Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Queer Sanat

Queer sanat: Bir giriş

Bugün bildiğimiz anlamıyla queer sanatın tarihine politik gelişmeler, türler ve katkı sunan sanatçılar üzerinden bir bakış.

Torres Gonzalez, Perfect Lovers, 1991.

1861 yılından önce İngiltere ve Galler’de eşcinsel birliktelikler idam cezasıyla cezalandırılabiliyordu. Avrupa’nın pek çok yerinde kanunlar bir nebze daha özgürlükçü olsa da Birleşik Krallık eşcinsel ilişkiyi asla tolere etmiyor, hatta bazı eyaletlerinde hadım cezasını uygun görüyordu. Bu tür cezalar da sanatta eşcinselliğe yapılan atıfların son derece gizli tutulması gerektiğini gösteriyor. İngiliz sanat eleştirmeni Laura Cumming, geçmiş dönemlerde ortaya konulan Queer sanatın anlatılmak istenen arzuların bilenler tarafından kolayca açıklanabileceğini şöyle anlatıyor: “İri dudaklar, çıplak göğüsler, omuzdan hafifçe süzülen Antik Yunan giysisi ve kendinden geçmiş yarı açık yarı kapalı gözler. Klasik eşcinsel aşkını anlatan geleneğe başvuran sanatçılar; Sappho’nun Erinna’yı kucaklayışını, David’in bir yandan Jonathan’ın arpını tıngırdatırken diğer yandan gizlice izleyiciye doğru konuşmasını resmederek geleneksel eşcinsel ilişkiyi vurguladılar.”

Sanat tarihine ilişkin queer deneyim üzerine tartışmalar, ilk kez 1870 yılında Alman psikiyatrist Carl Friedrich Otto Westphal’ın daha sonra “homoseksüellik” olarak adlandıracağımız “aykırı cinsel duygu” deneyimi üzerine bir makale yazmasıyla başladı. Michel Foucault daha sonra bunu bir dizi koşulun sonucundan ziyade homoseksüelliğin yeni bir kimlik oluşuyla açıklıyor. Foucault, 1976 yılında yazdığı Cinselliğin Tarihi[1] kitabında “Sodomi şimdiye kadar geçici bir sapkınlık olarak değerlendirildi, fakat eşcinsellik artık yeni bir grubun tanımı oldu,” diyerek queer deneyiminin kimlik siyasetinin önemli bir dalı haline geleceğinin ipuçlarını verdi.

Oscar Wild’ın Portresi, Henri de Toulouse Lautrec, 1895.

Bundan yirmi beş sene sonra 1895 yılına gelindiğinde İngiliz yazar Oscar Wilde, eşcinsellikten yargılanarak iki sene hapis cezasına çarptırıldı ve bu yargılamalar sanatçının eşcinsel kimliğinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Henri de Toulouse-Lautrec’in portresi incelendiğinde queer deneyimin sadece eşcinsel kişilerden ibaret olmadığı görülüyor. İncelenen resmin öznesi homoseksüel bir sanatçı olsa da Toulouse-Lautrec eşcinsel değildi, fakat fiziksel engeli ve boyu Lautrec’in bir öteki olarak Wilde’ın durumuna sempati duymasını sağladı. Sanat tarihçisi Richard Meyer bu durumu şöyle açıklıyor: “Lautrec’in portresinden de anlaşılacağı gibi sanat ve queer kültür arasındaki ilişki homoseksüel sanatçılarla sınırlandırılamaz. Arzu ve sapkınlığın değişen normları, modern sanatı cinsel yaşam veya bireysel tercihin ötesine taşıyarak şekillendirmiştir.”

Gizlenmiş Sanat

Eşcinsel deneyimin, tarihin ve eleştirisinin tarih boyunca önemsenmeyişi sanatçıların cinsel yönelimini kasıtlı olarak kapalı tuttu. Tate’den Alex Pilcher bu konu hakkında şöyle söylüyor: “Sanatçılar hakkındaki önemli biyografik bilgiler sıklıkla eksik gösterildi, önemsizmiş gibi yansıtıldı ve sanatçılar sürekli heteroseksüellik varsayımına uygun bir şekilde tanımlandı. Aynı cinsiyetten eşler ‘yakın arkadaş’ olarak nitelendirildiler. Sanatsal dostluklar eşcinsel birliktelik olarak görülmüyordu. ‘Dini nedenlerle evlenmemiş’, ‘aseksüel’ veya ‘cinsel açıdan kafası karışık’ olarak tanımlanmış eşcinsel sanatçıları keşfetmeye hazır olun.”

Sanatsal şehir merkezlerinde daha çok kabul gördükçe, iki büyük savaş arası bir kültürel değişim başladı. Eşcinselliğin artık günah sayılmadığı Paris ve Berlin şehirleri, edebiyat çevreleri için bir ev haline geldi. Gümbür gümbür gelen 20’li yıllarda Harlem ve Greenwich gibi bazı şehirlerde gey ve lezbiyen müşteriler için içkili mekânlar açıldı. Avrupa ve Latin Amerika, Granada, Moskova, Meksika ve Varşova’daki kafe ve barlar, eşcinsel erkeklerin ana akım kültürel ortama entegre olmasına alan açan sanatsal gruplara ev sahipliği yaptı.

Jasper Johns, Beyaz Bayrak, Tuval üzerine seramik, yağ, gazete kâğıdı ve kömür, 198,9 x 306,7 cm, 1955.

Belirli çevrelerin artan açıklığına rağmen dönemin sanatçıları, izleyicinin yorumuna açık olacak şekilde queerliği gizleyen kodlar geliştirmeyi öğrendiler. Örneğin sanat tarihçisi Andrew Graham-Dixon, Jasper Johns’un çok ünlü tek renk seramikten yapılma White Flag (Beyaz Bayrak)’ın aslında sınırlayıcı Amerikan toplumunda eşcinsel bir erkek olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalıştığını söyler ve ekler: “John eğer Robert Rauschenberg ile birlikteliğinden bahsetseydi hapse girebilirdi. White Flag eseriyle Amerika’yı ‘sesinin asla duyulmayacağı’ bir yer olarak tanımladı. ‘İçinde Amerika, susturulup örtbas edildiğimiz bir yer. Burada soğuk savaş var. İşte benim Amerikam böyle bir yer.”

1962 yılında Amerika Birleşik Devletleri eşcinselliği suç olmaktan çıkarırken 1967 yılında da Birleşik Krallık erkekler arasındaki rızaya dayalı cinsel ilişkiyi yasadışı olmaktan çıkardı. Buna rağmen toplumsal baskı devam etti ve birçok LGBTQ birey bu yoğun baskılar sebebiyle kendini gizlemek zorunda kaldı. Bu tür baskılar, Hollywood Prodüksiyon Yönetmeliği gibi sansür eylemleriyle daha da şiddetlendi. 1968’e kadar Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan ve dağıtılan filmlerde ‘cinsel sapkınlık’ tasvirleri yasaklandı. 

Görünürlük

1969 yılında gerçekleşen Stonewall isyanları her şeyi değiştirdi. 28 Haziran gününün ilk saatlerinde New York polisi, Greenwich semtinde bulunan eşcinsel gece kulübü Stonewall Inn’e baskın düzenledi. Bu eylem, altı gün süren protestolara ve şiddetli çatışmalara dönüşen bir isyanı ateşleyerek Amerika Birleşik Devletleri ve dünyadaki eşcinsel hakları hareketinin öncüsü oldu. Bu önemli olay eşcinsellerin büyük oranda özgürlüklerini elde etmesini sağlayarak onları gizlendikleri yerden çıkmaya teşvik etti. Sanatçılar da yaptıkları çalışmaları cinsel kimliklerini tanımlamak ve queer deneyimi desteklemek amacıyla kullandı.

İlk Onur Yürüyüşü, bu olaydan tam bir yıl sonra gerçekleştirildi. Bugünse bu yürüyüşler her yıl dünyanın birçok yerinde yapılıyor. Pankart ve posterler, dünyayı değiştirmek isteyen eşcinsel sanatçılar için önemli bir araç haline geldi. Bu pankartlardan birinde dediği gibi “I am your worst fear. I am your best fantasy,” (En büyük korkun benim. En iyi fantezin de) sözüyle eşcinselliğin hem kaygı veren hem de çekici gelen bir tarafının olduğu vurgulandı.

AIDS krizi ve 1980’lerdeki kültür çatışmaları

Gey kimliği, 1980’lerde AIDS krizinin başlamasıyla birlikte yeni bir mücadele alanı haline geldi. Bu ölümcül hastalık queer sanat topluluklarını tahrip etti. Birçok sanatçı, kötüleşen sağlık durumlarını hükümete ve sağlık kuruluşlarına duyurmak için birer aktivist haline geldi. Atlantik’in iki tarafında hem sağcı gazeteciler hem de magazin dergileri, eşcinsel erkekleri günah keçisi ilan eden haberleriyle HİV’in bulaşmasına yönelik endişeleri körüklediler.

ABD’de seçimle yönetime gelmiş bazı muhafazakâr yetkililer National Endowment for the Arts (Ulusal Sanat Vakfı)’nın Robert Mapplethorpe ve Karen Finley gibi queer sanatçıları desteklemesine itiraz edince ülke çapında birçok tartışma doğdu. Muhafazakâr sağ, queer sanata giden desteğin ortadan kaldırılması için birtakım çalışmalarda bulununca kültür savaşları patlak verdi. ABD yasaları devlet kaynaklarının “eşcinsel aktiviteleri desteklemek, teşvik etmek ve buna göz yummak” amacıyla kullanılmasını engelleyince AIDS programları için sağlanan finansman da kesilmiş oldu. Birleşik Krallık’ta ise 1987 yılına gelindiğinde yerel fonların “eşcinselliği desteklemek” veya “aile ilişkisi gibi göstermek” amaçlarıyla kullanılması yasaklandı.

Robert Mapplethorpe, Nick Marden, 1980.

Queer teorisyen Paula Treichler 1980’lerde iki önemli salgının görüldüğünü açıkladı: “Bunlardan biri bildiğimiz gibi AIDS’ti ve eşcinsel görünürlüğüne verilen desteği ölüm kalım meselesine çevirdi. Diğer salgınsa ‘queer’ sözcüğüydü. Kelime, dolaplardan sokaklara, sansasyonel skandallardan karşı kültürlere ait dergilere, barlardan fanzinlere, alternatif galerilerden bazı müzelere kadar her yere yayıldı. Doğal olarak bu kavram akademiye de sızdı.”

“Queer” terimi daha sonradan onur meselesi olarak yeniden sahiplenildi. Net tanımının olmayışı; lezbiyen, gey, biseksüel, trans, queer bireyleri dahil eden kapsayıcı bir terim olarak kullanılmasını sağladı. Alex Pilcher’in de dediği gibi: “Bu kavramın nefretle konuşulduğu bir dönem vardı, çoğumuz bunu bir küfür olarak gördüğümüzü hatırlayacaktır, ancak 1980’lerin ortalarından itibaren bu terimin geri kazanılması için mücadele eden bir hareket başladı.”

Kimlik siyaseti

Muhafazakâr ve dini gruplardan oluşan sağ, birçok kez toplumdaki queer sesi bastırmaya çalışsa da otorite karşıtı yeni bir politik ve kültürel dalga baş gösterdi. Kimlik Siyaseti, belirli geçmişlere sahip kişilerin, daha geniş siyasi örgütlenmelerden bağımsız olarak, belirli çıkarlar ve ortak nedenler için savaşmak üzere bir araya geldiği sosyal grupların oluşumunu ifade eder. Eşcinsel topluluklarda bu, insanların protestolara, yürüyüşlere ve doğrudan eylemlere katılarak arkadaşlarına ve ailelerine açılmaya ve seslerini duyurmaya teşvik edilmesi anlamına geliyordu. Bu durumun eşlikçisi olarak sanat; sesini yükseltiyordu, tartışma yaratıyordu ve her yerde sanatın ne olduğu ve kimin tarafından yapılabileceği konuşuluyordu. Aktivist grup Gay Liberation Front (Eşcinsel Kurtuluş Cephesi); eşcinsel kimliği, geleneksel cinsellik ve toplumsal cinsiyet sistemini yeniden ele alarak toplumsal ve cinsel yaşamı dönüştüren devrimci bir form olarak tanımladı. Ancak daha yakın zamanlarda eleştirmenler, kendini veya bir grubu başka bir grubun karşıtı olarak tanımlayarak yapılan kimlik politikalarının geçerliliğini sorguladılar.

Catherine Opie, Bo from “Being and Having”, 1991

Feminizm

Queer sanat, baskıcı cinsiyet kalıplarını yerle bir etmede büyük rol oynadı. Claude Cahun, Gluck ve Catherine Opie gibi sanatçıların ataerkinin şekillendirdiği kadınlık kavramını yıkmaya çalışırken işlerini son derece feminist bir çerçevede ürettikleri görülür. Feminist teorinin öncüsü Judith Butler şöyle der: “Feminist görüş, cinsiyet kavramının tam da kadınları her zaman ikincil konuma ittiği için yıkılması ve ortadan kaldırılması gerektiğini savunur.” Öyleyse queer sanatın da baskıcı ataerkil normları ortadan kaldırmaya çalıştığı düşünülürse feminizmle paralel bir çizgide ilerlediği söylenebilir. Feminist hareket aynı zamanda Queer hareketi sağlık aktivizmi alanında da destekledi, çünkü AIDS ve bulaşıcılığıyla ilgili birçok önemli bilgi gey topluluklarından gizli tutuluyordu. Eleştirmen Catherine Lord’un dediği gibi: “AIDS krizi sırasında seks pozitif queer kültürünün temelini oluşturan tarihsel araştırma, yasal savunma ve kültürel analizlerin çoğu queer leather topluluğu ve pornografiyi destekleyen lezbiyen feministler tarafından teşvik edildi.”

Queer Sanat: Kavramlar, Stiller ve Trendler

Resim

Resim türünün sağladığı saf ifade imkânı, queer sanatçıların aşk ve cinsellik kavramlarını keşfetmesi için bir alana sahip olmasını sağladı. Resim sanatı, John Singer Sargent’ın örtük cinsel çalışmalarından Larry Rivers’ın daha açık ve meydan okuyan çıplak erkek çizimlerine kadar queer deneyimin barındırdığı şehvet öğesinin keşfedilmesine imkân tanıdı.

Britanyalı ressam David Hockney’in duşta ve havuzlardaki erkek resimleri, tuval üzerinde eşcinsel aşkın kutlanışı gibidir. Sanat tarihçisi Richard Meyer şöyle der: “Hockney, resim sanatının akademideki gerekliliğine yanıt verirken sanatçının resmettiği çıplak vücuda yönelik arzusunun önemi üzerinde ısrarla durur. Hockney, insan figürünü arzudan azade hacimli formlar halinde (küre, silindir ya da koni gibi) incelemekten ziyade sanatsal başarı ile cinsel çekicilik arasındaki olmazsa olmaz bağa dikkat çeker.”

David Hockney, Peter Nick’in Havuzundan Çıkarken, 213×213,4 cm, 1966

Duvar resimleri, duvar yazıları ve kamusal alan

Greenwich’deki eski Stonewall Inn’in karşısına yerleştirilen George Segal’ın Gay Liberation çalışmasında olduğu gibi heykel sanatı, queer deneyimin tam anlamıyla dolaptan çıkıp sokağa taşınmasına olanak sağladı. AIDS Memorial Quilt (AIDS Hatırat Yorganı), insanların hastalık dolayısıyla kaybettiği sevdiklerini yorgan kareleri aracılığıyla anabilecekleri ve gittikçe büyümeye devam eden kamusal bir sanat eserine dönüştü. Bugün herkesin bildiği adıyla The Names Project (İsimler Projesi), eşcinsel hakları aktivisti Cleve Jones tarafından San Francisco’da tasarlandı. 1987’de lezbiyen ve gey hakları yürüyüşü boyunca Washington D.C.’de bulunan National Mall’da ilk kez sergilendiğinde futbol sahasından daha büyük bir alanı kaplıyordu. Bugünse 48 binden fazla insanın kaybettiği arkadaşlarının isimlerini onurlandırmak için panolar eklediği ve dünya çapında farklı şekillerde yeniden filizlenen proje, Nobel Barış Ödülü adaylığı kazandı; bu sayede AIDS hizmet kuruluşları için üç milyon dolar toplandı.

Washington D.C.’deki AIDS Hatırat Yorganı, Uluslararası AIDS Konferansı 2012 yılından eserin görünümü.

Yüzyıllar süren baskı karşısında kamusal alan, eşcinsel sanatçıların çalışmalarını sergilemeleri adına önemli bir mekân haline geldi. Jenny Holzer 1970’lerin sonlarında Truism posterlerini New York çevrelerine asacaktı. Birkaç yıl sonraysa Keith Haring sokak sanatında reklam panoları kullanacak ve David Wojnarowicz 1980’lerin başında Chelsea iskelesi etrafında sprey boyayla grafiti yapacaktı. Sanatçılar bundan sonra dolapta kalmayacaklarını ve gelişmekte olan New York’un onlar için mükemmel bir galeri niteliğinde olduğunu vurgulayacaktı.

Aktivist sanatçılar, kendilerini temsil eden ve basit bir şekilde tanımlayan çalışmalar yerine bizzat kültürel yapının sorunları üzerine eğilen, politik ve sosyal geçerliliği olan çalışmalar yapmayı amaçladı. Kültürel savaşın kazananının muhafazakâr sağ olması, queer sanatçılara bilgi, adalet ve temsil adına savaşmaları dışında başka bir seçenek bırakmadı. 1970’lerdeki feminist grafitiler, Jill Posener’in fotoğraflarında görüldüğü gibi, feminizmin eşcinsel aktivizmi üstündeki etkisini kanıtlamış oldu.

Jill Posener’in bir reklam panosuna kamusal müdahalesi, 1979

Posener, Londra’da Queer Sanatı etkileyecek kamusal reklamların “yeniden ele alınması” için yeni imgeler ortaya koydu. “Gece hayatınızı geliştirebiliriz” iddiasında olan bir reklamın altına spreyle şunlar eklendi: “Birleşmiş Lezbiyenler’e katılın.” Bir Fiat reklamındaysa “Bu (araba) bir hanımefendi olsaydı muhtemelen poposu çimdiklenirdi” sloganı ortaya atıldı, fakat Posener bu iddiayı “Bu kadın, bir araba olsaydı seni ezip geçerdi” şeklinde değiştirdi.

Eleştirmen Catherine Lord bu durumu şöyle açıklıyor: “Uğraşsız, kurnaz, vur-kaç taktikleriyle aktivistler; titiz ve yerel düzeyde yaptıkları değişikliklerle kitle iletişim araçlarının ‘başarı’ tanımını reddettiler. Müdahaleler, kültürel politikayı kimliğin pozitif görüntülenme alanından çıkarıp alt-kütürel temsili, satır aralarındaki anlamı tarama ve duvardaki yazıyı okuma meselesine dönüştürdü. 

David Wojnarowicz İsimsiz (Bir Gün Bu Çocuk…), 1990

Böylelikle San Francisco, Los Angeles ve New York gibi şehirler; kamusal alandaki mülkiyet payını talep ederek homofobiyle savaşan Jeremy Novy, Homo Riot ve Jilly Ballistic gibi sokak sanatçıları için devasa bir kentsel tuval haline geldi.

Fotoğrafçılık

Fotoğrafçılık, ‘normalleştirilmiş’ aşk ve cinsellik kavramlarını yıkmak ve ‘sapkın’ olarak kabul edilenleri gün yüzüne çıkarmak için verimli bir zemin sağlamış ve böylece yeni bir ivme kazanmıştır. Gerek Annie Leibovitz’in ölmekte olan Susan Sontag görüntüleriyle gerekse Catherine Opie’nin gey ve lezbiyen aile hayatını fotoğrafladığı eserleriyle fotoğrafçılık, queer tecrübeyi keşfetmek için güçlü bir araç olduğunu kanıtladı. Diğer yandan sağ basının hastalığı yaymakla sorumlu tuttuğu kişileri işaret etmek için bir deri bir kemik kalmış kurbanların resimlerini yayınlamaktan keyif aldığı AIDS görüntülerini alt üst etmek gerçekten zordu. Queer sanatçılar ve fotoğrafçılar, çalışmalarını renkli, mutlu ve meydan okuyan ışıklarla donatarak bu duruma karşı çıktılar.

Claude Cahun, I am in training, don’t kiss me, 1927

Diğer Görsel Sanatlar

Diğer sanatçılar ise, onları kamusal alanda daha bariz ya da açık sahneler üretmekten alıkoyan yasalarla daha incelikli ve kodlanmış içerikler üreterek başa çıktı. Felix Gonzalez-Torres ise kamusal alanda açık cinsel figürasyon sergileyebilme hakkı konusunda ısrarcı oldu. 1991 tarihli isimsiz (Los Angeles’ta Ross’un Portresi) çalışmasında sanatçı, bir köşeye renkli ve parlak bir yığın şeker boşaltarak izleyicileri şeker almaya davet etti. Boşaltmış olduğu şeker yığını tam olarak 79 kiloydu ki bu da sevgilisinin ‘ideal’ kilosuna denk geliyordu. Şekerleri yiyenler, queer yakınlığı tecrübe etmeye ayartılıyordu. Böylelikle eser, izleyicinin farkında olmadan oyuna dahil olduğu bir performansa dönüşüyordu.

Felix Gonzalez-Torres, İsimsiz (Los Angeles’ta Ross’un Portresi), 1991

Sonraki Gelişmeler- Queer Sanattan Sonrası

1991 tarihli bir makalesinde Judith Butler, eşcinsel kimliğin asla istikrarlı olamayacağını iddia etti. Butler, şöyle söyledi: “gizlendiğimiz dolaptan çıktık, artık dışarıdayız, ama nereye çıktık? Yeni sınırsız mekânımız neresi? İlginç bir şekilde, bu beklentiyi oluşturan ve doyumsuzluğun sözünü veren kapalı dolap figürünün ta kendisidir. Çünkü ‘dışarıda’ olmak her zaman bir dereceye kadar ‘içeride’ olmaya bağlıdır; anlamını sadece bu zıtlık içinde kazanır.” Keltie Ferris gibi çağdaş sanatçılar, kimliğin ancak olmadığı bir şeyle karşılaştırılabilen bir kavram olabileceğini sorguluyor. Gaydar (2014) eserinde Ferris, cinselliğine dair hiçbir görsel ipucu vermezken çalışmanın başlığı toplumun kimliğine duyduğu hayranlığa sert bir cevap niteliğindedir.

Sanatı, sanatçının kişiliğinden bağımsız görmeye çalışan son eleştiriler ışığında, bir eserin queer okuması zorlaşıyor. Alex Pilcher’in dediği gibi “Sanat eserinin anlamı artık yalnızca sanatçının anlatmaya çalıştığı meseleye bağlı değil; izleyicinin ne kadar aktif rol aldığı ve izleme deneyiminin bağlamı da artık çok daha etkili. Erotik olduğunda bile figüratif sanat, biyografik verilerden yararlanmadan queer kavramını işlemekte zorlanıyor.”

Richard Meyer ve Catherine Lord, “queer” kelimesinin yeniden tanımlanmasının artık bir dönüm noktasına ulaştığını savunuyor. Bu yeni kabullenişle beraber, “bir tür yaşam tarzından veya niş bir pazar olmaktan biraz daha fazlası” olarak görülme ve bu şekilde tanımlanma riskini taşıyor. Böylece bir zamanlar sapkın olan şey ana akım haline geliyor ve geleceğini istikrarsızlaştırıyor. 

Kaynak: The Art History.
Çeviri: Doğa Kacar


[1] Cinselliğin Tarihi, Michel Foucault, Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

Herkes Z kuşağını konuşuyor. Peki, Y kuşağı sanat dünyasında nerede?

Söyleşi

Loft Art Project'te gerçekleşen "İçimdeki Şarkılar" vesilesiyle sanatçı Nazan Azeri ve küratör Nergis Abıyeva'yla konuştuk.

Gündem

BASE 2024’ün öne çıkan 10 sanatçısına eğitimlerini, BASE’e katılma sebeplerini, işlerinde hangi konulara, kavramlara odanlandıklarını ve sergideki eserlerini sorduk.

Eleştiri

Yazar Şebnem İşigüzel, Alp İşmen’in Gülden Bostancı Gallery’de gerçekleşen “Aşk İle” sergisini değerlendirdi.