bulma yollarını değiştiriyor. Bu da benim bir sonraki soruya geçiş yolumu her seferinde yeniden oluşturmamı sağlayan doğaçlama bir alan yaratıyor. Bütün performansta, bir performansçı olarak en çok ilgimi çeken şey bu oluşan durum ve onun getirdiği canlılık oldu. Sinan ağabeyin tamamen kendi olarak yarattığı, tahmin edilemez bu doğaçlama alanı, sahnelenen her performansı yaşayan bir sahnelemeye dönüştürüyor. Bu canlılık, benim içinde olmaktan, onunla mücadele etmekten en keyif aldığım şeye dönüştü ve hatta kendi pratiğimde de sahnede tozlanmayan, sürekli canlı kalan anlar yaratma açısından ilham verici oldu.

Sahnede diyaloglarla başlayan performansınız, Sinan’ın dışarıdan duyulmayan bütün bir iç sesinin bedeninizle anlatısına dönüşüyor. Bunu yapabilmenin ne kadarı teknik, ne kadarı bilgi, ne kadarı his?

S.C: Ben kendi pratiğimde hareket tekniklerinden çok hareket kaliteleriyle zaman geçiren ve daha çok doğaçlama tekniklerine ilgi duyan bir dansçıyım. Salih Usta ile çalışırken kendimi teslim etme rahatlığını veren ilk şey onun deneyimini fark etmek olmuştu. Salih’in birikiminin, benden çıkan hareketi işlemek ve bir koreografiye dönüştürmek anlamında çok kolaylaştırıcı ve besleyici bir süreç geçirmeme neden olduğunu düşünüyorum. Teknik olan ve defalarca çalışılarak oluşturulmuş bilginin sahnede anın ilhamıyla -belki başka bir deyişle hisle- birleşerek bir deneyim yarattığını düşünüyor ve kendi adıma bu deneyimi yakalamaya çalışıyorum.

Peki, görüntüler ve seslerle sizin iletişiminiz bu performansta nasıl şekilleniyor? Onlardan nasıl paslar alıyorsunuz?

S.C: Güneş ve Can’ın tasarımları, işten bağımsız bir eser olarak benim çok hoşuma giden eserler. Güneş’in sesleri, bedenimde hareket etme isteği yaratan bir matematiğe sahip ve günlük hayatımda da dinlemekten keyif aldığım seslerden oluşuyor. Can’ın görselleri de provalara başladıktan çok sonra görmeme rağmen, zaten hep ordalarmış, hep hareketimin içinde, oradaki küpün içinde, Güneş’in seslerinin içinde gibi hissettiğim görseller. Bu sebeple tabii ki çalışması daha organik hissettiren sahne etmenleri. Performans sırasında aldığım paslar… Sanırım benim de haftaya provalara girip bu pasları hatırlamam gerekecek. Q’ları biraz unutmuşum.

Oyunculuk, dans ve performans yoluyla bir sürü karakter anlatılır, bu doğru. Ancak yanı başınızdaki birinin dili olmak, zihninin aynası olmak nasıl bir deneyim?

S.C: Sinan ağabeyle aramızdaki iletişim çabasız, yargısız, kaygısız ve doğrudan bir iletişim. Hayatta insanlarla böyle bir iletişimi yakalamak oldukça zor. Onu sahnede partnerim olarak görüyorum. Onun dili ya da zihni olmaktan çok aynı anlatının dilini ve zihnini yansıtıyoruz. Performansın konularından biri olan dili ve iletişimi birlikte kuruyor, sonra birlikte bozuyoruz. Bence herhangi birinin dilinin ucundakiler ya da zihninin içindekiler, bu anlatının çok dışında kalan şeyler değil. Sinan ağabey gibi bir partnere sahip olmak nasıl bir deneyim? Ben kendisinin “presence”ını çok beğeniyorum ve sahnede varlığı beni oldukça rahatlatıyor.

Öte yandan, performans içeriğinde beni heyecanlandıran bağlantılar daha çok felsefe üzerine oluyor. Ben kendi pratiğimde de dil ve metinle, onu bozmak ve yeniden yaratmak üzerinden ilişki kuruyorum. Metni ve dili bir ses ya da söylenenlerin bütününü bir anlam olarak düşünmekten keyif alıyorum. Anlama kavramını, dünyayı algılama şekillerimizden sadece biri olarak görüyor, diğer şekilleri deneyimlemeye çalışıyorum.

Sinan’ın durumu oldukça özel; hem ilham verici hem duygusal… Siz onun hikâyesiyle yakınlığı ve mesafeyi nasıl dengelediniz?

S.C: Ona ait bazı anılar ve duygular üzerinden olan çalışmalarımızda bile uzun bir süre ben anıların içeriklerini bilmeden, Gökçe’nin yönlendirmeleriyle çalıştım. Bu sayede o anıyla manipüle olmadan, kendi hareket dilimi oluşturabildiğimi düşünüyorum. Sinan’ın bilinçaltında ilgilendiğimiz şey bence toplumsal olarak iletişim ve dil ile ilgili yaşadığımız çoğu şeyi barındırıyor. Anlaşılamama kaygısı, bir söylem oluşturmanın güçlüğü, dilimizin ucuna gelip kaçan şeyler, bir göstergeler bütünü olarak dilin anlaşılamazlığı, günümüzde hemen hepimizin karşılaştığı durumlar. Ben de performansı ve Sinan ağabeyi böyle bir yerden düşünerek, performansın içerisindeki bir metnin gerçekliği karşısında sahteleşmeme gerek kalmadığını anlayarak içselleştirdim. Karşımda duran şey oldukça gerçek ve orada; bu sebeple benim de bir şeyleri “fake” etmem gerekmiyor gibi bir his, performansımı çok rahatlatıyor.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

16 Şubat 2025'e kadar Barın Han'da görülebilecek olan "Anlatı Gücü İttifakı" sergisinin küratör metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Kütüphane

Seval Şener’in Galeri Siyah Beyaz’da gerçekleşen “Uyuyan Venüs” sergisi üzerine Ozan Ünlükoç’la gerçekleştirdiği söyleşinin deşifresi Argonotlar Kütüphanesinde.

Kütüphane

Nazım Ünal Yılmaz'ın, Galerist'te devam eden "Atsız Süvari" başlıklı kişisel sergisinin metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Raziye Kubat’la dağ köyüne dönüşünü, romantik imgelerden uzak bir perspektifle, doğanın sertliği ve direnişiyle şekillenen yaratım sürecini konuştuk.