Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Gündem

Peki sanat öğrencileri ne diyor?

İBB Başkanı İmamoğlu ve ekibinin tutuklanmasının ardından gerçekleşen eylemlere üniversite öğrencileri öncülük etti. Argonotlar olarak biz de sanat bölümlerinde okuyan öğrencilere kulak verdik; sorunlarını, geleceğe dair taleplerini onlardan dinledik.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesindeki akademik boykottan, Fotoğraf: MSGSU Shoots

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ekibinin tutuklanmasının ardından başlayan eylemler, 300’den fazla kişinin gözaltına alınması ya da tutuklanması ve giderek yükselen baskılarla sürüyor. Gezi’den bu yana giderek baskı altına alınan ve pandemiyle birlikte fiziki koşullarda bir araya gelme olanakları da yok edilen üniversite öğrencilerinin eylemlerin öne çıkan gruplarından olması ise şaşkınlıkla beraber onlara ve taleplerine dair bir merak da yarattı. 

Argonotlar olarak ayrımcılığın ve ifade özgürlüğü kısıtlamalarının hakim olduğu bir kültürel atmosferde bir yandan da sektörel kaygılarla boğuşmak zorunda olan sanat öğrencilerinin sorunlarını ve taleplerini bizzat onlardan dinlemek istedik.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesindeki protestolardan, Fotoğraf: Sevde Kaya

“Kurumların sansüre boyun eğmesi ve kapsayıcılıktan uzaklaşması, biz gençlerin hayallerine doğrudan zarar veriyor”

Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi lisans programı öğrencisi Kardelen: 

Yıllar sonra ilk kez büyük çaplı bir öğrenci hareketi gerçekleşiyor, herkes çok hevesli ve umutlu. Birçok öğrenci ilk kez bir topluluğun parçası olduğunu hissedip özgürce konuşabiliyor. Bu ortam, sanat fakültesinde bile zaman zaman anlaşmazlıklara yol açıyor çünkü farklı görüş ve kimliklere saygı çerçevesinde iletişim kurmak hâlâ öğrenilmemiş durumda. Üniversitelerdeki sansür nedeniyle öğrenemediklerimizi birbirimizden öğrenmeye çalışıyor, forumlar ve atölyeler düzenliyoruz. Feminist ve kuir öğrenciler olarak, uzun süredir üniversiteler arası dayanışma pratiği geliştiriyoruz. Siyasi farklılıklara rağmen sistemsel baskılara birlikte direniyor, eylemlerde kimseyi arkada bırakmamaya özen gösteriyoruz.

Kültür-sanat alanında kadın ve kuir öğrencilere ayrılan alan sınırlı ve çoğu zaman sömürüye açık. İktidarın baskısı, yaratıcı alanlarımızı kısıtlıyor; üretmek bir yana, izleyici olarak bile birçok içeriğe erişemiyoruz. İstanbul Film Festivali’ndeki “Neredesin Aşkım” ve “Çiçek İstemez” seçkilerinin “aile yılı”nda olmaması, kolektif direnişin yükseldiği bu dönemde umutsuzluk yaratıyor. Kurumların sansüre boyun eğmesi ve kapsayıcılıktan uzaklaşması, biz gençlerin hayallerine doğrudan zarar veriyor.

Buna rağmen, mutlu bir gelecek hayal etmekte gitgide zorlandığım ve özgür hissedebilen bir avuç insanın kaldığı canım ülkemde, yıllardır bize öğretilen sanatın özgürleştirici gücünü yaşam pratiklerimize adapte etmek için birlik olmalıyız. Yapılanları unutmaya ve kesişimsel mücadelemizi bırakmaya meyilli değiliz. Kültür-sanat kurumlarındaki emek sömürüsü, tekelleşme, herhangi bir din, ırk, cinsel yönelim ve kimliğe karşı ayrımcılık/mobbing bitene kadar savaşmayı; gerekli kurumları ifşalayıp boykot uygulamayı düşünüyoruz çünkü artık kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmadı.

Ülkedeki değişim gençlerden beklense de, aydınlık günlere ulaşmak için tüm kültür-sanat unsurlarının aksiyon alması için ideal bir zaman olduğunu düşünüyorum. Apolitik sanatçılara gösterilen tepki, kültür-sanat kurumlarına yöneltilerek daha etkili sonuçlar alınabilir. Sergiler ve kültür-sanat etkinlikleri devam etmeli fakat kurumlar ülkedeki politik iklimi görmezden gelmemeli. Aylık programında atölyeler, etkinlikler varsa, bunları ücretsiz olarak boykot günlerinde gerçekleştirip o günlük ticari aktivitelerini (kafe, kitabevi, giriş ücreti vb.) durdurabilirler. Sanatı ve sanat kurumlarını aktif bir özneler olarak değiştirme gücümüz var; sansüre karşı üretimle, boykotla direnerek sanatı özgürleştirici bir hâle getirebiliriz.

“Bugünkü duruşumuz yarının sanat ortamını belirleyecek” 

Anadolu Üniversitesi GSF Grafik Sanatlar Bölümü lisans öğrencisi Melike Melenâ:

Artık kaygım yok, çünkü beklentim yok. Hatalarımla, eksiklerimle üretiyorum ama tüm varlığımla sanata akıyorum. Yarışmaların, kontenjanların, onay mekanizmalarının beni ölçmesini reddediyorum. Sanat ölçülemezken, ben neden sürekli ölçülüyorum? Sanatın özgürleştirici gücü hâlâ elimizde; ancak bu güç yalnızca duvarlarda değil, düzenin dışına taşmayı göze alan kolektiflerde, birliklerde var. Bugünkü duruşumuz yarının sanat ortamını belirleyecek. 

Türkiye bir kez daha, iradelerin zorlandığı, hak aramanın bastırıldığı, “politik olmama”nın lüks haline getirildiği bir sürecin içinde. Ama biz, özellikle sanatla ilgilenen gençler olarak, artık biliyoruz ki, bu ülkede var olmak başlı başına politik bir duruş. Çünkü yok sayılmakla, şeffaflaştırılarak silinmekle, özne olmaktan çıkarılmakla sınanıyoruz.

Melike Melenâ

Sanat alanında ise durum farklı değil. Sanat camiası, çoğulculuğu sahiplenmekle övünse de, kimliksel çeşitliliğe tahammülü hâlâ son derece sınırlı. Başörtülü bir kadınsanız, iki seçeneğiniz var: Ya görmezden gelinirsiniz ya da vitrine konulacak bir ‘çeşitlilik unsuru’ olarak araçsallaştırılırsınız. Bu görünürde kapsayıcı, ama aslında dışlayıcı tutumu biz artık adıyla çağırıyoruz: Hijabwashing. Reklamlarda, kampanyalarda, panellerde bir imaj yaratmak adına başörtülü kadınlara yer veriliyor ama arka planda ötekileştirme, küçümseme, dışlama tüm hızıyla sürüyor.

Sanat kurumlarının çok uzun zamandır sermayenin, iktidarın ve reklam sektörünün manipülasyonlarına alan açtığı artık bilinen ve hatta kabullenilen bir gerçek. Ve bu kurumlarda “öteki” olarak kodlanmış her kimlik gibi biz de ya sterilize ediliyor ya da dışlanıyoruz. Oysa sanat, tüm bu düzeneklerin dışına taşmalıydı; bir vitrin değil, bir çatlak olmalıydı. Zira özgürlük, kimsenin bahşedeceği bir lütuf değil. Başörtülü kadınların eğitime, sanata, kamusal alana erişimi; yıllarca süren varlık mücadelesiyle kazanılmış bir haktır. Bu hakları şimdi birilerinin siyasi pazarlık konusu yapmasına da, bu haklar için minnet beklenmesine de izin veremeyiz.

Sistemsel olarak nerede durduğumuz, bugün yalnızca kişisel bir mesele değil. Bu duruş, yediğimiz ekmek kadar maddi; yaptığımız sanat kadar politik. Biz, kimseye sırt yaslamadan, kimsenin piyonu olmadan, emeğimizle ve dayanışmayla var olmaya devam edeceğiz. Ayrıcalıklara, tokenizme, göstermelik temsillere değil; eşitliğe, adalete ve gerçek bir temsiliyete ihtiyaç var.

“Bizler; hayatta kalma mücadelesiyle sanat üretme lüksü arasında can çekişenler”

Marmara GSF Resim Bölümü mezunu, Marmara GSE Resim Bölümü yüksek lisans öğrencisi Furkan Turab Çap ve Yusuf Özcan:

Kendimizi bilindik sıfatlarla tanıtmak daha mümkün. Biz piyasaya sürülen, itinayla paketlenmiş ve tüketime hazır genç sanatçılarız. Sıfatlarımız toy, tecrübesiz, acemi şeklinde sıralanabilir. Yine de suç ortaklığından sıyrılmak için üretilmiş “genç sanatçı” tanımını takdir ediyoruz. Fakat bize sorulsaydı, tercihimiz daha acımasız bir dürüstlükten yana olurdu: “Geçinemeyen” ya da doğrudan “hayatta kalma mücadelesiyle sanat üretme lüksü arasında can çekişenler”. Kime dokunsanız bin ah işiteceğiniz günümüz Türkiye’sinde sıcak paranın peşinde koşan ve bütün ilkelerini yitirmiş, bugüne kadar mikrofonu bırakmayan ve her ne zaman bizden bir şikâyet işitseler ağzımıza bir parmak bal çalan büyüklerimiz; konu hakiki bir tehlike olduğunda sahneyi bize teslim etmekten öte bir takdir kullanmıyorlar. Açıkçası kendi dünya görüşlerine yabancı, kontrolsüz, tekinsiz, aşkın, avangart, bilinmedik bir sanata en az iktidar kadar düşmanlar. Daha doğru ifade etmek gerekirse, son yıllarda sıkça duyduğumuz “kültürel iktidarlarını da yıkacağız” söylemini dillendirenlerin, kendilerine haksızlık ettiğini düşünüyoruz. Hâlihazırda “kültürel iktidar” olarak işaret edilen yapıların pek ileri bir tarafları yok. Bu yüzden küresel kapitalizme entegre yeşil sermayenin, mevcut kültür politikalarını idare eden organizasyonlardan razı olduğu kanaatindeyiz. Öyle ki onlar için bundan iyisi Şam’da kayısı.

Ülkemizde herkesin ağzında sakız olmuş demokrasi, insan hakları ya da anayasal haklar hakkında söyleyecek yeni bir sözümüz yok. Zaten bu kavramlar  içi boş, hiçbir anlam ifade etmeyen bir yığından ibaret. Piyasalarca semirtilenler sessiz veya “hikâyene ekle” yoluyla yaptıkları rahat, kurnaz eleştiriyle göz boyarken bizden beklenen kahramanlık öykülerinin aptallık olduğunu düşünüyoruz.

Furkan Çap, Radio, 2024

Birtakım sermaye ve çıkar gruplarının hayırseverlik adına müze, galeri ve sanat kurumları eliyle, sanat yoluyla kendilerini okşadığı ve kapılarında sıraya girmiş sanatçılara kemik attığı ve bizim de “sıra bize ne zaman gelir” diye beklediğimiz bir sanatın ne ülkeye ne de sanatçısına faydası var. Sanatın, yaşamı yüceltip kutsayarak dünyayı değiştirmesi gerekiyordu. Oysa sanat  hayatta kalmak için aman diliyor. Bir otorite aygıtı olarak değil, insanların yaşamını yükselten bir mobilite aracı olarak sanattan bahsetmeliyiz.

Bu durumda sanat öğrencileri ya mecbur bırakıldıkları esarete yılgın biçimde teslim olacak ya da yuları kendi eline alıp ülkemizin yoz ve çorak iklimini değiştirecek. Bizim umudumuz ve çabamız ikincisi yönünde.

“Geleceğe karşı hissettiğimiz kaygı ve belirsizlik bugünümüze de yansıyor”

Kadir Has Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü öğrencisi Eren Eryılmaz:

Mezun olmaya yaklaştıkça alanımıza karşı hevesimizin gitgide daha da kırıldığını hem kendimde hem arkadaşlarımda üzülerek gözlemliyorum. Ekonomik kaygılardan dolayı, pek hayalimizde olmayan işleri yaparak hedefimizdeki projelere bütçe yaratabilme umuduyla çıktığımız yol, gün geçtikçe kötüleşen sektör şartlarıyla bizi, emeğimizin karşılığını alamadığımız bir noktaya ve beraberinde kaçınılmaz bir kaygıya sürüklüyor. Tabii yaşadığımız kaygının yalnızca sektörel boyutta değil, aynı zamanda politik boyutta da olduğunu unutmamak lazım. Üretim sürecinde “dışarıyla” kurulan ilişkinin çok belirleyici olduğu bu disiplinler için başka türlüsü pek düşünülemez zaten.

Arkadaşlarımla beraber yaptığımız “gelecek” temalı sohbetlerimizin ana sorusu, son iki haftadır “Biz ileride ne olacağız?” noktasından “İleride bu ülke ne olacak?” noktasına evirildi. Arkadaşlarımın tasarım temalı hesaplarında paylaştığı içerikler, tamamen politik gündemle ilgili kaygıları üzerine. Okulumuzdaki açık derslerde performatif sanatlarla daha efektif ve güvenli eylem olanakları tartışılıyor. Bunlar hem oluşan birliktelik duygusunu geliştiriyor hem de bireysel açıdan tasarımcıların dünyalarında çeşitli ilhamlar yaratıyor. Yaşanan kaygıyı bir nebze de olsa kıran bu fikir ortamlarında bulunmak bana nispeten daha iyi hissettiriyor.

Eren Eryılmaz, poster çalışması

Benzeri olumlu gelişmelerin yanında, maalesef gözaltında olan bir sürü sıra arkadaşımız var. Onların hiç hak etmedikleri bu akıbete ne denli kolay mahkum edilebildiklerini görmek, üretimlerimizde bizi ister istemez otosansüre yönlendiriyor. Hissettiğimiz baskıcı politik atmosferin etkisiyle bu otosansür girişimleri etkisini artırarak adeta bir benlik dilemması/belirsizliği hâline geldi. Fikren ait hissetmediğimiz bir ortamda, ait hissettiğimiz fikirleri dilediğimiz şekilde dile getirememek benliğimizden çalar bir hâlde. Bu yüzden geleceğe karşı hissettiğimiz kaygı ve belirsizlik bugünümüze de yansıyor. Şu sıralar hislerimiz yalnız kendimiz için değil, birbirimiz için de. Bu yüzden her şeye rağmen beraber düşünüp üretmeye devam edeceğiz.

“Sanat dünyası, akademi ve entelektüel çevreler adeta görünmez bir totalitarizmle sizi boğuyor” 

Anadolu Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Resim Anasanat Dalı yüksek lisans öğrencisi Hasan Hüseyin Özmen:

Öncelikle sanat öğrencilerinin yaşamını domine eden ve yeterince dillendirilmeyen “ekonomi temelli sorunları” bir kenara bırakmam gerekiyor ki farklı konulardan da sitem edebileyim. Normalde şikâyet etmek ve sitemkâr olmak konusunda çekinceleri olan biri olmama rağmen, bu özel haberin bana bu özgürlüğü vermesi hasebiyle, bu seferlik yalnızca sitem etmek istiyorum.  

İlk olarak, sanat akademilerine özgü olmayan ancak benim de yaşadığım bir sorunsalı konu etmek istiyorum: Akademik ifade özgürlüğünün kısıtlayıcı yapısı ve otosansüre yol açan dinamikleri. Tez, makale veya herhangi bir akademik üretim sırasında sürekli kendinizi kontrol altında tutmanız gerekiyor. Bazı kelimeleri, kavramları, isimleri, eserleri ve hatta kaynakları tasarruflu kullanmak ya da referans vermemek zorunda kalıyorsunuz. Bu durum, üretimlerin özgünlüğünü ve eleştirel ağırlığını baltalayan bir pratik.  

İkinci olarak bu kısıtlayıcı tutum yalnızca resmi araçlarla değil, toplumsal baskılar aracılığıyla da sanatsal pratiğinizi etkiliyor. Örneğin sosyal mobilizasyonunuzun çeşitli araçlarla engellenebildiği bir toplulukta var olmaya çalışıyorsanız, hayatın birçok alanında sesiniz bastırılıyor. “İdealize toplumsal beklentiler” diyebileceğimiz bu söylemlerin, hegemonya ve iktidar ilişkileriyle nasıl iç içe geçtiğini de unutmamak gerekiyor.  

Hasan Hüseyin Özmen, Last Hour in Middle East, 2024

Üçüncü ve en ağır sorunsal ise aidiyet meselesi. Politik aidiyetlerin dayatıldığı bu kutuplaştırıcı iklimde, kendinize ne sokakta ne de sanat dünyasında gerçek bir yer buluyorsunuz. Güncel bir örnek olarak kitlesel bir protestoda bile kadınlara, Kürtlere, LGBTİ+’lara ya da göçmenlere yönelik açık veya örtük saldırganlık söz konusu. Bunun dışında ülkedeki ağır demokrasi problemlerinin Kürtlere yönelik olmasının kitleselleşen bir eylemliliğe alan açmaması; bu sorunların muadillerinin Türkiye’nin batısında  yaşandığında hayatı durduran bir itirazda vuku buluyor olması da içinde bir problem barındırıyor.

Üstelik bir sanatçı ve aktivist olarak bu sorunları dile getirmeniz de kolay değil; her an envai çeşit etiketlemeye veya saldırıya maruz kalabilirsiniz. Sanat dünyası, akademi ve entelektüel çevreler adeta görünmez bir totalitarizmle sizi boğuyor. Ve tüm bunların içinde üretmeye, yazmaya, çizmeye çalışmak, zihninizde müthiş bir ağırlık oluşturuyor.”

“Geleneksel sanatlar bugün belli bir siyasi görüşün temsil alanına dönüşmüş durumda”

MSGSÜ Geleneksel Türk Sanatları Bölümü lisans ve yüksek lisans mezunu, Tezhip Ana Sanat Dalı sanatta yeterlik öğrencisi Çağrı Dizdar ve MSGSÜ Geleneksel Türk Sanatları Bölümü lisans mezunu, Halı-Kilim Ana Sanat Dalı yüksek lisans öğrencisi  Dilara Altınkepçe Arslan:

Geleneksel sanatlar alanında öğrenci olmak tuhaf bir deneyim. Bu alan, sanatçılardan çok sanat disiplinlerinin siyasi kimliği olduğu bir yere dönüşmüş durumda. Yalnızca iktidar politikaları değil, geleneksel sanatlar  alanındaki bazı sanatçılar da bu siyasallaşmayı isteyerek besliyor. Devlet destekli sergiler, büyük ödüllü yarışmalar ve belediye kurslarıyla bu durum meşrulaştırılıyor. Geleneksel sanatlar bugün belli bir siyasi görüşün temsil alanına dönüşmüş durumda. Bu ötekileştirici tavır gençleri uzaklaştırıyor. Bu destek sürdürülebilir değil, bittiğinde ne olacak? Bu şartlarda geleneksel sanatların diğer çağdaş disiplinlerle birlikte istikrarlı şekilde var olacağına dair umudumuz zayıf.

Çağrı Dizdar, Devletin Dini Adalettir, 2024

Hocalarımız belli belediye ve siyasetçileri överek yalnızca onların geleneksel sanatları desteklediğini, halkın ise bu sanatlara değer vermediğini söylüyor. Siyasi destek, bu alanda çalışanları tembelleştirdi. Sponsor olmadan sergi açmak neredeyse mümkün değil. Hocalar da artık “belediyeyle aranızı iyi tutun” demekten başka bir şey öneremez hâle geldi. Geçmişte saray himayesinde geliştiği için, bugün siyasal aparat hâline gelmesini de “hamilik geleneği” diye romantize ediyorlar. Bu nedenle öğrenciler sanat pratiğinden kopuyor, başka alanlara yöneliyor. Yetenekli birçok arkadaşım mezun olur olmaz alan değiştirdi.  Ana sanat dalı seçimi bile profesyonel değil, artık siyasi kaygılarla yapılıyor. Yeni öğrenciler, daha yolun başında hocaların siyasal eğilimlerini soruyor; bu da nasıl bir atmosferde olduğumuzu gösteriyor.

Geleneksel sanatlar sadece cam vitrinlerde sergilenecek, geçmişe ait objeler değil; yaşayan, dönüşen bir yapı. Müze raflarında sıkışmak yerine günümüzle diyalog kurmalı. Geleneksel ve güncel sanat arasında bir karşıtlık yok, tam tersine bir etkileşim var. Sanat pratiğimizde birey, toplum, etik gibi kavramlarla geçmişle bugünün ilişkisini sorguluyoruz. Bu sadece estetik değil; geçmişle bugün arasında bağ kurma çabası. O eski motifler ve anlatılar, bugünün sorunlarıyla da konuşabiliyor. Ritüeller biçim değiştirip bugüne taşınıyor. Geleneksel sanatlar evdeki kilimden Haydarpaşa İskelesi’nin çinisinden, çeşme kitabelerine bizim hayatımızın bir parçası. Bu sanatlar bizim dilimiz, kültürel hafızamız. Ama siyasallaştıkça bu hafıza zarar görüyor, gençler de bu alandan uzaklaşıyor. Sanatın siyasi görüşü olmaz; sanatçının olur. Son olarak büyüklerimize sormak isteriz: “Hamilik” diyerek bu sanatları bir siyasi zümrenin eline bırakmak gerçekten bu sanatların hayrına mı oldu? Değdi mi?

İlginizi Çekebilir

Duyurular

CultureCIVIC, Goethe-Institut İstanbul yürütücülüğünde, yeni açık çağrılarla devam ediyor: Yerel Projeler Hibe Programı için başvurular 10 Nisan'da başladı!

Duyurular

Geçen yıl Argonotlar Almanak 2023’e destek veren Bor Sanat, bu yıl işbirliğini kariyerinin başındaki sanat yazarlarına destek vererek sürdürüyor.

Millî Reasürans Sanat Galerisi Arşivi

Millî Reasürans Sanat Galerisi arşivi dizimizin ikinci konuğu Tosun Bayrak! “Fasa Fiso” sergisinin yayını için Ahu Antmen'in kaleme aldığı metin Argonotlar Kütüphanesinde.

Gündem

“Daha Pek Çok Şey: Hüseyin Bahri Alptekin” podcastini Zeynep Nur Ayanoğlu'yla birlikte hazırlayan Abdullah Ezik, doğum yıldönümünde Hüseyin Bahri Alptekin'i yazdı!