Peki hayvanların ilk günahı nedir? Neden ölüm gibi bir acıyı çekerler?
Elias Canetti
Salt Beyoğlu’nda izleyiciyle buluşan “Hayvanların Yaşamı” sergisi, insan ile hayvan arasındaki ilişkinin tahakkümle örülmüş sınırlarını ve bu sınırların ötesindeki müşterek yaşam ihtimallerini araştırıyor. Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee’nin aynı adlı romanından ilhamla şekillenen sergi, hayvanlara duyulan şefkati insan merkezli bir merhametin ötesine taşıma çabasında. Serginin merkezinde yer alan Almanya-Irak kökenli sanatçı Lin May Saeed, yaşamı boyunca hayvanlara uygulanan şiddeti ve tür temelli tahakkümü görünür kılan işleriyle tanındı. 2023’te hayatını kaybeden Saeed’in eserleri, insan-hayvan ilişkisinin duygusal ve politik bir mesele olarak yeniden düşünülmesine alan açtı. Hayvanlara yönelik şefkatin sınırlarını insan merkezli ahlaki yargılar üzerinden sorgulayan sergi, birlikte yaşamanın mümkün olduğu bir dünya için yeniden düşünmeye çağırıyor. Saeed’in çalışmalarını Türkiye ve farklı coğrafyalardan sanatçıların işleriyle bir araya getiren seçki, İstanbul’un sokak köpeklerine odaklı bir arşiv ve araştırma projesinin sunumunu da içeriyor. Sergi Salt Beyoğlu’nun Forum alanında Ses Mekânı’yla müzikoloji, eko-akustik ve zoomüzikoloji gibi farklı disiplinlerden gelen sanatçıların ürettiği saha kayıtları ve ses temelli çalışmalarla açılıyor; ikinci ve üçüncü katlarda devam ederek Kış Bahçesi’nde sonlanıyor. Sergide yer alan görsel ve işitsel anlatımlar, hayvan bedeninin sadece bir estetik nesne değil; belleği, acıyı ve karşılıklı bakışı barındıran bir özne olduğunu vurguluyor.

Hayvanlara yönelik epistemik şiddet, onların dünyaya dair olanın dışında tutulması, hislerinin ifadesiz bırakılması ve var olana “yokmuş” gibi davranılması sonucunda ortaya çıkar. Yakın zamanda hepimizin tanık olduğu üzücü bir olayla konuya giriş yapmak istiyorum: İzmir’de Ares adlı sokağa terk edilmiş bir köpek, sıcak bir yaz gününde serinlemek için denize girdi. Ares’ten rahatsız olan bazı insanlar onu şikâyet etti ve Ares barınağa alındı. Barınak koşullarında kısa sürede parvovirüs (kanlı ishal) yaptı ve hayatını kaybetti. Benzer şekilde Balıkesir’de serinlemek için denize giren kazlar da şikâyet edildiler ve denize girdikleri için suçlandılar. Kümese kapatılan kazların büyük kısmı sıcağa dayanamayarak öldü.
Ares denize girdiği için “rahatsızlık veren bir varlık” olarak kodlandı. Barınakta öldüğünde bu ölüm bir hak ihlaline konu olmadı, varlığı yok sayıldı. Tıpkı sadece yüzmek isteyen kazların yabancı bir madde gibi görülüp uzaklaştırıldığı gibi. Epistemik şiddetin sorgulanması ancak hayvanların duygularının, hafızalarının ve öznelliklerinin kabulüyle mümkündür.

Bauman’ın “modernliğin atık üretimi” kavramında söz ettiği gibi sistem içinde yer bulamayanlar, uyum sağlamayanlar dışarı atılır. Bu atık sadece fiziksel değil; kültürel ve varoluşsaldır. Modernliğin gözünde bunlar manzarayı bozan fazlalıklar hâline gelir. Modern insan, “rahatsız edici olan”la baş etmek yerine onu manzarasından çıkarmayı tercih eder; problemin çözümüyle ilgilenmez, sadece görünür olmamasıyla ilgilenir. Problemi görünmez kılarak da kendini rahatlatmış olur.
Dolayısıyla Ares suya girmesi istenmeyen bir görüntüye dönüştüğünde o artık bir özne değil, estetik bir anomaliye indirgenmiştir. Toplum, Bauman’ın bahsettiği atıkları görmemek için göz önünden kaldırırken sanat ise saklı olanı yeniden görünür kılmaya çabalar.


“Hayvanların Yaşamı” sergisinde yer alan işler görmezden gelinen varlıkların, bastırılmış hikâyelerin ve ötekileştirilmiş yaşam formlarının izini sürüyor. Golden Snail Opera Collective tarafından üretilen Altın Renkli Elma Salyangozu Operası adlı iş, görünmezleştirilmiş ve yok edilmesi gereken bir türün sesine kulak veriyor. Sergide, 1979’da Tayvan’dan Arjantin’e getirilen, daha sonra kritik bir tarım zararlısı ilan edilerek çiftçiler tarafından yok edilmek istenen altın renkli elma salyangozu (Pomacea canaliculata), biyolojik bir tehdit değil; farklı türlerin bir arada yaşamalarının mümkün olduğu karmaşık bir ekosistemin parçası olarak betimleniyor.
Serginin en çarpıcı işlerinden biri Janis Rafa’nın Waiting for the Time Pass (Zamanın Geçişini Beklerken) adlı video yerleştirmesi. Rafa’nın işi, Antroposen çağın ekolojik krizine eleştiri getirirken aynı zamanda evcilleştirme ve sahiplik gibi pratiklerin içerdiği duygusal ihlalleri ve şiddeti de görünür kılıyor. Sergi salonunun en kuytu yerinde duran bir ekranda, arabanın içinde kilitli bırakılmış bir köpek izleniyor. Köpek durmaksızın soluyor, inliyor, ağlıyor. Yardım gelmesini bekleyen köpek araba camından dışarı bakarken çaresizce seyirciye bakıyor. Seyirci de köpekle birlikte yardımın gelmesini bekliyor. Yardım gelmiyor…
Janis Rafa bu çalışmasıyla yalnızca hayvana yöneltilen fiziksel şiddeti değil, izleyenin şiddet karşısında aldığı konumu da sorguluyor. Video bize acının seyredilebilirliğini, üzülmenin eyleme dönüşmeyen duygusal bir tepki olarak nötralize edildiğini gösteriyor. Şiddetin duygusuzlaşarak izlenebilir bir hâl almasını etik bir çöküntü olarak gözler önüne seriyor. Serginin geri kalanını izlemek için arkanızı dönüp uzaklaşmak zorunda kaldığınızda, köpeğin ağlama sesleri sizi salon boyunca takip ediyor.
1930’ların başlarında sualtı görüntülerinden yararlanarak L’hippocampe (Denizatı) filmini yapan Jean Painlevé yalnızca biyolojik bir meraka değil, aynı zamanda etik ve toplumsal bir sorgulamaya dikkat çekiyor. Painlevé’ye göre dişilerin yumurtlayıp erkeklerin doğurduğu denizatları, “hem babanın sevecenliğini ve meziyetini öne sürmenin hem de annenin gerekliliğini vurgulamanın olağanüstü bir yolu.” Eril ile dişil arasındaki dengeyi yeniden tesis etmek isteyen Painlevé’nin denizatlarını özne olarak seçmesi, hem hayvanın kendi biyolojik gerçekliğiyle oynadığı rolleri hem de insanın ona yüklediği metaforları anlamak açısından çok katmanlı bir örnek.
Antropolog Ellen Lapper, sanatçı Laurent Güdel ve biyolog Dr. Dorothea Brückner gibi farklı disiplinlerden isimleri bir araya getiren Apian kolektifi kendini “Arılar Bakanlığı” olarak tanımlıyor. Apian, arılarla insanlar arasındaki etkileşimi ortak bir yaşam biçimi olarak ele alıyor. Modern arıcılığın tarihini sorgularken geçmişin unutulmuş tekniklerini ve geleneksel bilgeliğini yeniden hatırlatıyor. 1852’de modern arı kovanı tasarımının patentlenmesiyle birlikte dünya genelinde geleneksel arıcılık pratikleri zamanla terk edilmeye başladı. Oysa her toplumun arıcılıkla ilgili geliştirdiği çeşitli pratiklerde kendi iklim şartlarını, o bölgeye özgü arı türlerini ve doğa-insan ilişkisinin çeşitliliğini görüyoruz.

Modern arıcılıktan önce arılarla kurulan ilişki yalnızca bal üretimine değil; aynı zamanda yaşamla kurulan ortaklığa, mevsimsel döngülerin takibine ve topluluk hissine dayanıyordu. Standart arıcılık tekniklerine geçişle ekolojik çeşitliliğin özgün temsilleri yok olurken aynı zamanda kültürel bir kopuşa da sebep oldu. Apian arşiv görüntülerini, ses kayıtlarını ve etnografik notları bir araya getirerek unutulmuş kovanlara ve onların kültüre, ilişkilenme biçimlerine yeniden dönüyor; arılar aracılığıyla birbirimizle ilgili bildiklerimizi başka türlü bilmenin imkânını da araştırıyor.
Sergide yer alan işlerden The Jungle Book Project, iletişimin özünü sorgulayan mizahi bir senfoni. Pierre Bismuth, Disney’in klasik Orman Kitabı filmindeki her karaktere dünyanın farklı dillerinden sesler veriyor. Böylelikle davranış ve kültür arasındaki bilindik bağlar kopuyor. Sanatçı izleyiciyi rengârenk minderlerde oturarak filmi izlemeye davet ediyor. Böylelikle izleyici, çocukluk alışkanlıklarıyla yetişkinliğe özgü kültürel kodlara yeniden bakıyor. Öte yandan hayvanlarla kurduğumuzu sandığımız iletişim aslında kendi toplumsal normlarımız, metaforlarımız, ihtiyaçlarımız için yarattığımız; öteki tarafı yok sayan tek taraflı bir dil. Hayvanların farklı dillerde konuştuğu bu kurgu, türler arası iletişimsizliği kültürel çeşitlilik üzerinden ironik bir biçimde sergiliyor.
Bir diğer video yerleştirmesi Am I the Ageless Object?, hayvanların insan eliyle inşa edilmiş sistemlerde nasıl konumlandırıldığını sorguluyor. Filistinli sanatçı ve yazar Abuarafeh Filistin, İsviçre ve Mısır’daki hayvanat bahçelerinden görüntüler kullanarak hayvanların kontrollü çevreler içinde teşhir nesneleri olarak müzelere benzer bir işleyiş içinde sergilenmesini eleştiriyor. Abuarafeh, hayvanları “temsil edilen varlıklar” olmaktan çıkarıp sessizleştirilmiş nesnelere dönüştürüyor. Hayvanları tarihi taşıyan değil; tarihin dışına itilen varlıklar olarak anlatırken tarihsel temsilin dışında nasıl tasarlandığını anlatıyor. Filmden kısa bir alıntı: “Biri öldüğünde mezarlığa götürülür, bir nesne öldüğünde ya da yaşadığı çağı öldüğünde ya da artık faydalı olmadığında müzeye götürülür. Ama hayvanlar örneğinde hikâye daha karmaşıktır. Bazı hayvanlar mezarlığa gider, çamurdan bir mezarlığa ya da mideye indirilir. Diğer hayvanlar müzeye götürülür. O da bir tür mezarlıktır.”
Simone Forti’nin Three Grizzlies adlı işi, hayvanat bahçesindeki üç ayının sürekli volta atışını gözlemleyerek tutsaklığın beden üzerindeki ritmik direnişini ortaya koyuyor. Hayvanların daireler çizerek dolaşmalarını, yuvarlanışlarını, usulca süzülüşlerini eskizler yaparak betimleyen sanatçı sessizliğin direnişini belgeliyor. Hayvanların sessiz direnişi ne kadar büyürse büyüsün, dertlerini anlatamayacak olmaları insanı kedere boğuyor.
Sue Coe’nun The Animals’ Vegan Manifesto ve Zooicide adlı çalışmalarında ise hayvanların işkenceyle geçen yaşamlarını, akranlarının gözleri önünde şiddet görmelerini ve katledilişlerini gravürlerle birlikte tasvir ederek hayvanat bahçelerinin kaldırılmasını talep eden bir manifesto hazırlanıyor.

Son olarak, Mine Yıldırım’ın İhtimam ile Şiddet Arasında: İstanbul’un Köpekleri başlıklı araştırması, bir yandan İstanbul’daki köpeklerin Hayırsızada sürgününden itibaren yüz yılı aşkın süredir maruz kaldığı yok edici devlet politikalarının duygusal, mekânsal ve hukuki biçimlerde nasıl tezahür ettiğini gözler önüne sererken diğer yandan bu şiddetin karşısındaki tarihsel yaklaşım ve kolektif çabaları ele alıyor. Araştırma, İstanbul’un sokak köpeklerine yönelik tarihsel yaklaşımı iki karşıt kutup üzerinden okuyor: Şiddet ve ihtimam.

Kentin köpekleri bu iki güç içinde sıkışıp kalırken sokaklar arasına sıkışmış bedenleri ve yaşamlarıyla tıpkı Simone Forti’nin Three Grizzlies’indeki hayvanlar gibi sessiz bir direnişi sürdürüyorlar. Bu bedenler bize yalnızca hayvanların değil, direnişini sürdüren tüm yaşamların nasıl bir siyasetle kuşatıldığını gösteriyor. Köpeğe bakış, onu ortadan kaldırma istenci; insanın kentle ve ötekiyle kurduğu ilişkinin ahlaki ve politik zeminini açığa çıkarırken hayvanları politika nesnesine dönüştürerek onları siyasal kamplaşmanın, toplumsal gerilimlerin figürleri hâline getirmek büyük bir vicdansızlık olarak karşımıza çıkıyor. Bir canlının yaşam hakkını ideolojik sembollere indirgemek ve bundan siyasi bir fayda sağlamaya çalışmak, merhametin ve müşterek yaşam etiğinin en temel prensiplerini yok sayıyor.
Doğayla kurduğumuz ilişki, çoğu zaman onu anlamaktan çok, ondan fayda sağlama üzerine kurulu. Vahşi olanı evcilleştirme, kullanılabilir kılma arzusu öylesine içimize işlemiş ki; doğayı bizden ayrı ve işlevsel bir nesne gibi görmeye devam ediyoruz. Oysa ona karşı bu faydacı bakış açısını terk ederek derin bir saygı geliştirmemiz gerekir. Doğaya karşı çok eskilerden gelen düşmanlığımızın ve kayıtsızlığımızın kökeninde onu büyük ölçüde yararsız görmemiz yatıyor.
“In vitro”kavramını ortaya atan John Fowles: “Bilimciler, in vitro, yani doğada değil camda yapılarak yeniden yaratılan biyolojik işlemlerden söz ediyor. İnsan mentalitesindeki değişim artık hepimizi in vitro’ya, kendi marifetimizin cam duvarlarının içine kapattı” der.[1] Buradaki in vitro kavramı, insanlığın kavramsal olarak icadının temsilidir. Bilimsel düşüncenin steril alanında yeniden üretilen insan, tıpkı laboratuvar camının ardına alınmış bir canlı gibi; denetlenebilir bir ortamda, doğayla tüm bağlarını kaybetmiş bir şekilde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Semptomları gözlemlenen, verileri sınıflandırılan, davranışları hesaplanan bir nesne.
Modern bir şifacı figürü olarak terapist, bu cam fanusun içindeki deney canlısının acısını ölçmeye, formüllerle düzenlemeye çalışır. Bütünden koparılmış bir varlık, bir gözlemcinin önündeki veri yığınıdır artık. Bu hâliyle in vitro, insanın yalnızca doğayla değil, insanlarla da bağ kurma kapasitesini yitirdiği yerdir.
Modern insan, kendini kolektif bilinç dışına iterken elinde kalan ve zor şartlarda varlığını sürdürmeye çalışan son bağlantı kanallarını da yok ediyor. Peki, yok edilmiş evrensel bağlarımızla biz burada neyiz? Salt Beyoğlu’ndaki “Hayvanların Yaşamı” sergisi, insanın bütünden koptuğu yerde, ötekiyle bağ kurma kapasitesini nasıl yitirdiğini; fakat bu bağın izlerini sürmenin hâlâ mümkün olduğunu hatırlatıyor.
[1] Fowles, J. (2023). Ağaçlar (Çevirmen Adı, Süha Sertabiboğlu) Ayrıntı Yayınevi.






























