“Her şeyin başı Khaos’tu.”
Hesiodos, Tanrıların Doğuşu
Gizem Akkoyunoğlu’nun “Kudretin Silüetleri” sergisinde karşılaştığımız bu karanlık atmosfer de ne? Yapıtların kompozisyonlarını, verdiği hissi ve problemleştirdiği unsurları nereden düşünmeye başlamalı? Sanatorium’da 23 Şubat – 6 Nisan tarihleri arasında görülen sergiyi tartışmaya karanlığı ve siyahı düşünerek başlamayı teklif ediyorum.
Karanlığın yaşam dolu kuvvetleri
Kültürel alışkanlıklarımız da optik teorimiz de siyahın rengin yokluğu, yani temelde ışığın yokluğu olduğunu vurguluyor. Buradan hareketle onu “ölümle” ilişkilendiriyoruz. Bu düşünce alışkanlığının tarihi, tektanrılı dinlerin (bilhassa Hristiyanlığın) Paganların elindeki “kültürel iktidarı” devralmasına kadar uzanır. Bu açıdan bütün kültürlerde tektanrıcılığa meyleden dinî eğilimlerin güneş ve gök(tanrı) simgeciliğine doğru yönelirken Paganlık biçimlerini yeryüzüne, toprağa, derinlere gömülmüş, karanlık ve kaotik imgelerle kendi simgesel diline tercüme etmesi kayda değerdir. Çin’de ortaya çıkan Konfüçyüs’tan Mısır’daki Amon kültüne, Musevilik ile Hristiyanlıktan İslam’a kadar tektanrıcı temayüller barındıran dinler, aynı zamanda bu dikelme ve batma hareketlerini eril ve dişil kuvvetler olarak da tasavvur ettiler: yerdeki karanlığın dişil kuvvetleri karşısında gökteki aydınlığın eril kuvvetleri.
İşte “Kudretin Silüetleri”ni teşkil eden yapıtları, artık yaygın bir kültür halini almış olan bu dünya tasavvurunun problemleştirilmesi olarak yorumlamak mümkün. Witch-kings of the Carrion Sky, karanlığın kalbinde kanatlarını gurur ve zarafetle açmış bir akbabanın tepelerinde durduğu bir akbaba grubunu betimliyor. Bu figürlerin neyin etrafını sardığı pek belli değil. Bir kayanın mı etrafındalar yoksa bir başka canlının leşinin mi üstündeler? Gizem Akkoyunoğlu’nu füzen tablolarının ortak hususiyetlerine çekiliyorum burada: Füzenin ustaca ve ısrarlı kullanımıyla oluşan karanlık, bu akbabaların içine gömüldükleri bir boşluk değil şeylerin içinden zuhur ettiği bir yoğunluk etkisi üretiyor. Akbabaların her bir ayrıntısı, tüylerinin kıvrımlarından gagalarının uçlarına, asil bedenlerinin kıvrımlarından katı bakışlarına kadar her bir unsur, siyahın seyreltilmesiyle oluşmuştur.
Bu yüzden bu resimlerde karanlığı (ve siyahı), ışığın ve rengin olumsuzu olarak değil bütün varoluşu kuşatan ve her şeyin birbirine karıştığı “öncül kaos” olarak düşünmek yerinde olur: her şeyin kendisinden varlığa geldiği saf potansiyel madde. Witch-Kings of the Carrion Sky resmi, yalnızca her şeyin kara kaostan zuhurunu düşündürmüyor. Ayrıca karanlığın ve siyahın bu yeni (kadim) değerlendirme biçiminde aydınlıkla farklı bir ilişki de öneriyor.
Aydınlığın eril kültleri, gök(tanrı) özünde “kısır” olduğundan yaşamın organik veçhelerini yere (çamura) atfederek onun yaşamın vuku buluşundaki rolünü bir ruhun (şahsiyetin) zerk edilişine indirger. Böyle bir tasavvurda ölüm, nihai son, çürüme veya bileşimin dağılışı (de-composition) olur. Çünkü ruhun bedeni terkinin ardından bileşimin ilkesi ortadan kalkmış, topyekûn bir çözülme meydana gelmiştir. Oysa Witch-Kings of the Carrion Sky, ölümle yaşam arasında böyle bir karşıtlığı değil aksine süreklilikleri düşündürür. Muhtemel ölü bedenin üzerinde yükselen yalnızca muzaffer bir “leş yiyici” değil dağılan bileşimi, farklı bir bedende “yeniden bileştiren” yaşamdır da.
Sinik bir çağda mitoloji
Elbette bu, mitoloji probleminde bir başka boyuta açılıyor. Sanatçının ana problemlerinden birinin günümüzde mitolojinin imkânları olduğunu ileri sürmekte bir beis yok. Yapıtların simgeci üslubu, bir mit düşüncesini işletiyor. Bu mitler nasıl mitlerdir ve günümüz insanına neler söyleyebilir?
Mitler bazen yanlış bir şekilde geçmiş bir uygarlık aşamasına atfedilir. Oysa muhakkak ki tektanrıcı dinler yerine Pagan mitolojilerle dünyayı tasavvur eden onlarca topluluk var hâlâ. Ama mesele yalnızca bu da değil. Bizim modern gündelik yaşamlarımız da hâlâ mitlerle örülü, hem daha geniş yanlış inançlar anlamında hem de daha dar dünyayı yorumlamaya dair mistik çerçeveler anlamında. Belki bu derinlemesine sinik çağda, hiçbir şeye pek de inanmadığımız gibi onlara da inanmıyoruz. Fakat dünyayı hâlâ onlarla anlıyoruz.
Gizem Akkoyunoğlu da seyirciye artık çoğu durumda unutulmuş olan cadılık mitini yeniden sunuyor. Cadılık bir mitti, zira Katolik Kilisesi’nin eşgüdümünde kadınların şifacılık vb. etkinliklerini ve en önemlisi, kadınların ortaçağın bağrında kazanmaya başladıkları özgürlüklerini ortadan kaldıracak bir savaşın mistik çerçevesi olarak işliyordu. Bunun için Antikçağ’ın Pagan kadın rahibelerinin ve kâhinlerinin imgesi yeniden canlandırıldı. İşte “Kudretin Silüetleri” sergisindeki kudret, her şeyden önce bu kehanet kudretidir. Bu yapıtlar, bir cadı maskesi takmış sanatçının 21. yüzyılda dünyanın geleceğine dair karanlık öngörüleri midir? Mirror Lake resminde görülen timsahlar ve betimlenen etkileşimleri neyi simgeler? Ufukta görülen bir felaketi mi yoksa özlenen kurtuluşu mu? Seyirci bütün bu sorularla baş başadır. Sanatçı, has bir antik kâhin gibi simgelerini gösterir ama anlamları keşfetmek seyirciye kalmıştır.
Kâhinin imgelemi ve seyircinin kudreti
Gond, tuhaf bir kehanet taşı gibidir. Bu dikey resimde sanatçının füzenle taşın geçirimli ve geçirimsiz yüzeylerini, parlak ve mat kenarlarını ince ayrıntılarla resmetmesine hayranlık beslememek elde değil. Belki bir kristal kürenin hammaddesidir. Belki de keramet hiçbir zaman taşta olmamıştır.Bir taş daima bir taştır, oylum ve çıkıntılarında düşen ışıkları kırar, gölgeler üzerinde dans eder. Ancak bu ışıltı ve gölge oyununu seyreden birinin yorumlama edimiyle akıp giden imgeler simgelere tercüme olur. Demek ki bu sergide sanatçı ne kadar kâhin maskesi takıyorsa seyirci de o kadar yorumcu maskesi takmak zorundadır. Örneğin The White Haze, tanınması zor bir varlığı betimler. Onlar bir örümceğin yumurtaları mıdır? Yoksa örümceğe yakalanmış ve ağa sarılmış kurbanlar mıdır? Bu ve başka soruları sormak, onu simge kabul edip yorumlamak için seyircinin de kehanet kudretlerini “sergilemesi” gerekecektir.
Rapture of the Deep, bir başka; hatta sanki kutsal bir sahneyi resmeder. Diğer resimlere nazaran karanlığın çok daha az olup gökten gelen ışıkla katedilen bu resim, bir kayanın üzerine gevşekçe yığılmış bir urganı betimler. Belki de Olympos Dağı’nda mûkim aydınlık tanrıların ve tanrıçaların Zeus öncülüğünde yenerek Tartarus’a, derin ve karanlık yeraltına sürdükleri Titanlar’dan biri esaretinden kurtulmuştur. Bu Titan’ın bizzat Gaia, yani yeryüzü tanrıçası olduğunu tasavvur etmek neredeyse doğru geliyor insana. Bu engin göğüslü, yaşam veren ana tanrıça, Khaos’tan ilk doğan ve yeryüzünde her şeyi doğurandır. Aydınlığın eril kuvvetleriyle işbirliği halinde yeryüzünü getirdiğimiz hal düşünülünce onun geri dönme ihtimali bile heyecan vericidir.
Gizem Akkoyunoğlu, yalnızca tuvallerini değil ayrıca The Ace of Cups (2024) ismiyle ürettiği tarot kartlarını da sergiliyor. Tarot destesinden bu dört kart, sergiye yayılan mistik-kehânet havasını pekiştiriyor. Minör arkanadan dört serinin aslarıdır bunlar: kılıç, kupa, tılsım ve değnek. Genelgeçer yorumla bakıldığında “adalet ile zihinsel kuvvet”, “derin duygular ile sezgi”, “pratiklik ile güven” ve “ilham ile risk alma” tavsiye ediliyor gibidir. Hakikaten daha ilk çeyreğinin ancak sonuna geldiğimiz yüzyılımızda hepimizin bunlara ihtiyacı yok mu? İrili ufaklı felaketlerle bezeli zamanların bu kazanılması ve korunması ziyadesiyle zor hususiyetleri daha da değerli kıldığı kesin.
Füzenin hasletleri
Sergideki yapıtların imgeleriyle bu hasbıhalin ardından ana malzemeyi, yani füzeni de ele almak yerinde olur. Füzen, kömürden üretilen ve sanat alanında genelde eskiz hazırlamak için kullanılan bir malzeme. Gizem Akkoyunoğlu onu resmin ana malzemesi haline getiriyor. Elbette bu yeni bir şey sayılmaz ama sanatçının füzenle elde ettiği doygun siyah ve imgelerindeki kılı kırk yaran sabır son derece etkileyici. Ayrıca füzen, ham maddesi olan kömürle organik yaşamın bir başka hayat buluşunun da altını çiziyor. İmgelerde bir fikir olarak takip edilen yaşamla ilgili dertler, imgelerin kuruluşunda da varlığını sürdürüyor. Şüphesiz sanatta yalnızca organik yaşamın içsel çevrimleri değil organik yaşamdan imgeye uzanan malzemenin dönüşümleri de vardır.
“Kudretin Silüetleri”, simgesel dünyası ve kadim mitlerle diyaloğuyla mevcuda gömülü, üzeri örtülmüş imkânları düşünmeye davet ediyor. Siyahın ve karanlığın bu bu ele alınışının ne kasvet ne de ölümle ilgili bir düşünüşün neticesi olduğunu ileri sürmek yerinde olur. Aksine bütün imgelerde düşüncenin hareketi yaşamla doludur. İmgelerde problemleştirilen yaşam olasılıkları, kendi hesaplarına bizim eril ölüm mitolojilerimizi problemleştiriyor. Kâhin ve şifacı, diğer canlıların ve cansızların silüetlerinde haksızca sürgün edildiği konumunu talep ediyor.