Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

Orada olmayan Şerife ya da “başka”nın icadı

Yalnız olmamak acil bir ihtiyaç bugünlerde, birçok sebepten ve bu yüzden İpek Duben hem nadir rastlanır biri hem de birçoğumuzu seslendiren bir sanatçı kahraman.

İpek Duben, Şerife serisi, 1981, Tuval üzerine yağlıboya, SALT Beyoğlu “Ten, Beden, Ben” sergisi.

Kapısı İstiklal Caddesi’nin hızla akan kalabalığına açılan SALT Beyoğlu’ndaki İpek Duben’in “Ten, Beden, Ben” sergisine, sanatçının 2015’te SALT Galata’da yer alan “Onlar” adlı sergisini düşünmeden girebilmek (görme şansı olup hatırlayanlar için) zannedersem pek mümkün değil. İpek Duben’in “Onlar” sergisinde 24 kişi, her biri bir ekranda, yüzleri görünmeden konuştukları videolarda korkularını, çekincelerini, anılarını, çocukluktan getirdikleri alışkanlıklarını anlatıyorlardı. İpek Duben’in “hiç politik değil çok sosyolojik” dediği bu çalışmadan aklımda kalanlar, sadece Kürtçe bilen annesiyle ziyaret gününde konuşmaya çalışan bir askerin neşeli olmayan askerlik anıları, kocası tarafından tehdit edilen ama polis koruması alamayan bir kadının isyan dolu sesi ya da ‘gavur’ hakaretini işitmekten korktuğu için her hareketine dikkat eden bir azınlık mensubunun cümleleri…[1] Şimdiyse başka cümleler bir öncelik sıralaması olmadan, yeni bir kalabalıkta başka ağızlardan akıyor İstiklal’de. Dalgın dalgın yere bakarak yürüdüğünüzde yüzünü görmediğiniz onca insanın duyamadığınız cümleleri. İstiklal halen bir zamanlar sanat tarihi derslerinde öğütlendiği gibi yukarı bakarak gezilince muhteşem tabii. Ama siz bu muhteşemlikten kalan çarpık, dökülmüş, yer yer kartonpiyere bulanmış yavruağzı güya’lığı görmektense benim gibi yere bakarak yürümeyi tercih edenlerdenseniz yalnız değilsiniz. Yalnız olmamak çok acil bir ihtiyaç bugünlerde, yalnız olmadığımı bana ilk söyleyen işlerden biriydi “Onlar”. Birçok sebepten ve bu yüzden İpek Duben hem çok nadir rastlanır biri hem de birçoğumuzu seslendiren bir sanatçı kahraman. İpek Duben’in üretimi mesafe almanın, toplum içine karışmış olduğumuzu duymanın, dört kulak dışarıya açılmışken kendi sesini ortaya çıkarabilmenin sanatı. “Ten, Beden, Ben” sergisi işte bu yüzden aslında amaçlamadığı bir yerden, sokaktan başlıyor benim için.

Bu buğulu hallerle, kulaklarda asılı cümlelerle girdiğiniz “Ten, Beden, Ben” sanatçının 40 yılı aşkın üretimini sanki hayali bir alemin haritasını çıkarır gibi ya da karakter analizi iyi yapılmış film setine yerleşmiş iyi bir senaryo gibi kurguluyor aklımda. Bu kurgunun selamı girişte izleyiciye süsleme-bezemelerle dolu bir kapıyla sunuluyor. Bu kocaman kapı izleyiciyi bahsettiğim kalabalıktan içeri davet ediyor. Hemen sonrasında ise sergide işlenen pek çok temaya işaret edebilecek temel meseleler üzerinden düşünebileceğimiz, sanatçının 1980-1981 yılları arasında ürettiği Şerife serisi yer alıyor. Çok istersiniz ya bazen birinin tam sizin hayalinizdeki gibi olmasını ama bu mümkün olmaz, olmayacaktır da. Bir hayal kırıklığı, aşina olunan bir hüsrana dönüşür diyelim ya da. İpek Duben’in bu resimdeki çıkış noktası tam böyle değil elbette, ama bir biçimiyle, olmasa da çok istemek birinin orada olmasını… Birini resmetmeyi çok istemek ama o poz vermeyince bu kez onu temsil eden yapıları tuvalin imkânlarıyla açmak. Böylece o kişinin ya da istenen, aracılık eden kimliklerin uçuculuğuna da vurgu yapma imkânı bulmak.

İpek Duben, Şerife serisi, 1981, Tuval üzerine yağlıboya, sergi yerleştirme görüntüsü, SALT Beyoğlu “Ten, Beden, Ben” sergisi.

Serinin hikâyesini bir kez daha analım: Henüz Amerika’daki sanat eğitiminden yeni döndüğünde ablasının evindeki temizlik işçisi Şerife’nin resmini yapmak ister İpek Duben, fakat Şerife buna ikna olmaz. O da pazardan aldığı elbiselerin içini gazete kâğıtlarıyla doldurarak resmeder Şerife’yi. Orada olmayan ama daha çok orada olan birine dönüşür bu nesnelere can veren Şerife. Küçük ama kuvvetli bir izleyici kitlesi olan güncel sanat çevremizde ikonik demek yerindeyse evet ikonik diyebileceğimiz bir eser ortaya çıkar böylece. O zamanlar hakkında çıkan olumsuz eleştiriler ve bir eserin anlaşılma-anlaşılmama ekseninde tartışıldığı yapılardan çok şükür uzaktayız, yeni tartışmaların olduğu heyecan verici yıllardayız şimdi. Bu yüzden bana pembenin doğadaki azlığından başlayıp başka bir hikâye anlatıyor Şerife. Beden yaralandıkça çoğalan pembe-mor rengi, ev içi emeğin görünmezliğini, o görünmezliği dolduran gazete kâğıtlarının bugün olsa (bir zamanlar da olduğu gibi) kadınların öldürülüşüyle ilgili içimizi yakan haberlerin dolduracağını söylüyor. İpek Duben’in bakma-görme-gösterme izleği ilerledikçe derine doğru katmanları böyle açılıyor ya da bende. Hiç orada olmayan ama hep orada olan birini buluyoruz böylece. Şerife’nin resmini yaptırmamasının kısıtlaması ya da koyduğu bu engel, sanatçıyı bir yaratıcılığa götürüyor bir şekilde. Hiç orada olmayan ve hep orada olan bir sanatçı temsili, sanatçı sesi bu aynı zamanda. Coen’lerin harika filmini hatırladığım için ve dönemde sanatçı İpek Duben’e getirilen eleştirilerin yersizliğine işaret etmek için diyorum, Orada Olmayan Şerife diye…

İpek Duben, Adale Adam (1988), SALT Beyoğlu “Ten, Beden, Ben” sergisi.

Küratör ekibinin kesişimselliğe göz kırpan bir tavırla Şerife’yi 1988 tarihli Adale Adam’la buluşturması da boşa değil. Başka başka gündemlerde var olmuş bir sanat eserinin, sanatçının bizi davet ettiği yorumdan çıkmadan, bugün bir okumasını yapmamıza imkân sağlıyor bu tavır. Arzu ve beden üzerindeki tahakkümlerin her iki cinsiyet ya da naikili cinsiyetler üzerindeki gücü ve yarattığı yanılsamaları bu iki başsız figür üzerinden düşünmek mümkün. Otoritenin poz vermesini kısmen engellediği ama resmini yapmayı imkânsız kılamadığı bir kadın bedeni Şerife, otoriteye göre, otoritenin tarifine göre poz vermiş bir erkek bedeni Adale Adam’la bir hemşeri bir akran gibi art arda okunuyor. Adale Adam’ın önünden geçince hızla Gülşen’in Be Adam şarkısını hatırlıyorum, “İçine ata ata ne hale düştün, tuta tuta çatlayacaksın be adam” gerçekten… O sıkılık, o sıkma, sıkıştırma, o tutma hali tüm ikili cinsiyet sistemini çatlatmaz da ne yapar? Çözülmesine vesile olur belki, bilemiyorum.

İpek Duben, LoveBook [Aşk Kitabı], 1998-2000, 55 çelik plaka üzerine manuel fotoğraf baskı, sergi yerleştirme görüntüsü, SALT Beyoğlu “Ten, Beden, Ben” sergisi

Başka bir anlamda çatlamanın, bozulmanın, patlamanın tam orta yeri işte İpek Duben’in 1998-2000 yılları arasında yaptığı LoveBook (Aşk Kitabı) ve 1998-2001 yılları arasında yaptığı LoveGame (Aşk Oyunu) eserlerine çıkıyor. Duben’in Türkiye ve ABD’de basında çıkan, aşk cinayeti başlıklarıyla hafifletilen cinayet haberlerini derlediği ve günümüzde patriyarkanın siyaseten hâkim görüşlerce desteklenmesinin de etkisiyle korkunç boyutlara varan kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti kayda alan LoveBook (Aşk Kitabı) ayrı bir odada sergileniyor. Böylece odaya girdiğinizde gazete haberlerini kayda alan bir kitabın içinde yürüyorsunuz. Terk edilmiş bir kumarhaneye benzeyen LoveGame (Aşk Oyunu) ise onun hemen dışında aşk adı verilen ama aşka hiç benzemeyen hislerin meşrulaştırılmasını, aşk adı altında tahakkümle inşa edilenlerin yarattığı bir evreni sunuyor. (Cinayete kurban gidenlerin ve katillerin vesikalık fotoğraflarının rulet oyununda karşı karşıya getirilmesinden daha Funny Games bir şey gördüm mü bilemiyorum ancak böyle bir karanlıkla izleyiciyi yüzleştirme yönteminin akılda kalmaması imkânsız.)

İçinden geçtiğimiz, serginin hazırlandığı ve izleyiciye açık olduğu 2021-2022 yılları Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıktığı yıllar. Kadın ve LGBTİ+ hareketi birçok sebepten ama özellikle bu yüzden çok elzem çünkü hepimizi koruyacak yasalar yok ediliyor. Bu yüzden de serginin küratörleri Zeren Göktan’ın Anıt Sayaç projesini İpek Duben’in LoveBook (Aşk Kitabı) ve LoveGame (Aşk Oyunu) eserlerine eşlik ettirmişler. 2013’ten bu yana süregiden Anıt Sayaç[2],  2008 yılından bu yana Türkiye’de işlenen kadın cinayetlerinin kaydını tutuyor. Göktan bu projeyle ilgili olarak “Kendi yasımızla yüzleşmek adına böyle bir anıt tasarlamaya karar verdim. Baktığınızda her kadının ismi tek tek tuğla örüyor, aslında bu sizin de karşılaştığınız bir duvar, duvarla karşılaştığınızda yasınızla da yüzleşmiş oluyorsunuz”[3] diyor. Çoğalma, çoklaşma art arda gelme Anıt Sayaç’la bir yüzleşme, bir başka anlamda güçlenme de demek, tüm kadınlar ya da kadın atananlar için.

İpek Duben, Love Game, 1998, Sergi yerleştirme görüntüsü, SALT Beyoğlu “Ten, Beden, Ben” sergisi.

Bu paylaşma, çoklaştırma aslında İpek Duben’in Artemis yorumunda da karşımıza çıkıyor. Otoportrelerinden yola çıkarak yaptığı Efesli Artemis, tarihle güncel kadın hareketinin buluştuğu bir bütün.[4] Bu otoportrenin ilk gösteriminde Efes’te Artemis strüktürüne asılı afişin arkasında da 90 tane kadının el yazısı anonim biçimde yer alıyor ve Artemis için yazılmış bir şiir de bulunuyor. SALT sergisinde ise otoportre gösteriliyor.

İpek Duben, Artemis 1, 1995/2021, Kumaş üzerine baskı, Sergi yerleştirme görüntüsü, SALT Beyoğlu “Ten, Beden, Ben” sergisi

 Serginin basın toplantısında küratörlerden Amira Akbıyıkoğlu hazırlık yaparken elbette İpek Duben’in sanat yazılarına[5] dönüp baktığından bahsetmişti. O yazılara dönüp dönüp göz atmamak mümkün değil, ben de sergiden sonra yeniden açıp okuma ihtiyacı duydum. Osman Hamdi Bey’den Utku Varlık’a çok sayıda sanatçının dönemin perspektifinden ele alınışını ama aynı zamanda İpek Duben’in kendine has gözünden anlatılışını bulabiliyorsunuz. Bu kadar güçlü bir sanat pratiği olan ve üretimine devam eden kaç sanatçının yaklaşık 50 yıl öncesinden itibaren yazdığı sanat eleştirilerine ulaşabiliyoruz ki?

Bu yazılarda İpek Duben’in izlerini ama aynı zamanda dönüşümünü okuyoruz. Şöyle diyor birinde[6] “Sanatın kendini üretebilir duruma gelmesi, bir boşluk içinde, her şeyden soyutlanarak düşünülemez. Sanat, toplum yapısı içinde kültür sistemini oluşturan tüm diğer olguların etkileşim zinciri içinde ortaya çıkar. Sanatın kendini üretmesi, düşünce akımlarından, inanç ve sembol sistemlerinden, bilgi kuramlarından, tarihsel süreçten ayrı tutulamaz.” Şimdi belki değişmiştir bu fikri ama uzun yıllar sanatında böyle toplumcu sosyolojik bir bakışın hâkim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tüm deneme yanılma içtenliğiyle, coşkusu ve cesaretiyle “sosyoloji sanatla nasıl buluşabilir?” sorusunun yüksek sesle sorulduğunu duyabileceğimiz bir sanat bütünü bu. 1980’lerin sonunda Victoria&Albert Müzesi’ne gidip minyatür koleksiyonuyla karşılaştığında tam da bu düşüncelerle kendi geldiği yerle bir ilişki kurmaya çalışıyor. Ya da bugün yaptığı göçe ve gidip gitmemeye bakan eserlerinde halen böyle bir yerden hareket ediyor bir anlamda. Eleştiri ve yazılarında uzunca açıkladığı Devrimci Sanat ve John Berger’in bakışı, referans verdiği Linda Nochlin’in yazıları düşünce dünyasını şekillendirenler arasında. Böylece öteki’yi, bir başka’yı, bir başka varoluşu her daim düşünen ve bunun üzerinden giden bir sanatı görebiliyoruz. Başka’yı icat edenlere inat, kendi başka’sını yeniden yeniden anlamları tersyüz ederek, anlamların yokluğuna işaret ederek, kimliğin imkânsızlığına parmak basarak tanımlıyor. Biliyoruz ki Şerife poz vermemesinden ibaret değil, Adale Adam’sa verdiği pozdan ibaret değil, başka başka insanlardı onlar, sonsuzluklarının içinde yeniden yeniden bulunacak tekrar tanımlanacak ve az sonra değişeceklerdi. Bir daha asla aynı olmayacak anlar bütünüydü tüm kimlikler. Hemen uçuveren tüm cinsiyetler, hemen uçuveren tüm kimlikler gibi kimlik inşasının imkânsızlığını söylüyorlardı bize orada olmayanlar.


[1] Milliyet Gazetesi, “‘Ötekiler’ Konuşuyor” başlıklı haber, Fisun Yalçınkaya 29 Nisan 2015

[2] Dijital bir anıt niteliğinde olan internet projesi, basında çıkan haberleri kaynak alarak her gün güncelleniyor; ziyaretçileri kadınların hikâyelerine yönlendiriyor. Türkiy’de erkek şiddeti yüzünden hayatını kaybeden kadınların birer istatistik olarak kalmasını reddederek adlarının ve öykülerinin yaşatılmasına olanak sağlayan Anıt Sayaç’ta, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun desteğiyle düzenli olarak çapraz veri sağlaması yapılıyor.

[3] “Yakından Bakınca | Zeren Göktan ‘Anıt Sayaç’ işini anlatıyor” videosu Salt Online YouTube kanalı. Yayın tarihi: 15 Mart 2022

[4] Not etmekte yarar var, bahsedilen Yunan tanrıçası Artemis değil, Efesli Artemis ve Yunan temsilinin aksine bereket ve doğurganlık temsili olarak düşünmek gerek.

[5]İpek Duben Yazı ve Söyleşileri: 1978-2010” SALT Araştırma’da e-yayın olarak erişime açık.

[6]  “İpek Duben Yazı ve Söyleşileri” içinde, Sanat Çevresi, Ocak 1983, sayı 51, 35-36.

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.

Söyleşi

Dirimart Pera’daki “Öfke” sergisi vesilesiyle Shirin Neshat’la son dönem çalışmalarını, Türkiye’deki ve İran’daki kadın hakları mücadelelerini konuştuk.