Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

İstanbul Modern bize yeni ne söylüyor?

Emre Erbirer’den, yeni binasında izleyiciyle buluşan İstanbul Modern üzerine mimari tasarım, fonksiyonlar, içerik, programlama ve izleyici deneyimi bağlamında kapsamlı bir inceleme

İstanbul Modern, Fotoğraf: Cemal Emden

İstanbul Modern, beş yıllık bir aranın ardından mimari tasarımı müze için yapılmış yeni binasında kapılarını tekrar açtı. Üstelik bir değil, üç ayrı “açılış” ile. Bu açılışları da ele alarak İstanbul Modern’in Türkiye’deki kültür sektöründeki konumuna, bize [izleyiciler, sanatçılar, küratörler, sanat tarihçiler, eleştirmenler, sektör profesyonelleri ve daha fazlasını içeren geniş bir biz] ne söylediğine ve önümüzdeki yıl 20. yaşını kutlayacak müzenin hikâyesine dönüp bakmak istedim.

Özlem Erdoğdu Erkaslan, Arkitera’daki “İstanbul Yeni Resim ve Heykel Müzesi Üzerine Eleştiri Metni Yayımlandı” yazısını şu cümleler ile bitiriyor: “Eleştiri metnini değerli kılan şey mimarlığı konuşulan bir konu hâline getirmesi ve yeni tartışmalar açmasıdır; her eleştiri bir başka eleştirinin habercisidir.” Ben de bu vesileyle bu yazının kültür yönetimini konuşulan bir konu hâline getirmesini ve yeni tartışmalar açmasını umduğumu belirteyim ve yeni eleştirilerin de habercisi olmasını niyet edeyim.

“Açılış töreni ileri bir tarihte gerçekleşecek olan” yeni müze binası ve sergiler, kapılarını ilk kez 2 Mayıs Salı günü bir ön gösterim ile kültür-sanat profesyonellerine ve basına açtı. Bu ön gösterim, heyecanlı kalabalığı biraz şaşırtan bir davetti, zira müzeye gittiğimizde bizi karşılayan bir program, binaya ve sergilere dair bir anlatı veya içerik mevcut değildi. Müzeyi tek başımıza keşfetmemiz ve deneyimlememiz istenmişti. [İstenmiş miydi?] Üstelik o gün henüz müzenin kafe ve restoranı açılmamış, kütüphanesi yerleşmemiş ve etkinlikler başlamadığı için sinema ve eğitim alanı gibi alanlar işlevlerine kavuşmamıştı. Ayrıca elimizde herhangi bir bilgi içeren malzeme, müzeye dair bir belge veya bize bu açılıştan kalacak bir anı objesi de yoktu. Müze 4 Mayıs Perşembe günü ise sessiz sedasız kapılarını kamuya açtı. Beş yıldır kapalı olan bir müzenin [Kendisinin kullanmayı çok sevdiği unvanıyla Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesinin] Türkiye’nin tüm gündemi seçim iken bu kadar sessiz sedasız “açılması”na da anlam verememiştik ama olsundu, İstanbul müzesine kavuşmuştu. [Kavuşmuş muydu?] Derken herkesin malumu olan seçimlerin birinci turu bir “kazanan” olmadan sona erdi ve tam da yine tüm Türkiye ikinci tura odaklanmışken İstanbul Modern tam da 19 Mayıs günü, 12. Cumhurbaşkanı, 13. Cumhurbaşkanı Adayı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ağırladı ve resmi olarak “açıldı.” Bu açılışın (veya davetin) Atatürk, gençlik ve sporla bir ilgisi olmadığı gibi aslında kültür sanatla da bir ilgisi yoktu. Zira iki seçim arasında gerçekleşen bu açılış Osman Erden’in Politik Yol’daki yazısında belirttiği gibi“Erdoğan’ın beklenmedik bir propaganda hamlesiydi.” Kurulduğu günden bu yana, hem kuruluş süreci hem yönetim kurullarının iktidara yakınlığı tartışma yaratan İstanbul Modern, kuruluş ve “yeniden açılma” aşamalarında iktidarın istekleri doğrultusunda hareket etmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Yine aynı yazıda yer alan Erdoğan’ın alıntısını[1] hepimiz ağızlarımız açık bir şekilde dinledik veya okuduk, zira topluca bir akıl tutulması yaşıyor olamazdık. Müzenin yeni binasının üçüncü açılışı ise 20 Haziran Salı günü oldu. Sabah gerçekleşen basın toplantısında İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı ve mimar Renzo Piano, konuşmalarıyla yer aldı. Oya Eczacıbaşı, kendisi için hazırlanan konuşma metnini önündeki kâğıttan okurken heyecansız ve tekdüze bir anlatı sundu. Bir arkadaşımın “yaşlandıktan sonra Türkiye’ye gelen rock grubu” olarak nitelendirdiği Renzo Piano ise nispeten daha içten ve samimi sayılabilecek bir konuşma yaptı; müzeyle, İstanbul’la, mimari projeyle hem kendisi hem geldiği ülke arasında bağlar kurdu. Her iki konuşmadan sonra ise basından ve katılımcılardan hiçbir soru alınmadan basın toplantısı sonlandırıldı. [Öyle ya, basın toplantısında basın niye soru sorsun ki?] Aynı günün akşamında ise müze 2000’den fazla kişinin davet edildiği “büyük” açılışını yaptı. Ancak bu açılış da katılımcılarda ziyadesiyle hayal kırıklığı yarattı. Neredeyse 20 yılı devirmiş, beş yıldır izleyiciyle geçici mekânında ve dijital platformlarda buluşmuş bir müzenin şehre geri dönüşü böyle mi olmalıydı? O çok övündükleri “Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi” unvanına ve 10.500 metrekarelik bir alana sahip müzenin açılışı bu kadar sönük olmayı mı hak ediyordu? Bir karşılaştırma olması adına, on yıl boyunca kapalı kalan Rijksmuseum, 2013 yılındaki tekrar açılışına özel bir anahtar üretti; açılışa tüm halk davetliydi ve müzenin önünde geniş kalabalıklar oluştu. Müze için yeni bir logo ve kurumsal kimlik tasarlandı, müze çalışanlarına, koleksiyondan esinlenilen özel üniformalar hazırlandı, kraliçenin de katıldığı açılış törenine ışık ve sis gösterilerinin yanı sıra bando eşlik etti. Açılış için hazırlanan iletişim kampanyası kapsamında müzenin ana sponsoru ING, Rembrandt’ın Night Watch eserini Amsterdam’ın en önemli alışveriş merkezinde yeniden canlandırdı.

İstanbul Modern, Fotoğraf: Cemal Emden

İstanbul Modern’i ilk ziyaretimden sonra Twitter’da uzun bir zincir yaparak gözlem ve düşüncelerimi sıcağı sıcağına paylaşmıştım. Bu notlarımı, açılışın üzerinden iki ay geçmişken farklı yönleriyle daha geniş bir şekilde ele almak istedim. Haydi başlayalım.

Müze nedir? İstanbul Modern ne kadar bir müzedir?

ICOM (Uluslararası Müzeler Konseyi) tarafından 24 Ağustos 2022 tarihinde Prag’da yapılan Olağanüstü Genel Kurul’da önerilen ve %92,41 oy çoğunluğuyla kabul edilen yeni müze tanımına bir bakalım: “Müze, somut ve somut olmayan mirası araştıran, bir araya getiren, koruyan, yorumlayan ve sergileyen, kâr amacı gütmeden topluma hizmet eden kalıcı bir kurumdur. Halka açık, erişilebilir ve kapsayıcı yapılarıyla müzeler, çeşitliliği ve sürdürülebilirliği teşvik eder. Etik ve profesyonel bir anlayış ve toplulukların katılımıyla şekillenen iletişim ve işleyişleriyle eğitim, keyif, düşünce ve bilgi paylaşımı içeren çeşitli deneyimler sunarlar.”

İstanbul Modern, “Yüzen Adalar” sergisinden görünüm. Fotoğraf: Cemal Emden

Bu müze tanımına göre İstanbul Modern’in ne kadar [kimin için] erişilebilir ve kapsayıcı olduğuna, [hangi] çeşitliliği ve [nelerin] sürdürülebilirliği(ni) destekleyip desteklemediğine ve etikle ilişkisine, [hangi] toplulukların katılımıyla iletişim ve işleyişinin şekillendiğine bakmamız gerek. İstanbul Modern’in şu anda gördüğümüz kadarıyla bir erişilebilirlik ve kapsayıcılık politikası yok. Onur Ayı’na denk gelen günlerde yeniden açılan müze, henüz çeşitliliği teşvik ettiğine dair de hiçbir emare göstermiyor. 2014 yılında 10. kuruluş yılını kutlayan İstanbul Modern’in, yeni yaşına Sarkis’in Gökkuşak adlı çalışmasıyla girdiği ve ziyaretçilerini Gökkuşak altında fotoğraf çektirmeye ve sosyal medyada #gökkuşakaltındayım etiketiyle paylaşmaya davet ettiği günler geride kalmış gibi görünüyor. Önümüzdeki yıl 20. yaşını kutlayacak müzenin bu sefer nasıl bir kutlama programı yapacağı ise merak konusu. Ayrıca 2023 yılında, 20. yılına yaklaşan müzenin sürdürülebilirlik alanında da herhangi bir çalışması veya politikası yok. Bu noktada Ayşegül Sönmez’in Sanatatak’ta yayınlanan yazısındaki şu cümleler de buraya cuk oturuyor: ‘Şehrin modern müzesinin bu yeni binasında, ne mahcup ne gecikmiş, içinde bulunduğu yüzyılın sanatının tek, tarihinin de bir defa ve evet onsuz yazılmış olduğunu artık kafaya takmaması gerektiğini savunuyorum. Bir yandan geçtiğimiz yüzyılda yazılmamış tarihleri tekrar yazmak adına avantajlı olduğunu da.’

Konum: [Galataport]

Lüks ve vasatın Orta Doğu estetiğinde bir araya geldiği karma bir kompleks olan Galataport’la ilgili detaylı bir analiz yapsam ayrı bir yazı olur. Müzenin Galataport içerisinde yer alması ve Galataport’un kendisi başka bir tartışma konusu olsa da, işbu yazıda geniş olarak yer vermeyeceğim, ancak ‘kaçırılmış bir fırsat’ şeklinde bir özet yapmam, sanırım bu yazı için yeterli olur. İstanbul Modern’in de bu lüks ve vasatın kavuştuğu noktada kendine yer bulması biraz üzücü olsa da, eski yerinde ve deniz kenarında [Kenarında mı gerçekten?] olması bir nebze mutluluk verici. Tıpkı büyük abisi bomontiada gibi güvenlikli girişlere sahip Galataport’ta, onun bir parçası olan İstanbul Modern’in bu güvenlik aşılmadan geçilecek bir girişi olmaması ise hem üzücü hem de müzenin kamusallığını sorgulatan bir durum. Kamusal olan ile kamunun birbirinden bu kadar uzak düştüğü İstanbul’da, güvenlik politikaları kamusallığı eziyor, bu her zaman baki. İstanbul Modern’i bu güvenlik bariyerinin dışında tutmak mümkün müydü? Mimari tasarım ve yönlendirmelerle pek de güzel mümkün olabilirdi, ama tercih edilmemiş diyebilir miyiz? [Bence diyebiliriz.]

İstanbul Modern, Fotoğraf: Enrico Cano

Mimari tasarım

Yukarıda “yaşlandıktan sonra Türkiye’ye gelen rock grubu” olarak nitelendirdiğimiz Renzo Piano, 20 Haziran’daki basın toplantısında İstanbul Modern’in yeni binasını şu cümlelerle nitelendirdi: “Bakışı engelleyen hiçbir şeyin olmadığı, âdeta havada asılı duran bir mekân tasarlayarak çoklu düzlemler oluşturduk. Projeye böylece güçlü bir nitelik daha kazandırmayı önemsedik. Zemin katta, bir ormandaki ağaç gövdeleri gibi derinlik hissi veren kolonlar bulunuyor. […] Burada kentin tüm bileşenleri bir araya geliyor. Kent de tam olarak budur: birbiri ardına sıralanan binalar, sokaklar ve birbirine bağlanan mekânların oluşturduğu bütünlük, çoklu düzlemler yaratan bir panorama.” Piano’nun bu romantik kent algısındaki bağlam ve bağlantılar, ne yazık ki İstanbul Modern’in yeni binasını düşününce bir izleyici olarak bana geçmiyor. Bina, ne içinde bulunduğu Galata bölgesiyle ne önündeki “park”la -o yeşil alana park diyebilir miyiz bilemiyorum- ne yanındaki denizle yeterince bağlanıyor. Piano’nun Centre Pompidou ve Stavros Niarchos Cultural Centre başta olmak üzere diğer müze ve kültür kurumu yapıtlarında benzer bir dili olduğunu biliyoruz ancak İstanbul Modern’in yeni mimarisinin kendine has bir tasarım dili ve İstanbul’a özgü bir sözü olduğunu söylemek zor. Keza müzenin 21. yüzyılda açılan bir müze olduğu sadece sterilliği ve yeniliğinden anlaşılabilir. Müzenin dış çeperi kadar içindeki fonksiyonlar, tasarım elementleri, yönlendirmeler, peyzaj ve mekânsal tasarım tercihleri de gözlemlediğim kadarıyla çok sıradan. Bu seçimlerde Piano’nun ne kadar etkisi var veya bu alanlar başka tasarım stüdyolarıyla mı çalışıldı bilemiyoruz. Geçtiğimiz altı yıl bir stratejik tasarım stüdyosunda farklı ölçeklerde tasarım projelerinde çalışmış biri olarak, özellikle tasarımdan önceki araştırma ve strateji adımlarının önemini iyi biliyorum. Bu nedenle İstanbul Modern’in yeni mimari tasarımından önce nasıl bir araştırma yapıldığını ve strateji belirlendiğini merak etmeden duramıyorum. Bu vesileyle aklımdaki soruları sorayım. Tasarım aşamasından önce bir araştırma yapıldı mı? Bu araştırma kapsamında kullanıcı görüşmeleri oldu mu? Ekipten yararlanıldı mı? Basın bülteninden öğrendiğimize göre 2014 yılından itibaren Cenova, Paris ve İstanbul’da yürütülen ortak tasarım çalıştaylarına kimler davet edildi? Bu çalıştaylardan hangi içgörüler çıktı? Hangileri tasarıma dahil edildi? Türkiye ve dünyadaki başka müzeler gezildi, gözlem yapıldı, notlar alındı mı? Bu gözlemler neticesinde müzenin yeni binasının bulunduğu bölge de göz önünde bulundurularak ne gibi ihtiyaçlar belirlendi? Daha önce müzede olmayan ama müzenin ihtiyaç duyabileceği bir fonksiyon keşfedilmedi mi? ICOM’un yeni müze tanımı tasarım aşamasına bir girdi olarak dâhil edildi mi? Müze için herhangi bir tasarım prensibi oluşturuldu mu? Neden müze içerisinde izleyicilerin ihtiyaç duyacağı yönlendirmeler oluşturulmadı? Önümüzdeki yıl 20. yaşını kutlayacak müzenin kurumsal kimliğini güncellemesi, günümüz şart ve ihtiyaçlarına göre zenginleştirmesi fena olmaz mıydı? [Sorular çoğaltılabilir, eğer sizin de sorularınız varsa paylaşın lütfen.]

İstanbul Modern, Fotoğraf: Enrico Cano

Müzenin zemin katında kafe, mağaza, kütüphane, bilgilendirme noktaları ve eğitim atölyeleri için tasarlanan mekânlar yer alıyor. Zemin katta insanların gelip serbestçe vakit geçireceği, tanımsız alanlar ve oturma üniteleri olabilirdi. Ancak tüm bu alan hem fazlasıyla tasarlanmış, hem de bir o kadar tasarlanamamış. Zemin kat, davetkâr ve albenisi olan bir yer olması gerekirken kamunun gelip serbestçe, rahat bir şekilde vakit geçirebileceği bir lobi, agora veya forum hissi vermiyor. Müzenin her iki cephesinden engellenen girişler ziyaretçinin serbestçe dolaşmasına olanak tanıyan ve alanı özgür bir şekilde kullanmaya izin veren bir yapıda değil. Mesela müzeye girdikten sonra iki adımda ulaşabileceğiniz kütüphaneye gitmek için bir U çizmeniz gerekiyor. Aynı şekilde kafe, müzenin içinde -ve dışında- tanımlı bir alanda kalıyor, taşmıyor. Kafe dışında hiçbir yerde bir oturma ünitesi yok. Kısacası İstanbul Modern’in zemin katı, size her anında ve alanında tanımlı deneyimler yaşatan bir akış sunuyor, keyfekeder olmaya, şöyle kısaca bir dinlenmeye, beklemeye imkân yok. İstanbul Modern’in lobinin merkezindeki büyük açıklıkta yer alan ana merdivenin müzenin kamuya açık alanlarını birbirine bağladığı’ cümlesinde geçen ‘müzenin kamuya açık alanları’ ifadesi ise oksimoron bir ifade. Müzenin geri kalan alanları ‘kamu’ya kapalı mı?

İstanbul Modern, “Yüzen Adalar” sergisinden görünüm. Fotoğraf: Enrico Cano

Yukarıda bahsettiğim Twitter’daki zincirimde ‘Müzenin adının ve logosunun ilk görüşte okunamıyor olması çok üzücü olmuş. Müzenin adının önüne gelen o direk/lamba için başka bir yer bulunamaz mı?’ diye sormuştum. Ardından İstanbul Modern’in 18 Haziran günü Instagram’da paylaştığı Restoran Modern fotoğrafının altına gelen yorumlara baktığım zaman bu problemin müzenin her iki cephesinde de mevcut olduğunu anladım. Artık herkes bunun farkında ve bir şekilde buna çözüm bulunmazsa sosyal medya uzun bir süre bunu konuşacak.

Fonksiyonlar

İstanbul Modern ilk açıldığı yıllarda sadece bir restoranı vardı. Sonraki yıllarda bahçede yer alan ve farklı kurumlar tarafından işletilen bir kafesi olmuştu. Müzenin bu sefer kendi adını taşıyan bir kafesi var: Kafe Modern, -ya da internet sitesindeki adıyla Cafe Modern- İstanbul Modern’e göre “şehrin en özel noktasındaki konumu” ve “muhteşem manzarası” [eğer önünüzü kapatan bir yolcu gemisi yoksa] ile “müze ziyaretçilerine ve şehrin müdavimlerine şık ve rahat bir ambiyans vadediyor.’”Ancak Kafe Modern’in sıradanlığı da ne yazık ki hem mimari detaylarında hem menüsünde karşımıza çıkıyor. [En azından özel olarak harmanlanmış kahvesi olmasına sevinsek mi?] İstanbul Modern’in restoranı ise kafenin bir üst ölçeği gibi. Feriye ve dekk gibi şehrin karma yeme-içme mekânlarının yönetimini üstlenen c•paces Grup bünyesinde, Haziran ayı başında kapılarını açan Restoran Modern, İstanbul’un kültür, sanat ve tarihinden ilham alan çağdaş bir yemek deneyimi sunuyor. Restoran Modern’in şefliğini ise Tuğçe Mirza Canik üstleniyor.

İstanbul Modern’in mağazasıysa bildiğimiz gibi. Güzel, zengin ve pahalı. Ancak bu sefer seçkisinde yer verdiği, işbirliği yaptığı kişi ve kurumlarla daha erişilebilir ürünler sunacağını umabilirdik. Olmadı, önümüzdeki maçlara bakalım demeyelim, niyet etmeye devam edelim. Keza Zeynep Toy, ‘Yeniden Açılan İstanbul Modern Müzesi’ başlıklı yazısında ‘Bir bez çantasına 728 Lira fiyat biçerek müze, ülkenin genelinden ve gerçekliğinden çok uzakta olduğunu ve hedef kitlesinin ne kadar dar olduğunu açıkça ifade etmektedir’ diyor. Haklı mı, haklı. Aynı yazıda mağazadaki sanat kitaplarının yetersizliğinden de söz ediyor, ki o konuda ben de benzer şeyleri düşünüyorum.

İstanbul Modern, Fotoğraf: Cemal Emden

Müzenin öğrenme alanları [ya da İstanbul Modern’in hâlen ısrarla kullanmayı tercih ettiği şekliyle ‘eğitime özel alanlar’] ise nitelikli gözüküyor. Ayrıca çok şükür ki modüler olarak tasarlanmışlar. Giriş katında konumlanan ve tasarımını SO? Mimarlık ve Fikriyat’ın üstlendiği Keşif Alanı, Türkiye’de modern ve çağdaş sanatın gelişimine çalışmalarıyla yön vermiş sanatçıların ve onların yaratım süreçlerinin keşfedilmesine aracı olarak müzenin birinci katında yer alan eğitim odalarından biri ise Stüdyo STEAM adıyla bilim, teknoloji, mühendislik, sanat ve matematik odaklı eğitim yaklaşımından yola çıkarak gençleri ve yetişkinleri sanatla buluşturan disiplinlerarası bir öğrenme alanı olarak kurgulanmış. Sanatın farklı teknik ve uygulama biçimlerine odaklanarak doğadan ve çevremizden ilham alan eğitim programları sunan ve yine zemin katta yer alan Eco Art Lab ise, doğal malzemelerle yeni formlar üreten ve doğayı sanatla keşfedecek çocuklara odaklanıyor. Eğitim programları, henüz daha çok çocuklara odaklanan müzenin, genç ve yetişkinlere yönelik programlarına dair bir bilgimiz yok. Bu vesileyle müzenin eğitim programlarının da erişilebilirlik, kapsayıcılık ve çeşitlilikten nasibini alamadığının altını çizelim.

Zemin katta yer alan kütüphane ise denize yakın konumuyla İstanbul’da araştırma yapmak, okumak ve çalışmak için iyi bir alternatif alan olmuş. Bununla beraber kütüphane, mimari tasarımı ve raf yerleşimiyle yine sıradanlıktan sıyrılamıyor. Kişisel olarak oturma ünitelerini rahatsız ve yetersiz, raf sisteminiyse oldukça arkaik buldum. Farklı ihtiyaç, alışkanlık ve fonksiyonlara yönelik oturma/okuma üniteleri, çalışma/araştırma alanları ve kitap sergileme fonksiyonları tercih edilebilir ve kütüphanedeki okuma/çalışma deneyimi üzerine eğilinilebilirdi. Salt Galata’nın kütüphanesinin yıllar içindeki dönüşümü, kullanıcıların ihtiyaçlarına göre şekillenmesi, yeni kütüphane ve araştırma alanlarının oluşturulması İstanbul Modern için bir çıkış noktası olabilirdi. Bu kütüphane tasarlanırken de farklı kütüphane örneklerine bakılmadığını, dünyadaki kütüphanecilik ve arşiv alanındaki yeni eğilim ve tasarımlardan yararlanılmadığını tahmin ediyorum. Kütüphanenin yanında bir çalışma alanı da olsa hiç fena olmazdı, olamadı.

Yine zemin katta yer alan ‘bilgilendirme noktaları’nın [Bu kelime öbeği tam olarak ne ifade ediyor onu da ayrıca tartışabiliriz] ‘kamu’yla nasıl entegre olacağı ve müze ziyaretçileriyle nasıl etkileşime geçeceğini ise merak ediyorum. Kim kimi hangi konuyla ilgili bilgilendirecek?

Müzenin en alt katında -nedense en alt kata ‘asma kat/ara kat’ anlamına gelen ve Türkçede olmayan ‘mezanin’ ismini vermişler- vestiyer ile sinema (veya oditoryum) yer alıyor. Vestiyer dışında bir dolap kullanımı olmaması ise beni (ve tabii ki başkalarını da) oldukça şaşırttı. Yıl olmuş 2023, dolapsız müze olur mu? Ziyaretçiler vestiyerde sıra beklemek ve anahtar taşımak yerine eşyalarını dolaba koyarak daha hızlı ve kolay bir deneyim yaşayabilirdi. Henüz sinemayı deneyimleme şansı bulamasam da sinemanın (ve oditoryumun) 156 kişilik kapasitesini biraz düşük buldum. Her ikisi de tarihi binalarda yer alan Salt Galata’daki oditoryumun 218 ve Pera Müzesi’ndeki oditoryumun 160 kişilik olduğunu düşününce, sıfırdan yapılan bir binanın bu kadar sınırlı kapasiteli bir oditoryuma sahip olmasının arkasındaki düşünceyi ve kararı merak etmeden ve şu soruları sormadan duramıyorum. Bu oditoryum sadece film gösterimleri için mi olacak? Müzenin geniş kitlelere ev sahipliği yapacak konferans ve sempozyum gibi etkinlikleri için başka bir alanı var mı? [Ya da bu tür etkinlikler düzenlemeye niyeti var mı?]

İstanbul Modern, “Yüzen Adalar” sergisinden görünüm. Fotoğraf: Cemal Emden

Müzenin en üst katında ise geniş bir teras yer alıyor. Terasta hiçbir oturma ünitesi olmaması bu alanın daha çok kısa süreli ziyaret ve fotoğraf çekimi için konumlandırıldığını düşündürüyor. Terasta henüz açılmamış bir ‘bar’ mevcut, ancak bu barın nasıl kullanılacağı da bir merak konusu. Acaba İstanbul Modern önümüzdeki günlerde Viyana’daki Leopold Museum veya Londra’daki V&A gibi parti, müzik dinletisi ve performanslara ev sahipliği yapar mı? [Hiç sanmıyorum, ama umut fakirin ekmeğidir diyelim.] Müzenin terasında şarabımızı yudumlayıp tarihi yarımada manzarasına bakmak bize nasip olur mu? Müzenin Cuma günleri bile saat 20.00’de kapanacak olması sanırım cuma iş çıkışı terasta şarap yudumlama hayallerimizi suya düşürüyor.

Koleksiyon ve sergileme

Müzenin sergi alanlarına dair detaylı yorumlara ise ayrı bir alan açmak istiyorum. Müzenin ikinci katının tamamına yayılan koleksiyon ve süreli sergi salonları temel olarak iyi tasarlanmış. Şu anda “Yüzen Adalar” başlıklı tek bir sergiyle iki salon tek koleksiyona ev sahipliği yapıyor. İstanbul Modern’in koleksiyonundan kapsamlı bir seçki sunan “Yüzen Adalar” başlıklı sergi, çoğu ilk kez sergilenen yapıtları barındırıyor. Türkiye ve dünyadan 110 sanatçı ve 2 sanatçı ikilisine ait 280’den fazla yapıt, koleksiyon ve süreli sergi salonlarının yanı sıra yeni müze binasının farklı mekânlarında izleyicilerle buluşuyor. Eser seçkisi ve küratoryal konularla ilgili yorumları bu alanlarda daha uzman kişilere bırakıyorum. Ben bir izleyici olarak oldukça tatmin oldum. Zira birçok eseri görmeyi çok özlemiştim. Ama ziyaretçi deneyimiyle ilgili notlarım var.

Eser künyelerinin yer aldığı foreks baskılar ve tasarımlar oldukça arkaik ve amatör gözüküyor. 2023 yılına gelmişken özellikle kalıcı koleksiyon sergileri için daha nitelikli tasarım ve üretimler olamaz mı? Sanatçı biyografisi ve eser metni birbirinden paragraf ayrımı dışında farklılaşamaz mı? Keza Zeynep Toy da bu konuyu yazısında “… sadece sanatçı isimlerini ve eser açıklamalarını içeren grafik tasarım çok basit ve açıklamalar yetersiz. Bir kurgu içerisinde eserlerin bağlantıları, dönemleri, sanatçıların neden birlikte bu kronolojik sırada sunulduğu küratöryel bir anlatımla verilmediğinden dolayı açıklamalar çok zayıf kalıyor” şeklinde belirtmiş. Bu konuyla ilgili Erin O’Brien’ın İstanbul Modern hakkında Apollo’da ‘Is Istanbul Modern living in the past?’ (İstanbul Modern geçmişte mi yaşıyor?) başlığıyla çıkan yazısı da önemli sorular soruyor. Müzenin, Türkiye’nin son yirmi yılında geçirdiği dönüşümlere paralel olarak bir duruş sergilememesi, güncel eğilimlere ve hareketlere göre kendini yenileyememesi, koleksiyon sergisinde de görülüyor. Müzenin değerli koleksiyon sergisinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık tarihindeki sosyal, politik, ekonomik ve kültürel gelişmeler üzerinden bir okumaya izin vermiyor oluşu buradaki en büyük eksiklik. Türkiye’nin bu kapsamlı modern ve çağdaş sanat koleksiyonunu tarihsel bağlamından kopuk olarak okumak ne bize ne de yabancı turistlere bir fayda sağlar. Keza ‘1945’ten bugüne Türkiye sanat ortamının gelişim ve dönüşümüne odaklanan müze koleksiyonundan kronolojik bir kesit’ sunan bir sergide 1945’ten bugüne Türkiye sanat ortamının ve/veya toplumunun başka nasıl gelişme ve dönüşümler yaşadığına dair hiçbir okuma ve paylaşım olmaması gerçekten çok üzücü. Bunun bilerek yapıldığını veya tercih edildiğini bilmek ise daha da üzücü.

İstanbul Modern, “Hep Buradayız” sergisinden görünüm. Fotoğraf: Enrico Cano

Müzenin açılışında koleksiyon sergisi dışında iki sergi daha yer alıyor. Fotoğraf Galerisi’ndeki “Nuri Bilge Ceylan: Başka Bir Yerde” sergisi ile Kısa Süreli Sergi Salonu’nda yer alan “Hep Buradayız” başlıklı sergi. Şahsen Nuri Bilge Ceylan’ın beni hiç heyecanlandırmayan fotoğraflarını hızlıca göz atarak geçtim ve kendimi, kadın sanatçıların üretimlerini desteklemek ve çalışmalarını daha görünür kılmak amacıyla 2016 yılında kurulan İstanbul Modern Kadın Sanatçılar Fonu aracılığıyla müze koleksiyonuna dahil edilen yapıtların ilk kez bir araya getirildiği “Hep Buradayız” adlı sergiye attım. Bu sergi beni oldukça tatmin etti, ancak bu sergiyi de daha tarihsel ve kültürel bir okumayla deneyimlemeyi dilerdim. İstanbul Modern, bu sergi vesilesiyle Türkiye’de kadın sanatçılar [Veya sanatçı kadınlar mı desek] üzerine bir araştırma yürütemez miydi? 1945’ten bugüne kadın sanatçılara dair çeşitli bilgi, belge ve içerikler derlenerek bu sergiye eşlik edilemez miydi? Sergide (dolayısıyla müze koleksiyonunda) yer alan sanatçılara dair daha detaylı bilgiler, koleksiyondaki diğer eserleri, başka hangi koleksiyonlarda yer aldıkları gibi detaylar kamuyla paylaşılamaz mıydı?

Müzenin açılışında mimari tasarım süreciyle bir bağ kurmak için yaptığı, bu ölçekteki hiçbir müzenin artık kullanmadığı çeşitli boyutlardaki kartonetlere basılan fotoğraf ve metinlerle sergi yapma yöntemini benimseyen “Renzo Piano: Yerin Ruhu” ve “Mimarinin İnşası” sergilerini ise ziyadesiyle zorlama buldum, o yüzden pas geçiyorum.

20 Haziran’daki basın toplantısında Oya Eczacıbaşı’nın vurguladığı gelecek planlarında kendine yer bulan “kadın sanatçıların üretim ve görünürlüklerini artırmak, çocuk ve gençlere yönelik sanat eğitimlerini çoğaltmak, tüm dünyadan ziyaretçilere Türkiye sanatını tanıtmak” ise şu an itibariyle gerçekleşmiş görünmüyor. Zira İstanbul Modern’in yeni müze binası için eser üretimine özel olarak davet ettiği iki sanatçı da erkek, biri Türkiye’den değil, ve her ikisi de “Türkiye sanatı”nı -artık o her ne ise- tanıtmak için doğru isimler mi bilemiyorum. Olafur ve Refik’in işlerini çok seviyorum, o ayrı.

İzleyici deneyimi

Müze, ‘koleksiyonundaki yapıtları daha etkin bir şekilde izleyiciyle paylaşmak’ amacıyla dokunmatik ekranlı kiosklar, sesli rehber, karekod ve artırılmış gerçeklik uygulamaları sunuyor. Ben kioskları görmedim [Sahi, neredeler], sesli rehber sistemini denemedim, ancak karekod ve artırılmış gerçeklik uygulamalarını deneyimlemeye çalıştım. Bunun için telefona bir uygulama indirilmesinin gerekmesini biraz zorlama buldum. Üstelik indirmeme rağmen ne yazık ki uygulamayı kullanamadım, dolayısıyla müzenin hedeflediği “etkileşimli ve duyusal bir sergi deneyimi”ni yaşayamadım.

İstanbul Modern, “Yüzen Adalar” sergisinden görünüm. Fotoğraf: Cemal Emden

Müzede tasarlanmış eğitim alanları dışında çocuklara yönelik ayrı bir izleyici deneyimi olmaması da kaçırılmış fırsatlardan biri. Çocukların boylarına ve/veya yaşlarına göre eser metinleri, çocuklu aileler için özel tasarlanmış rotalar, çocukların sergiyi deneyimlerken oynamaları için oyunlar artık dünyanın her yerinde bu ölçekteki pek çok müzede mevcut. Çocuklarıyla müzeyi gezen ailelerin eserlerle ilgili çocuklarına sorabileceği sorular ve anlatabileceği hikâyeler de bu tür bir izleyici deneyimini çok daha nitelikli kılabiliyor. Keza müzede gördüğüm kadarıyla yaşlılar ve farklı fiziksel/zihinsel ihtiyaçları olan bireyler için düşünülen ve tasarlanan bir izleyici deneyimi de mevcut değil. Müzenin erişilebilir kelimesinin hakkını vermesi için tekerli sandalyeyle dolaşıma imkânı sağlayan bir mimariden veya taşınabilir taburelerden; kapsayıcı kelimesinin hakkını vermesi için ücretsiz ziyaret günlerinden -ki onda da saat sınırlaması var- ve farklı üyelik kategorilerinden daha fazlasına ihtiyaç var, bu kesin.

İçerik ve programlama

“Yeni” İstanbul Modern’de eksikliğini en çok hissettiğimiz şeylerden biri de içerik ve programlama. Böylesine zengin bir koleksiyona ve sonsuz içerik ihtimaline sahip bir müze olarak İstanbul Modern’in sergilerin ötesinde ne gibi içerik ve programlar sunacağını merak etmeden duramıyorum(z). Zira müze tarafından paylaşılan basın bülteninde veya müzenin internet sitesinde İstanbul Modern’in yeni binasına ve sergilerine paralel ne gibi içerikler üreteceği ve programlar tasarlanacağına dair bir bilgi mevcut değil. Etkinliklerle ilgili internet sitesindeki bilgi hiyerarşisinden ve gelen basın bültenindeki “ticari faaliyetlere olanak tanıyan alanlar” ibaresinden, müzenin etkinlik ekibi ve programı daha çok kurumsal kiralamaya ve organizasyonlara odaklanacak gibi gözüküyor. Tate Modern’in 15, V&A’in 10 ve MoMA’nın dokuz farklı kategoriye (performanstan derse, koleksiyon rotasından konferansa) ayrılan etkinlik türlerinin -keza bu müzeler ayrıca etkinliklerini katılımcı kitlelerine göre de ayırmaya olanak veriyor- yeni İstanbul Modern’de nasıl karşılık bulacağını merak ediyorum. Müzenin artık klasikleşen Müzeler Konuşuyor serisi devam edecek mi, festival, konser, dinleti gibi kulaklarımıza da hitap eden etkinliklere yer verilecek mi, ve daha da mühimi müzenin bir içerik ve programlama stratejisi var mı, sorularının da şimdilik bir cevabı yok.

İçerik ve programlama demişken, İstanbul Modern’in bir müze olarak “yayın” politikası yok mu? Mağazasından erişebildiğimiz eski kataloglar mevcut, ancak genel bir “yayınlar” sayfası olmadığı için ürettiği ve üreteceği yayınlara dair net bir fikir edinemiyor ve bilgi alamıyoruz.”Somut ve somut olmayan mirası araştıran, bir araya getiren, koruyan, yorumlayan” bir müze olarak, bu mirası araştırma, bir araya getirme, koruma ve yorumlama için çeşitli yayınlar ve içerikler üretmiyor mu? Müzeden katalog, sanatçı monografisi, sanatçı kitabı, araştırma kitabı gibi yayınları beklememiz gerekmiyor mu? İstanbul Modern’in önümüzdeki dönemde podcast, video ve makale gibi içerikler üreterek bu mirası farklı şekillerde yorumlamak gibi plânları var mı?

Dijital yansımalar

İstanbul Modern açılalı iki aydan fazla olmasına rağmen dijitaldeki varlığına eski internet sitesiyle devam ediyor. Üstelik Nuh Nebi’den kalma bu site mobil uyumlu bile değil. İstanbul Modern’in internet sitesini detaylı bir şekilde incelemeye kalksak bu yazı uzunluğunda yeni bir yazı ortaya çıkar, o yüzden şimdilik onun yerine şu soruları ortaya atalım. Beş yılda yeni bir internet sitesi yapılamadı mı? Yeni bir internet sitesi var ve yolda mı? Yeni internet sitesinde müzenin tüm ekibini görebilecek miyiz, yoksa yine “Yönetim” adı altında birtakım seçilmiş kişiler mi kamu tarafından erişilebilir olacak? Ulaşım sayfasında farklı ulaşım yöntemleri (toplu taşıma araçları vb.) listelenecek mi? Yeni internet sitesinde “koleksiyondan bir seçki” yerine İstanbul Modern koleksiyonunun tamamına erişebilecek miyiz? İstanbul Modern’in kütüphane katalog tarama sistemi de bu vesileyle değiştirilecek mi? Müzede hangi gün ne etkinlik olduğunu görebileceğimiz  düzgün bir alan/yapı kurulacak mı? Sorular uzar gider.

https://www.instagram.com/p/CuBmhVlIvA0/

İstanbul Modern’in internet sitesinin yanı sıra sosyal medyadaki varlığına da bir yenilik getirmediğini görüyoruz. Bir kurumsal kimlikten ve stratejiden uzak sosyal medya içerikleri, izleyiciye ilham vermek, onu bilgilendirmek, araştırmaya ve/veya keşfetmeye yönlendirmek yerine onunla tek yönlü ve mesafeli bir iletişim kurmaya devam ediyor. Oysaki müze, ‘her yaş ve kesimden izleyiciyi modern ve çağdaş sanatla diyalog kurmaya, merak etmeye ve birlikte düşünmeye teşvik eder, […] teknolojik gelişmelerden de yararlanarak sanatçılarla izleyiciler arasında etkileşimi güçlendirir, çok yönlü bir müze deneyimini mümkün kılar’ şeklinde bir vaatte bulunuyor. Ancak müzenin açıldığı günden bu yana iki ay geçmesine rağmen Instagram’da tek bir eser fotoğrafı bile paylaşmaması, gelen sorulara cevap vermemesi, birlikte düşünmeye teşvik edecek alanları açıp sorular sormaması vaatlerin içinin boş olduğunu, bir strateji ve vizyondan yoksun sosyal medyanın sadece bir vitrin görevi gördüğünü gösteriyor. Birbirinden farklı formatlarda, farklı renk, font ve öğelerle bezenen görseller, herhangi bir bağlamı olmadan seçilen dil ve kelimelerle oluşturulan metinler bize ne sunuyor? [İstanbul Modern’in premium üyeleri kimdir?] Müzenin Instagram hesabından paylaştığı KURBAN BAYRAMINIZI EN İÇTEN DİLEKLERİMİZLE KUTLAR, SAYGILARIMIZI SUNARIZ’ yazan sosyal medya görseli ise 70’lerden kalma bir bayram tebriği kartpostalını anımsatıyor.

Gelecek planları

İstanbul Modern, beş yıllık aranın ardından, 20. yaşını kutlayacağı 2024 yılından hemen önce, büyük beklentilerle açıldı. Kendisi için seçtiği ‘Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi’ unvanını da düşünerek ilk olmanın hakkını verip vermediğini bolca sorguladığımız bir yirmi yıl geçirdi. Ancak şimdi geçmişin muhasebesini yapıp önümüzdeki yirmi yıla bakma zamanı. Bu vesileyle yukarıda sorduğumuz sorulara bazı eklemeler yapalım.

İstanbul Modern, önümüzdeki yirmi yıla [hadi sizin hatırınız için beş ya da on da olur] dair ne planlar yapıyor, ne gibi stratejiler geliştiriyor? Müze, tüm dünyada [ve tabii ki kültür sektöründe ve sanat alanında] kendisine karşılık bulan sürdürülebilirlik; sosyal, ekonomik, çevresel ve kültürel etki; iklim krizi; hak temelli eşitlik, çeşitlilik, kapsayıcılık; yerelleşme gibi konularda nasıl bir politika üretecek? Türkiye’nin kültür, eğitim ve göç politikalarına [bu politikaların olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu tabii] bir katkı sunacak mı? Uluslararası ağlar, paydaşlar, müzeler ve kültür kurumlarıyla farklı bağlar geliştirecek, içerikler üretecek mi? Misyonunda yer alan “farklı coğrafyalardan üretimleri İstanbul’da bir araya getirir” cümlesinin hakkını vererek farklı coğrafyalardan üretimlere ev sahipliği yapacak mı, yoksa Türkiye’deki kurlarla bu artık pek de mümkün değil mi? “Sanatsal ifade çeşitliliğini destekleme vizyonuyla” [Acaba burada sanatsal ifade özgürlüğü ile kültürel ifadelerin çeşitliliği’ kavramları bir araya getirilerek yeni bir kavram mı oluşturulmak istenmiş] neler yapacak? Her yaş ve kesimden izleyiciyi modern ve çağdaş sanatla diyalog kurmaya, merak etmeye ve birlikte düşünmeye nasıl teşvik edecek? Danışma kurullarını gençleştirecek, çeşitlendirecek ve toplumsal cinsiyet eşitliğine göre eşitleyecek mi?

İstanbul Modern, 21. yüzyıla gelebilecek mi?


[1] “Sokaklarımızın ateşe verilmesinden edep ve insanlık sınırını aşan hakaretlere varıncaya kadar her yola başvurdular. Farklı düşünen sanatçılarımızı tehdit ettiler, üzerlerine mahalle baskısı kurarak korku iklimi oluşturarak bu insanları sindirmeye çalıştılar. Ülkenin, milletin, hatta doğrudan sanatçılarımızın hayrına olan işlerde bile maalesef bu hoyrat tavırlarından vazgeçmediler. Biz bu sıkıntıların hepsini de göğüsledik. Her tuzağı bozduk, her engeli aştık ve bu günlere geldik.”

İlginizi Çekebilir

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.

Eleştiri

Almanya'daki ırkçı cinayetleri konu alan "Üç Kapı" sergisini Alâra Kuset değerlendirdi.