Ömer Uluç’la hemen herkesin, sanatıyla başı çok hoş olmayanların dahi kendine özgü bir tanışma anı vardır. Sanıyorum sevenlerin her biri açısından tek tek bakıldığında da bu özgün bir çalışmadır. Çalışmadır diyorum çünkü Uluç’un resimleri ve buluntu nesnelerle çalışılmış heykelleri hem dönemleri kat eder hem de bir tekillikle iletişim kurma ihtiyacındadır. Böyle bakıldığında eserle karşılaşmanın kendisi de bir tür çalışma, yoğunlaşma anına işaret ediyor. Sanki bir çatı katına kapatılmış, araftaki figürlerin bozbulanık çizileridir tuvaldekiler.
Henüz dile gelmeyen ama dile gelmeye hazır, hazırlanan. Lafı dilinin ucunda, kulak kabartırsak belki bu arkaik sesleri duyabilecek gibiyizdir. Uzak, unutulmuş bir kasabanın grameridir burada söz konusu olan. Uluç’un henüz tanıklığa, görünürün alanında tanımlanmaya direnen, bilindik bir beti söz konusu olduğunda bile direnen, figüral çizileri uzak, bilinmeyen bir kasabanın sakinlerinin bizde uyandırdığı hem aşina hem de tuhaf hissi bırakır, böylece.

Figüral mefhumunu Francis Bacon’ın sanatı bağlamında şöyle tanımlıyor Deleuze:
Bu resimlerin ne temsil edecek bir modeli ne de anlatıcılığına soyunduğu bir öyküsü vardır. Dolayısıyla figüratif olandan kaçmanın iki olası yolu var: salt forma doğru, soyutlamadan geçerek; ya da salt figürale doğru, kesip çıkartma ve yalıtma yoluyla. Eğer ressam Figür’e sadıksa, eğer ressam kadın ya da erkek ikinci yola baş koyarsa, bu “figüral”i figüratifin karşısına koymak içindir. Figürü yalıtmak ilksel ihtiyaç haline gelir. (Duyumsamanın Mantığı, Gilles Deleuze, İngilizceden çeviri: Oğulcan Yiğit Özdemir)
İstanbul Modern’deki kapsamlı retrospektifte genel çerçeveyi kurmak konusunda zayıflıklar olsa da sanatçının resme bakışına dair önemli ipuçlarını, çeşitli koleksiyonlardan eserler vasıtasıyla yeniden birleştirebiliyoruz. Sergide aynı zamanda Uluç ile yapılan bir video röportaj, hemen aynı odada resimlerinin yer aldığı kitap ve dergi kapakları bulunuyor. Sergi düzenlemesinde genel anlamıyla Uluç’un üretken olduğu on yılları kronolojik olarak içerme isteği baskın.
Uluç edebiyatçılar, sanat tarihçilerle de dost biriydi. Ece Ayhan ile yaptığı kayıt altına alınmış sohbetlerden Ümit Burnundan Dolaşarak adlı nehir söyleşi kitabına, sanat tarihine dair özgün yorumu, okuması da sanatına gösterdiği entelektüel ihtimamın bir veçhesi. Bunun bir çıktısı olarak güncel bir problemi, yani modern sanatta figürün geleceği problemini genel anlamıyla sanat tarihine baktığımızda da oldukça özgün bir noktadan yakalıyor.

Bu özgünlüğün önemli bir veçhesi de figürlerin yalnızca “resmetmek” yoluyla görünürün hizmetine verilmek üzere boyanmaması, aynı zamanda kendilerini de görmenin “kısmi” bir faili olarak dünyada bulmalarından ötürü. Öyleyse burada görmeye yeltenen seyirciden başka biri daha vardır, her zaman da olacaktır. Yaşamda olmayan bir şey değildir bu: Görmek de söylem ağlarına takılır, aynı Uluç’un karmakarışık, yer yer halatlardan vücuda gelen figürleri gibi. Beden, bu söylem ağları içerisinde “ne eylerse güzel eyler”. Daha doğrusu güzel, bir anlamıyla çoktan tanımlanmış olandadır. Ancak öyle görünüyor ki, burada mesele güzellikten ziyade, hakikat duyusudur. Seyircinin kendi karşılaşmalarına dair bir hakikatlilik koşulunu ayırt etmek noktasında ayartılmasıdır. Söylemin koşullandırmalarına karşı işleme ihtimali için baştan çıkartılmadır.
Andre Breton’un “göz yaban bir koşuldadır” sözünü anımsayacak olursak, bu vahşi kasabanın sakinleri bize kendi yabanlığımızı hatırlatarak gerisin geri göz gezdiriyorlar. Özne olarak orada ne var, bu “yarı-ışık”ta seçmek pek de mümkün değildir. Ancak bildiğimiz, seyirlik arayan gözler yerine oyulmuş ve geçirgen iki göz kapağı olduğu. Söylemin alanına takılmış, boşluk yerine dilin olduğu bir arka plandan kesilip alınmış bu bakış, bize bizde bakanın kim olduğunu sormak üzere nazar ediyor.


Başka bir modernlik
Sonuçta modernizm, salt forma doğru bir gidişatı da içeriyordur. Hatta Adnan Çoker’in anlayışına paralel bir biçimde sanatın tarihi soyutlamaya doğru bir ilerleme yapısı içerir ifadesinde bulunanlar da çoktur. Tabii sanat bağlamında her coğrafyaya uygulanabilecek bir ilerleme şeması bulmak hem zor hem de olgularla örtüşmüyor. Dolayısıyla sanatın tarihi, aynı uygarlıkların tarihi gibi hem yer yer baştan başlamak zorunda kalır hem de eskileri tekrarlama gayretiyle kendi dönem ve koşullarının inceliklerini yerine göre yeniden keşfeder. Ufak farklar, hatalar yeni kültürlerin doğum anlarını karakterize eder.
Uluç eserlerindeki figürlerin “hareketlenmesini, ayağa kalkmaları ve yürümelerini” istediğini ifade ediyor. Bu anlamıyla çamurdan golemlere can veren büyücülerle 16. yüzyılda Prag’da kayıt altına alınan Yahudi folklorik mitleri akla geliyor. Gerçekten de figüral olana, “kesip alınmış ve yalıtık” figüre yönelmesinde, dilin görece düzenleyici rolünün olmadığı, böylece güç merkezinin dağıldığı anda bedeni neyin bir arada tuttuğunu incelemesinde bir şeyi neyin insan yaptığına dair bir merak söz konusu.

Zaman duyusu bedenleri kat eder ve bedenler tarafından uygulanırken kendisini dil yordamıyla geçmiş ve gelecek olarak da uygular. Dilin düzenleyici işlevi derken kasıt, bir noktada bu. Hâlbuki zaman her zaman şimdinin mevcudiyetinde kat edilir, vücutlar da kendisini her daim bu düzlemde bulur. Dilin içerisindeki düzenleyici ritme bir bakışta meydan okurken, aslında Uluç’un sorgusu bana kalırsa şu: Beden bu işleve mecbur olmadan da kendisini var edebilir pekâlâ. Zaten böyle olmasaydı çocuklar 2 yaşına doğru dile girmeden önce canlılık alametleri sergilemezdi. Ancak erişen bedenler bunu nasıl yapar?
Nietzscheci anlamda kendisini ebedi bir dansın içerisinde mi bulur? Bu dans için kaç kişi gereklidir? Bir diğer soru: Bu ne kadar sürecektir? Güç merkezinin varlığında, dolayısıyla siyasalın sürgit düzleminde günübirlik gerçekliğimizden bahsediyoruzdur. Bu merkezin dağıldığı koşullarda ise gerçekliğin ne kadarının inşa olduğu konusuna geliyoruz, öyle ki bu “başka modernlik” dediğim tutumun Uluç nezdinde paylaşıldığını gösteriyor: Anıtsal tarihle ilgili değil, minör yapıların işleme tarzıyla ilgili önermelerde bulunuyor. Figürün günübirlik işleyişiyle değil, şimdiki zamandaki mevcudiyetiyle, oluş kapasitesiyle ilgileniyor. Öyle ki Uluç’un figürleri, bilinci de kuran bu zamansal yarılmayı akla Katalan-Fransız edebiyatçı Antoni Casas-Ros’u da getiren bir biçimde mesele ediniyor: “Boşluğun merkezinde bir şölen var.” Siyasalın dağıldığı koşullarda bir başka siyasetin imkânı var.
Böylece gerçekçilik adına bir merhale de kat edilmiş, soru başka bir şekle girmiş oluyor: Başka bir gerçekliğin statikleri nelerdir? Kat edilen bu yolun kalıtları İstanbul Modern’de görülebilir.




























