Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasıyla başlayan eylemler halen sürüyor. Sekizinci Boğaziçi LGBTİ+ Onur Haftası kapsamında BÜFOK (Fotoğçılık Kulübü) Ateş Alpar’ın onur haftası temalı fotoğraflarıyla Üstün Ergüder meydanında bir sergi hazırladı, hafta boyunca film gösterimleri, konuşmalar ve atölyeler gerçekleştirildi. Ateş Alpar’ın fotoğraflarından oluşan sergisi ise kampüsteki sansür ve yasaklar engeline takıldı. Kulüpler Arası Kurul’dan onay alınmasına rağmen Bulu’nun yardımcısı Fazıl Önder Sönmez’in kararıyla engellenen sergide yer alacak fotoğrafları Boğaziçililer Onu Yürüyüşü’nde ellerinde taşıyarak fotoğrafları görünür kıldılar.
Direnişe yönelik saldırılardan biri de eylemler kapsamında hazırlanan sergide yer alan işlerden birinde Kabe ve gökkuşağı görsellerinin birlikte kullanılmasıydı. Abdullah Ezik, ifade özgürlüğü perspektifinden bu konudaki tartışmaları Argonotlar’a derlemişti.
Direniş kapsamında gündeme gelen tartışmalardan biri de Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümü mezunu sanatçı Halil Doğramacı’nın eserlerinden birinin vandalize edilmesiydi. Uzun yıllardır eserlerini kampüs içinde sergileyen Doğramacı bu durum karşısında alternatif bir direniş yöntemi geliştirerek eserini açık artırmaya çıkarmış ve parasını direnişin parçası olan kişilere ve kurumlara aktaracağını açıklamıştı.
Eseri iki genç koleksiyoner, Baha Aydın ve Ali Özbatur koleksiyonlarına aldı ve eserin ücreti de kadın dayanışmasına ve beden uyum operasyonu geçirecek bir trans kadına çoktan iletildi. Doğramacı, Aydın ve Özbatur’la Boğaziçi direnişini, açık artırma sürecini, aktivizm ve sanat ilişkisini konuştuk. Zoom üzerinden gerçekleştirdiğimiz söyleşimizi devran döndüğünde eserin Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde yeniden sergilenmesi dileğiyle bitirdik.
Ozan Ünlükoç: Öncelikle seni tanıyalım Halil. Sanat alanında çok az kişi seni tanıyor. Şu ana kadar ne gibi çalışmalar yapmıştın? Boğaziçi Üniversitesi’yle bağın nedir?
Halil Doğramacı: Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji bölümünde okudum. Üniversite yıllarım boyunca bir öğrenci topluluğu olan Güzel Sanatlar Kulübü’nde çalıştım ve yönetim kurulunda yer aldım. Güzel Sanatlar Kulübü’nün çok güzel bir atölyesi vardır, ben de orada aktif çalışan 10-15 kişiden biriydim. Atölyede resim ve heykel gibi birçok alanda üretim yapıyorduk.
Bir süre sonra atölyeye sığmamaya başladık, yaptığımız çalışmaları bir şekilde insanlara ulaştırmak istedik ve sergiler düzenledik. Ama özellikle okul içindeki sergilere kimse gelmiyordu. Bir süre sonra işlerimi gerilla bir şekilde sergilemeyi düşündüm. Öncelikle üniversite kampüsünün bazı yerlerine heykeller ve resimler bırakmaya başladım. İlk yerleştirdiklerim daha küçük boyuttaydı. Ardından daha büyük çalışmalarımı çerçeveyle birlikte asmaya başladım. Hatta iki tane 3,5 metrelik ağaçtan heykel yerleştirdik.
Bazı insanlar toplatılma ve eserlere düşmanlık olayını yeni rektörle bağdaştırıyor. Her ne kadar yeni rektör döneminde daha ileri gidildiyse de önceki yönetim de bundan çok farklı yaklaşmıyordu.
Kültigin Kağan Akbulut: Daha ayrıntılı anlatır mısın? Bir önceki yönetimle ilişkiniz nasıldı?
Halil Doğramacı: Eski yönetimle nazik bir iletişimimiz vardı. Bir yere yerleştirdiğim eser uygun görülmediği zaman önce çağırıyorlardı ve uygun olmadığını belirtip kaldırmamı istiyorlardı. Biz de eserlerin kaldırılmaması için izin veya dilekçe ne gerekiyorsa yapmaya hazırdık. Ama çok saçma sebeplerle dilekçelerimizi reddediyorlardı. Örneğin, erkek yurdunda yeri gayet uygun olan, kimsenin alanını işgal etmeyen, kolektif akışı bozmayan bir yere büyük bir heykel yerleştirmek istedik. Reddetme sebeplerinden biri herkesin eseri estetik bulmayacağıydı. Hemen yönetime gidip bana herkesin estetik bulduğu bir tane şey söylerlerse bu kararı kabul edeceğimi söyledim. Sizin de bildiğiniz gibi estetik karışık bir kavram. Bu şekilde asgari bir nezaket çerçevesinde sürekli bu sorunları yaşıyorduk. Ama tabii yeni rektörle beraber tepkiler çok sertleşti ve artık savaş, çatışma halini aldı.
O.Ü.: Peki, şu ana kadar kaç tane eser koymuştun kampüsün içine hatırlıyor musun?
H.D.: Şu an saymaya kalksam yedi tane kesin var. Bir zamanlar tuvaletlere heykel yerleştiriyordum veya resim yapıyordum, oradaki temizlik görevlilerine silmemeleri için rica etmeye başlamıştım. Silmeleri gerektiği zaman yurt müdürüyle konuşmam için bana haber veriyorlardı. Bir süre sonra çerçeve ve heykeller asmaya başlayınca heykeller çalınmaya başlandı. Küçük eserler koyduğum zaman sorun oluyordu. O yüzden bir yere bir eser koyacağım zaman kaynaklamam gerekiyordu. Başlangıçta 7-8 tane eser vardı fakat şu an onlardan sadece bir tanesi duruyor.
K.K.A.: Hangisi duruyor?
H.D.: Sosyoloji fakültesinin önünde ahşap bir heykel var. O eserin hâlâ orada duruyor oluşu, benim fakültemin önünde olmasından ve sosyoloji bölümünün hocalarının beni tanımalarından kaynaklanıyor. Sık sık sorun yaşadıklarını biliyorum. Sıkıntı yaratmasının en büyük sebebi de Afrin harekatı dönemine denk gelmesiydi. Okulda konuyla ilgili eylemler vardı. Heykeli o dönemde yerletirmiştim. Aslında konuya bir atıf yoktu ama heykel olaylarla ilişkilendirildiği için çok tepki toplamıştı. O zaman heykelin kaldırılmasına hocalar izin vermemişti. Hâlâ kaldırılmadı.
K.K.A.: Peki, öğrencilerin tepkisi nasıldı genel olarak?
H.D.: Çok iyiydi, bence insanlar eğleniyordu. İlk önce benim sosyal medya hesaplarımda görüyorlardı, çünkü ilk orada paylaşıyordum. Bence bu çok önemli. Çünkü beni takip eden mezunlar da var ve üniversite kampüsünü tanıyorlar. Ayrıca kampüs, Hisarüstü ahalisinin gittiği, esnafının uğradığı bir yer. Kısacası geçiş yolu diyebiliriz. Bu sebeple kamusal bir alan, halka açık bir yer. Benim yaptığım şey buranın bir kamusal alan olmasıyla ilgiliydi.
Okul ne zaman hareket alsa “paydaşlar” diye bir şeyden bahsediliyor. Paydaş kelimesinin kullanılmasının sebebi “burada hepimiz hak sahibiyiz” demek aslında. Ama bunu siz bir fiili aktiviteye dönüştürdüğünüz zaman suç oluyor. Ben eğer buranın bir paydaşıysam ve burası kamusal alan ise, benim burada diğer paydaşların hakkını gasp etmeden değişiklik yapma hakkım var diye düşünüyordum. O değişikliği yaparken işin estetik yapısından daha çok otoriteye meydan okuduğumu veya onu dansa davet ettiğimi düşünüyordum. Ben kafamda bu şekilde kodluyordum. İnsanlar da bunu seviyordu bence. Ben yapıyordum, insanlar da silinmeden önce fotoğraf çektirip bir yerlerde paylaşalım düşüncesiyle hareket ediyorlardı. Tabii siliniyordu ama o işin de doğası buydu.
O.Ü.: O zaman Baha ve Ali’ye sorayım. Siz daha önce Halil’in işlerini biliyor muydunuz?
Baha Aydın: Boğaziçi eylemlerinden önce Halil’in ismini heykellerinden duymuştum. Hatta biz Halil’in atölyesine işi almaya gittiğimizde eski mesajlara bakınca fark ettik ki komik, uzak, soğuk, sizli dil kullandığımız mesajlarımız varmış. Şöyle ki İstanbul’da ve Türkiye’de sanatçı çevresi bir paradoks içinde bence. Hem çok geniş hem de çok küçük bir dünya. O yüzden bir yandan bütün sanatçılara hakim olmaya ve hepsini duymaya gayret göstermeniz gerekiyor, bir yandan da başka insanların paylaşımları ve işleri o diyaloğun içinde bulundukça kulağınıza çalınıyor. Halil’in işlerini de az çok öyle biliyordum. Hatta almayı düşündüğüm heykelleri de vardı listemde fakat başka bir alıcıya çoktan satılmıştı ve denk gelememiştik o dönemde. Ama resim işlerinden ve resim işlerinin kampüste olduğundan haberdar değildim. O yıllarda üniversite dolayısıyla yurt dışında olduğum için İstanbul’a hakim değildim. İnsan uzak kaldığı zaman gündemi ve sanatsal çalışmaları sonradan öğrenmesi için ancak bu tarz toplumsal olayların büyümesi veya “olay” olmasıyla sanırım mümkün oluyor.
K.K.A.: Sen o zaman Halil’le sosyal medyadan tanıştın ve bu satışını da sosyal medyadan mı gördün?
B.A.: Evet, bizim de ilk günlerinden itibaren Boğaziçi’ndeki toplumsal olaylardan haberdar olmamızı sağlayan iletişim ağlarındayız. Örneğin benim lisemin mezunlar derneği bilgi paylaşımında bulunarak bu süreçle ilgili belli açıklamaları takip etmemizi sağladı. Öğrencilerinin ve mezunlarının ses çıkarma isteklerine cevap vermiş oldu. Bu sayede olayların ne olduğunu ve her gün neyin yaşandığını takip ederek kendi kişisel gündemime almıştım. Zaten konuşacağımız sansür denemesini de Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde olan ve yeni yönetimin yaptığı şeyleri raporlayan sosyal medya hesapları sayesinde fark etmiş oldum.
K.K.A.: Ali, sen takip ediyor muydun Halil’in çalışmalarını. Sen nasıl haberdar oldun?
Ali Özbatur: Ben bilmeden takip ediyordum aslında Halil’i. Şu an Halil’in arkasında olan ve benim gulyabaniye benzettiğim bir heykeli var. Onu tesadüfen bambaşka bir iş için gördüm, Halil’in olduğunu bilmiyordum. Daha sonrasında Boğaziçi eylemlerinin büyümesi, resimle ilgili tartışmalar ve olayların sosyal medyada duyulmasıyla fark ettim. En sonunda Baha’yla olan iletişimim sırasında iyice kafamda oturmuş oldu.
O.Ü.: Boğaziçi eylemleriyle bir bağın var mıydı?
A.Ö.: Direkt bağım yok sadece fikri olarak bağım vardı. Ben İtalyan Lisesi mezunuyum. Çok bilinmez ama İtalyan Lisesi biz okurken özel bir şirkete veya kuruma satılmaya çalışılmıştı. Biz de o dönemde protesto etmiştik. O zamanki mevzu şimdiye kıyasla daha basitti. O dönemki tartışma, sermayeyle alakalı bir mevzuyken bugüne geldiğimizde durum daha politik bir tarafa evrildi. İkisi de benzer bir bağımsızlık ve özgürlük tartışması aslında. Bu açıdan Boğaziçi olaylarını takip etmeme ön ayak oldu diyebilirim lisede yaşadıklarım. Süreç içinde bir kere Boğaziçi’ne gittim ama vücut olarak orada Alp, Ali ya da başka biri olması ciddi bir etki yaratamıyor. Ama Halil’in yaptığı işten sonra böyle bir işin parçası olabilirmişim gibi hissetim. Bu süreçte çok enteresan bir sabah oldu, Halil’in açık artırmasını gördüm, sonra Baha’yla üzerine konuştuk. Ardından, o gece bir anda Baha aradı ve böyle bir şeye girip giremeyeceğimizi sordu. Ben de gayet güzel olacağını söyledim ve olaylar böyle ilerledi benim için.
K.K.A.: Sizin açık artırmaya girme kararınızı da konuşacağız. Ama önce Halil’le başlayalım. Sen eseri satışa çıkarma ve satıştan gelen parayı bağışlama kararını nasıl aldın anlatabilir misin?
H.D.: Resim, bizim kulübün önünde asılıydı. Kulüp içerisinde hâlâ iletişimde olduğum insanlar var. Resmin üstü boyandı diye mesaj attılar. Üzüldüm tabii ama benim göze almadığım bir durum değil bu. Daha önceden de birçok resmimin üstü boyandı. Ama bu sefer arkasındaki boyanın daha sonradan merdivenlerdeki boyayla aynı olduğunu gördüm. Bunun bir kişinin tahribinden ziyade sistematik bir şey olduğunu, bir nevi sansür ve müdahale olduğunu düşündüm. Çünkü bir sürü kişisel zarar verilen işim oldu. Nasıl olsa resim, nasıl olsa heykel diyordum ve kafama takmıyordum. Yeniden yapıyordum ya da yerine başka bir şey koyuyordum ama bu olayın farklı bir yanı vardı. Daha sonradan da bu kadar önemsemedim. Bir iki saat içerisinde Twitter’den ve Instagram’dan “erkeklik organı görüyoruz”, “kadınlık organı görüyoruz” , “sapıklık, meme var”, “bunları ne yapacaktık ki, iyi ki sansürlemişler, açık kalan yerlerini örtmüşler, iyi olmuş” şeklinde çok fazla nefret söylemi içeren yorum gelmeye başladı. Hatta ben araba kullanırken bir tane arkadaşım okuyordu, gülüyorduk beraber. Penisi nereden gördü bu insanlar ben bile görmemiştim diye düşündüm.
Bir süre sonra olay büyüdü ve politik bir hamle yapmak gerekiyordu bence. Çünkü yenilgiyi kabul etmek pek mantıklı bir şey değil, şu aşamada özellikle. Çalışmam boyandı ve sökmek zorunda kaldık ama “çok ayıp etmişler” şeklinde yakınmak aksiyon almak gibi gelmemişti. Daha sonra atölyeme gelince okuldaki arkadaşlarım bunun olay yarattığını ve yakında çalışmayı yok edebileceklerini söyleyerek beni uyardılar. Çünkü birkaç tane gazete bu olayı haber yapmış. Bu durum çok rastlanan bir şey, Türkiye’de bir şey olay olunca onu bir şekilde yok ediyorlar. O gece resmin yok olacağını düşününce resmi almaya okula gittik ama okulun etrafı polislere çevriliydi ve giriş izni yoktu. Bir şekilde okula girebildik, resmimin olduğu yere gittik ve taşımaya başladık. Dikkatli bakınca çok acele bir operasyon düzenlendiğini fark ettim çünkü sadece çerçevesi boyanmıştı ama resmin kendisinde çok küçük değişiklikler yapılmıştı. Resmi söktükten sonra bunun bir yerlere varması gerektiğini düşündüm, çünkü resmi alıp başka bir yere asmak, politik bir hamle yapmaktan ziyade “aynen buradayız devam ediyoruz” mesajını vermekten fazlası olmayacaktı. Bunu yapan zihniyetin asıl kapatmaya ve örtmeye çalıştığı şey insanların kendileri, yönelimleri, düşünceleri ve hissiyatları. Çünkü resim beş senedir aynı yerde duruyordu ve resmin çıplaklığından rahatsız olan kimse olmamıştı. Beni bu eseri satıp parasını bağışlama fikrine iten en büyük olay, gökkuşağı renklerinde olan merdivenin üstünün kapatıldığı boyayla aynı boyanın kullanılmış olması ve büyük ihtimalle aynı kişinin bunu yapmış olmasıydı. Oturup iyice düşündüğüm zaman bunun bir kurum veya devlet organı olduğunu anladım ve buna karşı bir cevap olarak neler yapabileceğimi düşündüm. Resmin hiçbir şey olmamış gibi tekrar asılması bir şey ifade etmeyecekti. Fakat buradan gelecek olan gelir en azından bu tarz fikirlere veya benim gibi hisseden, benim gibi düşünen insanlara harcanırsa güzel bir cevap olur diye düşündüm. Bir açık artırma başlattım fakat ilk zamanlarda nereye varacağı ve ne kadar büyüyüp büyüyemeyeceği hakkında çok emin olamadım. Ama hiçbir şey olmamış olsaydı da mesela satılmasaydı da çok farklı bir deneyim olacaktı benim için. En azından böyle bir şey deneyeyim diyerek başladım ve benim beklentilerime göre çok iyi sonuçlandı.
O.Ü.: Satış kararını alınca tepkiler geldi mi? Olumlu ya da olumsuz ne tepkiler geldi?
H.D.: Olumsuz tepki çok gelmedi ama birçok insan şikayetçi olmak ve dava açmak yerine niye böyle satış kararı aldığıma anlam veremedi. Benimse şikayetçi olmaya, dava açmaya olan güvenim sıfırdı. Çünkü resmi karalayacak cesarette olan insanın okulun güvenliği ve okulun kurumsal yapısıyla beraber hareket ettiğini düşündüm. Gerilla olarak asılmış bir eserin peşinden koşmak hem zaman kaybettirecekti hem de legal olarak mantıklı bir hareket değildi.
Bir diğer konu ise bağışlamak kelimesini sevmeyişim, çünkü parayı aktaracağım yönün yanlışlığından dem vuran yorumları çokça gördüm. Özellikle “what about” mantalitesi, “peki ya şunlar ne olacak”, “peki onlar ne olacak”, “Sen sokakta da fakir görünce para veriyor musun” veya birisi teklif yazınca altına “bu verdiğiniz parayla şu kadar insan doyardı” gibi yorumlar aldım. Bir süre sonra komik geldi ve gülmeye başladım. Bunlar dışında çok fazla olumsuz bir yorum gelmedi. Olumlu yorumlar geldi ve şunu fark ettim ki bir yerden sonra sosyal medyada üç kişi paylaşıyor, sonra beş kişi paylaşıyor, ardından on kişi paylaşınca birden yüz kişiye fırlıyor, çünkü toplumsal hareketin büyük bir etkisi var. Belki paylaşım sayısı on kişi yerine dokuz kişide kalsaydı insanların gözünde çok önemli bir hareketmiş gibi gözükmeyecekti, ama bir noktayı aştıktan sonra çok popüler olmaya başladı. Herkes olumlu karşılamaya başladı. Kısacası hareketin kitlelere yayılması birkaç saat içerisinde ivme kazanmasıyla ilgiliydi. Gelen olumlu yorumların o şekilde çoğaldığını fark ettim. Her ne kadar olumsuz yorumlar gelmiş de olsa kayda değer eleştiriler değildi.
K.K.A.: Halil, sen Instagram’da paylaştıktan sonra ben de Twitter’da paylaşmıştım ve 24 saat içerisinde yaklaşık 300 Retweet gelmişti. Benim de gördüğüm kadarıyla genelde olumlu yorumlardı. Peki, Baha ve Ali, siz satın alma kararını nasıl aldınız? Bir de ikiniz birlikte mi almış oldunuz?
B.A.: Evet, Ali’yle ortak olarak almak istedik. Tablo alma konsepti manevi olarak güzel bir şey ama genel olarak tabloların bir kişiye ait olması kavramının çok gerekli olduğunu düşünmüyorum. Ali’yle biz uzun zamandır tanışıyoruz ve kendisi bu tarz bir durum olduğunda haberdar edebileceğim, beraber böyle bir şeye girişebilmek konusunda güven ilişkisi kurabileceğim insanlardan biri. Eseri maddi açıdan ortak olarak aldık. İşin alınma sürecine şöyle değineyim. Zaten takip ediyorduk rektörün atanma sürecini, Ocak ayının sonunda da benzer şekilde bir sanat eseri üzerinden toplumsal bir infial yaratılmıştı. Üniversite içinde açılan bir sergideki işte yer alan Kabe görseli ve gökkuşağı bayrağı üzerinden nefret söylemi yaratıldı, öğrencilere polis şiddeti uygulandı ve bazılarına soruşturma açıldı.
Bu durumdan sonra Halil’in bahsettiği “şunlar varken buna niye yardım etmedin” şeklindeki sitemler yersiz kalıyor. Dünyayı bu şekilde görmemek gerek, çünkü herkesin ilgili duyduğu ve aynı zamanda var olduğu alanlarda aktivizm yapması, fark yaratmaya çalışması doğru bir şey. Bugün burada bunun olması, yarın başka şeylere de sıçraması anlamına geliyor. Hepimiz bütün adaletsizliklere karşıyız fakat demek ki ben bir özne olarak sanatta yapılan sansüre daha çok tepki verebilmişim ve bu olay sayesinde harekete geçmiş, motive olmuş ve adım atma ihtiyacı hissetmişim. Belki başka aktivistler köylerine yapılan santrallere karşı harekete geçiriyordur. Ben şu anda İstanbul’dayım ve geçen sene Kazdağları’na gitmedim fakat bu durum orayı umursamadığım anlamına gelmiyor. Sonuç olarak insanların farklı karar alma, motivasyon dengeleri var. Bizim açımızdan bu olay ateşleyici oldu diyebilirim. O dönemde Halil’i tanımıyordum ve eserle özel bir bağım yoktu ama eserin sansürden sonra kurtarılması çok sevindiriciydi. Bu haberi almak bile olumlu haber hanesine yazılan bir durumdu benim için. Haberi okumak ve bu paranın kaynak olarak aktarılacağı fikri beni çok mutlu etmişti. Bunun gerçekten cevap niteliğinde olması kafama çok yatmıştı. Takipteydim o sebeple. Açık artırmanın biteceği son güne gelindiğinde de Halil’e peylerin ne durumda olduğunu sordum, açık artırmanın Ali ile ulaşabileceğimiz bir yerde olduğunu gördüğümde de bu konuyu umursayan insanlar olarak bir anlamda eseri almamızın zorunlu olduğunu düşünerek açık artırmaya girdik.
O.Ü.: Tabii, işin böyle bir açık artırmaya çıkması ve ücretinin bağışlanması işi başka bir şeye dönüştürüyor.
A.Ö.: Sansür sembolü aynı zamanda da.
O.Ü.: Tünel’deki Ayşe Erkmen’in heykeli de mesela ilk bağlamından çıkıp zamanla toplumsal eylemler için bir sembole dönüştü. Siz eseri kurtarmış mı oldunuz? Yoksa artık başka bir şeye mi dönüştü?
A.Ö.: İşi Halil kurtardı, biz kurtarmadık. Şu anda Baha adına da konuşuyorum, işin sahibi Halil ve her zaman da bir sanat eserinin birinci sahibi yaratıcısıdır. Biz sadece sergilenmesi adına çalışmalar yapacağız. Bu konuda Baha benden daha tecrübeli ve onun kararıyla ilerleyeceğiz. Pandemi önlemleri kapsamındaki kapanma dönemi sonrasında kesinlikle bir yerde çalışma yapılacak. Şu anda objenin kendisi çerçevecide. Ama fikir olarak bizim olaya dahil olmamızdaki en büyük amaç objeyi kurtarmak değil sadece, bu konuya dikkat çekmek. Biraz da cesaretle alakalı bir konu. Amacım bizim cesur olduğumuzu savunmak değil ama Baha’nın az önce açıkladığı gibi birilerinin bunu yapıyor olması ve buna bir para aktarılıyor olması lazım. Herhangi bir sanat eseri alarak bir sanatçının kirasına destek olmaktansa böyle bir fikrin parçası olmak ve bu fikre, bu eyleme bu şekilde katılabilmek, benim için daha değerli. Baha için de bunun değerli olduğunu düşünüyorum. Ben kendimi olayın kurtarıcısı şeklinde görmek yerine, bu hareketin bir parçası olduğum ve bununla alakalı bir iletişim kurduğum fikrindeydim. Diğer taraftan da Baha’yla telefonda satın alma konusunda konuşurken yaptığımız planlardan biri de eseri alamadığımız takdirde fiyatını artırmaktı. Bir diğer nokta da eserin sistem içerisinde ve açık artırmada satılıyor olması. Buradaki olay fayda sağlamaksa biz de en azından oyunculardan bir tanesi olup eser üzerinden bu fikre ve sansüre dikkat çekebiliriz diye düşündük. Açık artırmadan gelecek olan kaynağı ve oluşacak parayı biz karşılamıyorsak bile en azından bir parça daha artmasını sağlarız diye düşündük. Umarım kendimi doğru açıklayabilmişimdir.
B.A.: Ben senin diğer sorunu cevaplayayım. Eser üçlü bir serinin parçası. O üçlü seri resmedildiği zaman işlerden bir tanesi özel bir koleksiyonere gitmişti, bir tanesi anlatıldığı şekilde yerleştirme eser olarak Boğaziçi kampüsündeydi, ötekisiyse şu anda Halil’de bulunuyor. Ben bu resmin estetik olarak da önemli olduğunu düşünüyorum. İşin kendisi de güzel olmasaydı bu şekilde motive olur muyduk olmaz mıydık sorusu haklı bir soru olabilir ve bu sorunun cevaplayabileceğim bir soru olduğunu düşünmüyorum. Çünkü iş güzel ve dolayısıyla motive olduk ve aldık. Halil’in sanatçı kimliği ve üslubu iş için gayet uygun. Bu noktada çalışma zaten Halil Doğramacı eseri olduğunu belli ediyor, dillendiriyor. Kendi aldığım işlerde belli bir metin ve belli bir literatür oluşturma taraftarıyım. Buna sanatçı da katkıda bulunuyor ama aynı zamanda ben de katkıda bulunmaya çalışıyorum. Bu sebeple Halil’in diğer işlerine sonradan dönüp iyice baktım. Bu bağlamda işin kesinlikle münferit bir değeri var ama aynı zamanda senin bahsettiğin gibi kamusal alanlarda başka toplumsal ilişkiler barındıran eserler her zaman kendilerine yeni anlamlar takınıyorlar.
Burada illa bir tanesi ya da ötekisi olmak zorunda değil. Hem yaratılan kaynak aktarımı ve o kaynak aktarımının yarattığı sosyal destek bir duruş olarak ön planda olacak hem de gerçekten hikâyesi de göze çarpacak nitelikte olacak. Halil bizimle daha detaylı paylaştı o kısımları. Kampüse nasıl girdikleri, nasıl aldıkları, ilk yerleştirmeden sansür sonrası akşamlarına kadar gerçekten çok dinlenesi bir hikâyesi var.
İstanbul sanat dünyasında da birçok kişinin ve kurumun bu eseri, estetik bağlamının dışında politik yönleri nedeniyle almaktan imtina ettiğini dinledim. Özetle, kendi sanat eseri koleksiyonuma dönüp baktığım zaman ya da koleksiyoner olarak yaptığım işlere baktığım zaman 2021 yılının başında Halil Doğramacı’nın eserini almamış olmayı etik olarak kendime yakıştıramazdım. Kısacası sağlam temellerle bu karar verilmiş oldu.
O.Ü.: Koleksiyonunuzda başka neler var. Daha önce ikiniz birlikte bir şeyler yapmış mıydınız?
B.A.: Koleksiyonumu kurgulamaya 2019’da başladım ve Ali’yle ortak olarak aldığımız bu işe kadar tamamen kendi yarattığım kaynak ve finansmanla kurmaya çalıştım.
AÖ.: Baha’yla yollarımız kesişene kadar benim de kendi çapımda ufak bir koleksiyonum vardı. Baha Türkiye’ye döndüğünden beri, yaklaşık üç yıldır konuştuğumuz bir ortaklık planımız vardı. Benim koleksiyonumun içinde Peter Hristoff’un eserleri var ve koleksiyonun yaklaşık 14-15 tanesini vücut baskıları oluşturuyor. Bunlar Baha’yla sürekli git-gel yaşadığımız konulardan bir tanesiydi. Parantez açmamın sebebi bütün estetik, ideolojik kaygılar ve bizim kendi gündemimiz hizaya gelmiş oldu. Bu eser de çok iyi bir fırsat oldu bizim için, hem yıllardır konuştuğumuz ortaklık hem ideolojik taraflar açısından. Parantezi kapattım ve sözü Baha’ya bıraktım.
B.A.: Dediğim gibi, bir şekilde yaratmaya çalıştığımız bir oluşum var ve rekabet açısından bakınca ağır toplarla mücadele etmeniz gerekiyor. Hem alım güçleriyle mücadele etmeniz gereken özel koleksiyonerler, hem de belli başlı farklı ilişki ve çıkar ağları olan galeri kültürüyle mücadele etmeniz gerekiyor. İstanbul’daki mevcut durumu bu şekilde görüyorum. Buna karşı belli prensipleri ve duruşları olan bir koleksiyon sahibi olmak istedim. O açıdan şöyle söyleyebilirim örneğin, eserlerini aldığım bütün sanatçılar genç ve büyük çoğunluğu 1990’dan sonra doğan sanatçılar.Tabii ki şu an Türkiye’deki diğer sanatçıları ve koleksiyonerleri yabana atmıyorum. Şu an aldığım tablolar, ilgilendiğim sanatçıların ortak özelliği olarak gördüğüm şey, 2020’li yılların İstanbul sanat dünyasını anımsadığımızda öne çıkacak, farklılıklar yaratmış olan sanatçılar olmasını istiyorum. Belli bir sanat kültürümüz zaten yerleşik bir şekilde var, buna müdahale eden ve kendi vizyonlarıyla yön veren sanatçılarla çalışmak istiyorum.
Onun dışında çok fazla ham estetik kaygı ve estetik zevk üzerine ilerlemeye çalışıyorum. Çok derin bir anlam çıkabilecek bir konu olduğunu düşünmüyorum burada. İş hem teknik, hem bağlam, hem içerik açısından bana ne kadar çok güçlü hissettiriyorsa ben de işi almaya o kadar yakın oluyorum. Tabii ki sanatçının ileride yapacağı işleri, enerjisini gözetiyorum ve genel olarak sadece işiyle değil söylemleriyle de katacağı şeyleri ve şekillendireceği yan dünyaları düşünüyorum ve o şekilde ilerlemeye çalışıyorum
K.K.A.: Peki, Halil açık artırmaya katılan diğer kişilerin tipolojisi nasıldı genelde? Sanat koleksiyonerleri miydi yoksa aktivizm üzerinden mi almak istediler?
H.D.: Çoğu aktivizm sebebiyle almak istedi. Bir tane galerinin küratörü vardı, hatta ilk teklifi veren, daha önceden benim başka bir eserlerimi alan, şahsen de tanıştığım biriydi. İlk olarak “en kötü ihtimalle ben alırım” diyerek teklif vermişti. Kendisiyle yakın zamanda Boğaziçi direnişini ve LGBTİ+lara yapılan yıpratma süreçlerini çok tartışmıştık, çünkü kendisi genç jenerasyondan değildi.
Ortak bir tanıdığımızın LGBTİ+’larla ilgili bir gönderinin Boğaziçi direnişini gölgeleyeceğini söylemesi üzerine tartışmıştık.
Kendi görüşü olmadığını ama o şekilde gözüktüğünü belirtmişti. Eseri açık artırmaya koyunca gönderinin altına ilk teklifi kendisi yazdı. Sonrasında bayağı gülmüştüm çünkü beş gün önce tartıştığım bir insan bana destek olduğunu bu şekilde belirtmişti ve bu beni güvende hissettirmişti. Onun aktivizm yapmaktan ziyade gerçekten benim fikirlerime değer verdiğini göstermesi hoşuma gitmişti. Bir başka teklifse yurt dışından ama hangi ülkeden olduğunu hatırlamadığım bir küratörden geldi. Bir diğer teklif Berlin’den geldi. Baha ve Ali’yle son artırmaları yapan teklif oydu. İnanılmaz diyebileceğim uçuk bir teklif gelmedi. Öte yandan ilk başta gerçekten dalga geçiyor diye düşündüğüm ama sonradan iyi niyetine güvendiğim ve hoşuma giden düşünceli teklifler geldi. Örneğin biri 250 lira verebileceğini söyledi ve insanlar genelde açık artırmanın ne durumda olduğunu sordular, çünkü açık artırmaları ilk başta direkt mesajdan atıyorlardı. “Benden 1000 çıkar”, “şu an 250 verebiliyorum ama sonradan da veririm” tarzında mesajlar gelince ilk başta pek hoş karşılamadım çünkü beklentilerim bu kadar değildi. Daha sonrasında açık artırma bitince ne olduğunu soran ve daha iyi tekliflerin gelip gelmediğini öğrenmek isteyen birçok kişi naif, güzel yorumlarda bulunmuşlar. Hepsine çok teşekkür ettim.
Diğer konuya geçecek olursak benim elimde seriden üç tane eser vardı. Biri satıldı, biri şimdi bahsetmiş olduğumuz açık artırmada satılan eser, birisi de benim evimde asılı. Tabii ki, estetik olarak değerleri var ama buradaki asıl sanat olan şey auranın oluşturulması. Bütün bu teklifler verilmeseydi, bu ivme yakalanmasaydı eser şimdiki halini alamayacaktı. Ben bunu artık bir resim olarak değil, performans olarak yorumluyorum. Performans sanatı; zamanından, mekânından, izleyicisinden veya katılımcısından kopuk düşünülemiyor. Eser, bu kriterlerin hepsini uygulayan ve hepsine uyan bir hale geldi. Çünkü dediğim gibi teklif verilmeseydi apayrı bir şey olurdu, çok ufak bir teklif verilseydi apayrı olurdu, başka bir zamanda başka bir ülkede bambaşka bir şey ortaya çıkardı. Artık eserin estetik manasından çok daha ayrı bir aurası oluşmaya başladı. Olayın çok büyük bir performans sanatı kısmı var ve insanları esere teklif vermeye cezbeden de o performans sanatının bir performansçısı olma dürtüsü ki güzel bir dürtü bence. Aktivizm ya da değil, estetik manasının korunması veya bellek oluşturması ya da değil, bu performansın içinde bunların hepsi rol oynuyor ve bence insanlar tam da bu sebeple teklif verdiler. Eğer estetik açıdan çok fakir bir eser olsaydı belki bu kadar önemsenmeyecekti ve belki bu performansın yapısını değiştirmiş olacaktı.
O.Ü.: Baha’nın İstanbul sanat alanındaki kişilere ve sanat kurumlarına yönelik eleştirilerine katılır mısın?
H.D.: Şu anki baskılar göz önünde bulundurulduğunda ticari bir kuruluşun bu kadar hızlı reaksiyon verebilmesi mümkün değil zaten. Çünkü beş günlük bir süreç vardı ve bunun iki günü hafta sonuna denk geldi. Ticari bir kurum ve hiyerarşik karar alan merciler çok esnek değiller. Hemen açık artırmaya girme kararı almalarını beklememiştim zaten ama üzerinden zaman geçseydi de çok fark edeceğini düşünmüyorum.
K.K.A.: O zaman biraz da işi anlatsana. Mesela ben işin triptik bir çalışma olduğunu bilmiyordum. Bu iş performansa dönüştü ama işin en baştaki hali neydi? En başta nasıl bir resimdi?
H.D.: Alt metni çok güçlü ve keskin bir anlatısı olan bir iş değil ama benim içselleştirdiğim bir eser olmuştu. İnorganik olup organik formlarla buluşan şeyleri seviyorum, özellikle deforme olmuş vücutlarla uğraşmayı seviyorum. Bu onların ilklerindendi ve pop renklerle yapılmış, arka planı olmayan bir vücut yapısıydı. Ki çoğu resmimde arka planı çok fazla kullanmıyorum. İçinde haç imgesinin yer aldığı, kiliselerde kullanılan triptik eserleri andırıyor.
Kısacası ortada en büyüğü vardı, o şu an bende. İki yanında da kırmızı ve sarı renkli eserler vardı. Klasik sanat eserlerin pop bir yorumu gibi düşünülebilir. Daha sonra heykellerini de yaptım, hâlâ aynı çizgiden gidiyorum; şu anda yaptığım eserlerin içerisinde görünen öğeler var. Bunun arkasında eleştiriden ziyade beni estetik olarak rahat hissettirmesi ve sembollerin hafızasının olması yatıyor. Hiçbir eserde ve seride bu şekilde karakteristik yüz, el, aidiyet ve kimlik oluşturacak bir şey kullanmamıştım. Organları bir şekilde deforme edip bir form içerisine sokmaya çalışıyordum.
O.Ü.: Bu eseri çerçeveciden aldıktan sonra başka planlarınız var mı? Sergilenmesine dair neler yapmayı düşünüyorsunuz?
B.A.: Sergilenmesine dair planlarımız var, hatta somut bir planımız var, fakat yerini ve detaylarını yakında paylaşacağız. Ama kamusal ve erişilebilir olacağını garantileyebilirim. Gönül ister ki bir şekilde devran döndüğünde ve yeni düzlüklere çıktığımızda tekrardan Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde sergilensin. Yarı kalıcı bir şekilde kamusal bir alanda sergilenebilir, çünkü Halil de bundan bahsetmişti. Bu eserin aidiyetinin fiziksel olarak kimde olduğunun çok önemi kalmadı. Dokunacağı birçok hayat olacak ve bu şekilde paylaşılmasının sonuçlarının insanlarda yaratacağı ilham ve düşünceler aslında başka bir sürü insana mal olmuş olacak. İşi bizzat görüp deneyimleme zevki de bir sürü insana ait olmalı. Bu sebeple eserin orta vadede çok daha kamusal bir şekilde gözükmesi taraftarıyım. Kısa vadede de bir organizasyon düşünüyorum fakat detaylarını bilemiyoruz çünkü kapanma döneminde olduğu için takdir edersiniz ki hiçbir şey düzgün organize edilemiyor ama belki bu yaz veya güz sosyal mesafe kuralları azalırsa bir organizasyon ayarlamayı düşünüyoruz.
K.K.A.: Peki Halil, parayı hangi kurumlara aktarmak istiyorsun?
H.D.: Bir kısmı kadın dayanışmasına gidecek, bir kısmı da LGBTİ+lar için ayrılacak. Bu işi resmi bir şekilde yapmaya çalıştığım için biraz zorlandım çünkü paranın bir kısmı beden uyum ameliyatı olacak birine gidecek ve bunu ilk başta makbuzlu göndereyim diye düşündüm, fakat bireysel bir şey olması ve aracı olarak kullanabileceğimiz ve resmiyete dökebileceğimiz bir uygulama olmaması sebebiyle mümkün olmadı. O yüzden paranın bir kısmı bireysel hesaba gidecek. Diğer kısmıysa çalışmalarını sevdiğim Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na gidecek. Paranın nereye gideceği hakkında Baha ve Ali ile birlikte çalışıyoruz. Geçen hafta geldiler, birlikte konuşup tartıştık. En düzgün şekilde nasıl yürütebiliriz diye etraflıca düşündük. Bütçeyi iki kanala da yönlendirdik.
O.Ü.: Son olarak eklemek isteyeceğiniz bir şey olur mu?
B.A.: Eserin ileride tekrar Boğaziçi kampüsündeki yerini alması dileğiyle diyebiliriz. Neden olmasın?