Türkiye’den “Muğlak Standartlar Enstitüsü”, başka bir enstitünün içinde sesini yükseltiyor: Salgın devam ederken The Art Institute of Chicago bünyesinde süren “An Institute within an Institute” (Enstitü İçindeki Enstitü) sergisi geniş ölçekte yılın en iyisi olmaya aday; hem kendi gelişiminin kısmen nihai versiyonu olduğundan hem de tanımlı tanımsız tüm standartların muğlaklığı üzerinden çok güçlü bir hikâye anlattığından…
Açıkçası bir sanat yazarı olarak bu sunuşu yazarken oldukça zorlanıyorum; zira eğer kurmacanın retoriğini deşifre edersem Muğlak Standartlar Enstitüsü’nün gerçekleştirdiği güçlü anlatıyı (ki bu anlatının hem çok estetik hem de politik olduğunu vurgulamalıyım) zayıflatma ihtimalim var; hiçbir şey söylemezsem de bunca emeğe haksızlık etmiş olacağım.
Sergide kabaca günlük nesneler ve etkileşimlere gömülü görünmez standart ağları (kodlar, miktarlar veya nitelikler) ortaya çıkarılıyor. Jestler, mutfak gereçleri, paketler, el çantaları, çay bardakları ve daha fazlası üzerinden gerçekleştirilen bu eylem günlük standartların, prosedürlerin, bağımlılık ilişkilerinin ve elbette beklentilerin yeniden (ve yeniden) tanımlanması için bir çağrı ve araç. Tasniflenmiş sandıklar, afişler ve videolarla tanımlı bu serginin detaylarını içeren videoya bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
Daha fazlası için sözü Enstitü’ye bırakmak sanırım en iyisi: Muğlak Standartlar Enstitüsü ekibinde Cansu Cürgen, Avşar Gürpınar, Mete Godollar, Selçuk Artut, Serenay Coşar, Bengisu Köse, Buket Açıkgöz, Sercan Okay, Süreyya Kağan Tekkaya, Merve Şen, Ali Rıza Atakan Gür, Gökçe Akçelik, Hazal Kırıkçı, Havvanur Sönmez, Oğuz Yenen, Tutku Yılmaz, Levent Menekay, Özay Erol yer alıyor. Sergi vesilesiyle ekip içinde eşitlerin birincisi (primus inter pares) olan iki isim Cansu Cürgen ve Avşar Gürpınar’la “Muğlak Standartlar Enstitüsü” üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Ben öncelikle sergiyi adına yakışır şekilde nasıl tanımlayacağımı tam olarak bilemedim. Bir (akademik) araştırma sergisi, sanat sergisi, bir tasarım önerisi: Tüm bunlar birbirinin içine girip sahiden muğlaklaştı… Bu sebeple dilerseniz öncelikle Muğlak Standartlar Enstitüsü’nden başlayalım. Bize biraz enstitüyü anlatır mısınız?
Avşar Gürpınar: Önce Muğlak Standartlar Enstitüsü’nü (MSE) tanımlayalım. Enstitü, gündelik hayattan endüstriye hayatın ve dünyanın çeşitli yerlerinde, bazen bariz bazen gizli biçimlerde var olan, beslenmeden müziğe, sağlıktan ulaşıma, zaman algımızdan iletişim biçimlerimize kadar hemen her şeyimizi belirleyen standartları araştıran bir kurumdur.
Gündelik hayatın tuhaf, akışkan ve parçalı yapısı bazı muğlak tanım, tarif ve standartları gerektirir. İçerikler, mekânsal bilgiler, bazen de anatomik referanslar muğlak standartların tanımlarını ve kategorilerini oluşturur. Muğlak Standartlar Ensititüsü farklı bağlamdaki muğlak standartların izini sürer. Enstitü bilginin birikmesini ve bu bilginin yerel, ulusal, küresel alanlarda yayılmasını amaçlar. Enstitü, çeşitli standart dışı ölçümlerin metinsel ve görsel temsillerinin yanı sıra elle tutulur hale geldiği durumların hassas bir incelemesini yapar ve bunları kayıt altına alır.
MSE, günlük yaşamda üstü kapalı muğlak standartların izini, ölçümler, sosyal etütler, veri görselleştirmeleri, statik ve dinamik görüntüleme teknikleri ve tasarım araştırmaları ile sürer. Veri toplar, onu analiz eder, onlardan bilgi, belge ve nesneler üretir. Sonuçları derler ve bunları ulusal veya uluslar üstü kalite ve standart kurumları ile karşılaştırır. Neyi neden yaptığımızı anlamak her zaman kolay olmayabilir. Eylemlerimiz bazen ikinci ya da üçüncü dereceden akıl yürütme ve gerekçelendirmeler sonucu gerçekleşir. Ancak enstitüdyenler her ne yapıyor olursa olsun bunu en yüksek ciddiyetle yapar. Araştırma ve geliştirmenin izlediği yol ve yordam diğer bilimsel yöntemlerden ayrılır, zira muğlak kavramlar belirsiz ve sofistike uygulamalar gerektirir.
Sanırım Enstitü’nün kuruluşunda kimi belirgin ilham kaynakları da var; bunların içinde en çok öne çıkanlarını ve sizi etkileyenleri kısaca anlatır mısınız?
Avşar Gürpınar: Enstitü’nün kuruluşuna, adına, çalışma yöntemlerine ve üretimlerine farklı seviye ve şekillerde ilham olmuş birçok gerçek ve kurgu sanat eseri ile sanatçı var. Bunlardan belki ilki ve en önemlisi tabii ki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü. 1954 gibi erken bir tarihte gazetede tefrika halinde yayınlanmaya başlayan kitabın Enstitü üzerindeki etkisi bir kelimeden fazla. Kitapta “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün ilk kurulduğundaki birkaç masa ve bir telefondan ibaret yazıhanesi tasvir edilir. Bu enstitü esas amacını ancak üzerine iş alarak belirler. Ancak kurulduktan bir süre sonra gerçek kimliğini kazanır. MSE de benzer bir şekilde iki kişinin gündelik dilde yer etmiş “tek, kibrit kutusu, yoğun akıcı, hevenk” gibi bir takım muğlak standartları listelemeye başlamasıyla ortaya çıktı. Esas amacını ve gerçek kimliğini sanırım dördüncü yılında yani 2018’de 4. İKSV İstanbul Tasarım Bienali’ndeki sergisiyle buldu.
Bu sergiye giden süreçte oluşturduğumuz, oluşturacağımız içeriğin nasıl bir nesne tarafından içerileceği konusu gündemdeydi. Deutscher Werkbund ve onun II. Dünya Savaşı sonrası “iyi tasarımı” kitlelere anlatmak, göstermek için tasarlayıp ürettirdiği ve Almanya’nın dört bir yanına gönderdiği sandıklar sandıklarımızın biçimsel esin kaynağı olarak görülebilir. İdeolojik bağlamda olmasa da –zira ne tasarım ne de standartlar konusunda belli bir öğretiyi yaygınlaştırma çabası gütmüyoruz–, biçim ve yöntem olarak Deutscher Werkbund’nin sandıkları bizim için önemli bir referans.
Sıralamak, listelemek, biriktirmek, kataloglamak, dizmek, dizgeler oluşturmak, hiyerarşiler ve taksonomilerle oynamak gibi artık yöntemselleşmeye başlamış eylemlerimiz olduğunu hissettirebiliyorsak şayet, mevzubahis pratikleri son derece vurucu biçimlerde gözlemleyebileceğimiz Mnemosyne Atlas (Aby Warburg, 1924-29), Archeology of Present Times (Kon Wajiro, 1920’ler), Shadow Boxes (Joseph Cornell), Fluxus kutuları, Tulse Luper Suitcases (yön. Peter Greenaway, 2003) sanatsal çalışmalar, Mass Observation (1937) gibi gerçek girişimler, hatta Tuhaf Yürüyüşler Bakanlığı (Monty Python, 1970’ler) gibi ciddi-komiklikleri bile ilham kaynaklarımız arasında anabiliriz.
Enstitü’nün araştırma süreci nasıl gerçekleşiyor? Konusunu nasıl belirliyor ve ele aldığı nesneyi nasıl incelemeye tabi tutuyor?
Cansu Cürgen: Araştırma süreci ve yöntemlerimiz her bir meselenin ele alınışında farklılaşabilir. Ancak sandıklanan tartışma konuları için artık iyice belirginleşen iki yaklaşımımız olduğunu söyleyebiliriz: Nesnelerden bir tartışmaya varmak ya da tartışmanın nesnelerini arayıp bulmak. İlkinde aslında daha örtük ve zamana yayılmış bir çalışma süreci var. Araştırma, birmilyoncularda, Eminönü Tahtakale’de, kitle iletişime sızan, marketlere giren ve böylece görsel, işitsel hafızamızda yer eden, banal ve gündelik bulduğumuz nesneleri ciddiye almakla başlıyor. Bir anlamda nesnelere bakarak önce bir arşiv kuruyoruz, bu arşivin içinden söylenebilir ve görülebilir olanları bulmaya çalışıyoruz. İkincisinde ise belli bir tartışma alanını, söylemi problematize edip onu kuran nesneleri bulmaya girişiyoruz. Ancak hangisinden başlarsak başlayalım, eşzamanlı olarak söylem-dışının alanıyla da ilgileniyoruz; yani tüm bu nesneleri kuran, dolaşıma sokan kurumlar, standartlar, yasal düzenlemeler, üretim ortamları, teknolojiler… Bazen standardın yokluğu, bazen de çokluğu bir muğlaklık getiriyor. Sanırım bu ikili yaklaşım, tam da banal ve gündelik olanın, aslında son derece politik de olduğunu bize hatırlatıyor. Toplumun, tüketimin, kapitalist üretimin kılcallarına sızmış nesneler bunlar, hiçbiri de biricik değil; ancak bir sandık içinde bir arada bulunduklarında gerçekten hakkında konuşmak gerektiği fikrini bize sunuyorlar.
Her iki yaklaşımda da aslında odaklandığımız ve yola çıktığımız nokta, pratiklerden hareket etmek oluyor. Belli bir teoriden başladığımız pek söylenemez, bu ilişki ancak bir refleksiyon olarak sonradan katılıyor işe. Pratik açıdan nasıl işliyor diye sorarsanız, bunun da epeyce zahmetli olduğunu söyleyerek başlamalıyım. Söz gelimi yumurtaların yer aldığı “Besinin Muğlak Standartları” sandığı için, Türkiye’nin dört bir yanından yumurta üreticileriyle, kanatlı hayvan yetiştiricileri ve çiftlikleriyle tedarik için sürekli iletişime geçtik, ve tahmin edebileceğiniz gibi bu insanlardan inanılmaz bilgiler edindik. Bu sandık için gümrük firmalarından mevzuatlara dair de çok şey öğrendik. Devekuşu yumurtasını buradan gönderemeyince, AIC’teki müze yetkilileri bu tedarik sürecine Amerika’da devam ettiler! Benzer şekilde “Teşhisin Muğlak Standartları” için medikal ürün depolarıyla, eczacı ve doktorlarla görüştük. Çay bardakları üzerinden porsiyonun standartlarını konuşabilmemizi tasarımcı Koray Özgen’e ve Paşabahçe’nin üretim ve koleksiyon desteğine borçluyuz. Hafızaya kazılı bir ezginin vuruşlarını, belli işitsel altyapıların nasıl hem bir tekno miksinde hem de bir deyiş içinde kullanılabildiklerini sanatçı Gökçe Arçelik’le, belki binlerce parçayı dinleyerek çalıştık. Sanatçı Selçuk Artut ile bu sandıklara uygun elektrik ve elektronik teknolojilerini araştırdık. Bu anlamda ilk sorunuzdaki gibi, bu bir araştırma mı, akademik bir uğraş, tasarım ya da sanat işi mi, cevabın muğlak olduğunu söyleyebiliriz.
Tüm bunlardan elde edilmek istenen sonuç ne?
Cansu Cürgen: Bu sandıklanan şeyler, bir araya geldikleri anda tek tek nesneler olmaktan çıkarak ancak çokluk üzerinden açığa çıkabilen, ya da görünür hale gelebilen ilişkileri ortaya koymaya yarıyor. Bir yandan bize “norm”u dayatan ve onu talep eden nesneler bunlar; bir yandan da aslında çoklukları ve gündelik oluşları “norm”u kuruyor. Bu anlamda nesnelerle kurulan bu dünyanın, Foucault’ya referansla bilgi ve iktidar yapılarının kesiştiği bir zemine işaret ettiğini düşünüyoruz. Bu sonucu elde etmek için didaktik olma çabasında da değiliz öte yandan, işler sizin yorumunuza ve bilgi dağarcığınıza açık. Örneğin, “Aşırı Özelleşmenin Muğlak Standartları” sandığına bakarken her bir mutfak aletini ayrı ayrı ilginç bulup beğenebilirsiniz, ya da saçma bulabilirsiniz. Ancak onlarcasını bir araya getirince, şunları da tartışmak istiyoruz: Gerçekten bu kadar plastik araç gerece ve bunca tasarıma ihtiyacımız var mı? Tek bir bıçağın yapabileceği işleri yapmak için, her biri kendi spesifik nesnesini talep eden, hatta onun da ancak “standart” olanını işleyebilen araç-gereçler bize gerçekten zaman kazandırıyor mu? Gerçekten pratikler mi? Mekânlarımızı bunlarla dolduruyor, bir de üzerine o tek işlevi yerine getirdikten sonra temizlenmeleri ve saklanmalarıyla uğraşıyoruz. Bir fasulye kesicisinin kesebildiği standart fasulyeyi bulmak da mesele. Biz ayşekadınla denedik, olmadı.
Şu sandık belki daha iyi açıklar ne demek istediğimi: Elektriğin Muğlak Standartları. Dünyanın herhangi bir noktasına seyahat için kontrol etmemiz gereken ilk şeylerden biri, gideceğiniz ülkenin voltaj, amper değerleri ve soket giriş standardı oluyor. Bugün 14 farklı priz tipinin kullanıldığı bir dünyada ve herhangi bir noktasına en çok bir buçuk gün içerisinde ulaştığımız küresel bir dolaşım ağında yaşıyoruz. Öte yandan bu kadar kitlesel ölçekte ve bu kadar hızlı olan bir dolaşım pratiğine, hâlâ karasal olan ve geçen asrın altyapılarına bağlı bulunan elektrik standartları eşlik ediyor. Ne var ki, girişimlerde bulunulmuş olsa da elektrik, ulus-aşırı birliklerin ya da kurumların henüz gerçekleştiremediği ve yakın bir zamanda da mümkün görünmeyen, tek bir küresel standarda bağlı değil. Daha çarpıcı olansa, bu standart çeşitliliğini harita eşleşmesiyle birlikte, dünya ve emperyalizm tarihini de düşünerek okumak oluyor. Sözgelimi G tipini fişe taktığınızda, sandıkta aydınlanan dünya haritasında gördüğünüz yerlerin sadece bugünkü Birleşik Krallık olmadığını, başta Kuzey Afrika olmak üzere, Orta Doğu ve Arap ülkelerinde, Hong Kong’da Singapur’da, ve başka pek çok ülkenin de aydınlandığını görüyorsunuz. Belli ki bir iktidar rejiminin izleri, altyapı ve teknolojiden, yerleşik ticaret ilişkilerinden kolayca çıkarılamıyor. Buna bir güncel örnek de “Protestonun Muğlak Standartları” olabilir. Bu sandıktaki nesnelerin hepsi gündelik ihtiyaçlara binaen birmilyoncudan, marketlerden, şehir içindeki dükkânlardan alınabilecek nesneler. Tek başlarına ve bağlamdan bağımsız olarak hiçbir politik mesaj içermiyor. Ancak sözgelimi sarı şemsiye taşımak, 2014’ten bugüne Hong Konglular için bir siyasi eylemlilik göstergesi kabul edilmekte. Nesne o vakitlerde ülkenin yaygın zincir marketlerinde satıldığı için sembolikleşecek çokluğa erişmişti. Ancak tam da bu sembolizmi ve politik değeri üzerinden artık Alibaba’da bile Hong Kong’a satışı yapılmıyor. Toparlamak gerekirse, altyapıların, standartların, teamüllerin kısacası görünmeyen bilgi ve iktidar yapılarının, tarih içinde ve güncel durumlarında görünür ve tartışılabilir olmasını amaçlayan sandıklar bunlar.
Art Institute of Chicago’yla olan süreç nasıl organize edildi? Ve elbette salgın sergiyi nasıl etkiledi?
Cansu Cürgen: Serginin açılışı salgın sebebiyle yaklaşık bir yıl kadar ertelendi. Bu süreçte de tasarım kararlarımızda kaçınılmaz biçimde değişiklikler oldu. Enstitünün tüm kurgusu etkileşime, dokunmaya ve birinci elden deneyimlemeye dayalı iken, koşullar gereği bundan vazgeçmek gerekti. Biz de elektrikli sandıkların içine bir Covid düğmesi koyduk, bir sonraki sergide bu düğmeyi etkinsizleştirip sandıkları yeniden etkileşime açmayı diliyoruz.
Öte yandan, henüz salgın yok iken planladığımız bazı işleyişlerin ve kararların da ne kadar isabetli olduğuna biz de şaşırdık. Bunlardan ilki, serginin henüz konsept aşamalarında düşündüğümüz, enstitünün bir oryantasyonu olarak düşünülebilecek sanal karşılama biriminin salgın koşullarına da son derece uygun bir yerleştirme olarak belirmesiydi.
Bir diğeri ise, serginin tüm öğelerinin dünyanın herhangi bir yerinde, bizim fiziksel müdahalemiz olmadan kurulup kaldırılabilir şekilde tasarlanmasıydı. Nitekim öyle de oldu; planladığımız şekilde serginin kurulumuna ve açılışına gidemedik. Ancak koordinasyon isteyen tüm işler çok kısa bir zaman diliminde ve gerektiğinde, bu sürece yalnız görüntülü telefon konuşmalarıyla müdahil olarak tamamlanabildi. Serginin uzaktan kurulumu için öncesinde yaptığımız çalışmalar da başlı başına bir tasarım süreci olarak düşünülebilir aslında. Enstitüdyenler tarafından, tüm parçaların envanterleri çıkarıldı, tek tek numaralandırıldı, hatta kurulum videoları çekilip paylaşıldı. Tabii biz İstanbul’daki enstitüdyenler için, Şikago’da, dünyanın en iyi müze profesyonellerinden kurulu bir ekiple çalışmak da ayrı bir öğrenme ve imrenme süreci oldu.
Bu galiba Enstitü’nün dördüncü sergisi. Ve bu sefer özgönderimsel yapısı (self referential structure) daha da belirgin, bir nevi propaganda gibi? “An Institute within an Institute” ifadesi de bunu güçlendiriyor, sergilenen çalışmalarda bu öğeyi görüyor muyuz?
Cansu Cürgen: Enstitümüz ilk kapsamlı sergisini 4. İKSV İstanbul Tasarım Bienali’nde, Jan Boelen küratörlüğünde gerçekleştirdi. Ardından bu serginin içinden seçilen bir grup işle birlikte, Okullar Okulu temasıyla önce Fransa, Arles’da Luma Days kapsamında, ardından ise Belçika Genk’te C-Mine kültür kompleksinde sergilendi. Ertesi yaz, bu kez bireysel olarak, yeni bir sandık ile Kudüs Tasarım Haftası’na katıldık. Bu yolculuğun bizi getirdiği son nokta, küratörümüz Zoë Ryan’ın bizi Franke/Herro Design Series’in üçüncü sergisi olarak Art Institute’a davet etmesi oldu. Açıkçası, ilkinde Max Lamb’ın, ikincisinde Christien Meindertsma’nın davet edildiği bu serinin üçüncü sergisini gerçekleştiriyor olmak bizim için epey gurur verici oldu. Sergiye hazırlığımız, Covid uzatmasını da sayarsak, yaklaşık iki yıllık bir zaman dilimine yayılmış oldu. Bu sergi için daha önce paylaştığımız işleri yeniden ele aldık ve geliştirdik, ayrıca yeni sandıklar ve tartışmalar ekledik.
Sorunuzun ikinci kısmına geçecek olursak, tüzel gerçekliği olmayan bir enstitünün, son derece gerçek ve kurumsal bir sanat enstitüsüne yerleştirilmesinin, bir nevi propaganda olduğunu söyleyebiliriz aslında. Ancak içerik de bu fikre gönderme yapıyor elbette. Öncelikle ilk kez her detayını, grafik, video işleri, fotoğraf çekimlerinden kurgulara, sandıklardan altındaki strüktürlerin tamamının üretimine, bir ekip olarak kendi başımıza gerçekleştirdiğimiz bir sergi bu. Dolayısıyla her aşamasında ciddi bir kurumun içine yerleştiğimizin sorumluluğuyla ve elbette misafir olduğumuz ülkenin standartlarını gözeterek çalıştık ve tasarladık.
Serginin kurgusundan biraz bahsedebilirim. Biz içinde bulunduğumuz 283 no’lu galeriyi bir enstitü şubesi olarak kurguladık. Girişte, monolitik bilgi merkezi adını verdiğimiz, içindeki ekranlara arkalı önlü olmak üzere, Avşar ve benim neredeyse gerçek boyutlarımızla yerleştiğimiz bir strüktür bulunuyor. Burada enstitü faaliyetleri ve sergiyi anlatan bir oryantasyon videosu sunuyoruz. Hemen arkasında birbirine hizalanmış üç sıra sandık size dönük olarak yerleştirilmiş bulunuyor. Galeri duvarı boyunca enstitünün propaganda afişleri, hemen girişin yanındaki duvarlarda ise Enstitüsyenlerin fotoğrafları, görevleri ile vizyonumuz ve misyonumuz yer alıyor. Galerinin arka duvarında ise, iki enstitü arasına bir paralel çeken video yerleştirmesi var. Burada yine bir arşiv çalışması söz konusu, ancak bu kez Art Institute of Chicago’nun koleksiyonundan çekip çıkardığımız, tartışma konularımız ve sandıklarla ilişkilenen eserler görüyoruz. Bir anlamda iki arşiv ve iki enstitü iç içe geçiyor.
Sergideki işler 7 Haziran’daki kapanışının ardından, kısmen Art Institute of Chicago’nun eser koleksiyonuna katılacak, böylece enstitümüzün bu enstitü içindeki varlığı kalıcı hale gelecek. Biz de yeni tartışmalar ve nesnelerin peşinde, faaliyetlerimizi sürdürmeye devam edeceğiz.
Başa dönerek söyleşiyi son bir soruyla ve varsa eğer sizin eklemek istediğiniz şeylerle birlikte sonlandırmak istiyorum. İlk soruyu yanıtlarken “enstitüdyenler her ne yapıyor olursa olsun bunu en yüksek ciddiyetle yapar,” dediniz; bunu çalışma alışkanlıklarında olduğu kadar tüm yazılı iletişim süreçlerinde de ayrıca fark ediyoruz. Bu dört başı mamur ciddiyette ince bir mizah var gibi geliyor bana; keza sergide de öyle. Bu konuda yanılıyor muyum? Sergiye bugüne değin ziyaretçilerin verdiği tepkilerle birlikte bunu değerlendirebilir misiniz?
Cansu Cürgen: Bu sorunun içinde de muğlaklıkla gelen bir tekinsizlik var sanırım; gerçekten de ciddiyetimizle mizahî yaklaşımımızın sık sık yer değiştirdiği oluyor. Bahsettiğimiz gibi, banal olana, pratiklere, gündeliğin içine bakmak, sonra da buralardan bir araştırma ve tasarım düşüncesi çıkarabilmek için bu yer değiştirmeler epey işimize yarıyor!
Gelen tepkiler de bunun bir uzantısı oluyor, zaman zaman kurumsal kimliğimizi(?) epey ciddiye alanlar oluyor. Bazen biz de enstitü tarihimizden bahsederken, bunun bir kurmaca olduğunu unutuveriyoruz(!). Kısaca bahsetmem gerekirse, enstitümüz aslında epey köklü bir kurum: 1965 yılında Türk Standartları Enstitüsü’nden (TSE) tam 5 yıl sonra kuruluyor. Grubun çalışmaları Osmanlı padişahı, II. Bayezid tarafından 1502 yılında çıkarılan “Kanunnâme-i İktisâb-ı Bursa” adlı dünyanın ilk Standartlar Kanunu’ndan esinleniyor. Enstitü, mutlak standartların katı tanımlar çerçevesinde belirlene geldiği yıllarda, 1961 anayasasının yarattığı görece liberal ve özgürlükçü ortamdan beslenerek, malzeme ve ürünler ile alakadar usul ve hizmet standartlarının kesinliğinden söz edilemeyeceğini öne sürüyor. 2014 yılında ilk MSE ile aynı idealleri benimseyen ikinci nesil enstitüdyenler olarak biz ortaya çıkıyoruz.