“Sizin için queer sanat, queer üretim, queer sergileme pratikleri ne demektir?” sorusuyla başlayan bu forum, Can Akgümüş, Kübra Uzun, Şafak Şule Kemancı, Çınar Eslek, Yekhan Pınarlıgil, Ulya Soley, Aylime Aslı Demir, Leman Sevda Darıcıoğlu ve Fisun Yalçınkaya gibi sanatçılar, küratörler ve eleştirmenleri bir araya getiriyor.
Forumda queer sanatın ne olduğunu, nasıl üretildiğini ve sergilendiğini farklı alanlardan gelen katılımcılarla tartışıyor; farklı bakış açılarıyla queer sanatın çok boyutlu doğasını ve sanat dünyasında taşıdığı değişim potansiyelini ele alıyoruz.
Katılımcıların deneyimlerinden beslenerek, queer sanatın sabit kategorileri aşmak için kullandığı yöntemlere, queer sanatçıların ve toplulukların sanat dünyasındaki güncel durumuna, sansür ve otosansür mekanizmalarının doğurduğu sonuçlara daha yakından bakıyoruz.
En temelden başlayalım. Sizin için queer sanat, queer üretim, queer sergileme pratikleri ne demektir?
Can Akgümüş: Ben bir sanatçı ve küratör olarak bu ayrımın yapılmasını tehlikeli ve oldukça zor buluyorum. Kategorize etmeden önce elimizdeki araçları bir kenara bırakarak bakışımızı olabildiğince özgürleştirmemiz gerekliliğine inanıyorum. Queer biliş ve kavrayışa sahip bir zihin, üretirken de tüketirken de bu geçirgen arayüzle çalışır. Akademik üretim yöntemlerinden farklı olarak sanat üretimi çok daha ilkel ancak örüntülü bir kavrayışı içerir. Bu açıdan baktığımızda aslında diğer alanlarda olduğu gibi sanat alanında da queer olmayanı tanımlamak daha kolaydır. Sanata, sanatçıların üretimlerine ve sergileme biçimlerine olan queer yaklaşım sanatçı ve izleyici diyalektiğiyle şekillenen, birlikte güdümlenen, her iki tarafı da özgürleştiren bir bakış açısıdır demek benim açımdan daha sağlıklı bir tanım.
Kübra Uzun: Queer sanat bence kolektif bir bilinç ve işleyişi gerektiriyor. Hepimiz biriz, birimiz hepimiz mottosuyla yazdığım ALAN2020‘de tam olarak bundan bahsettiğimi söyleyebilirim. Queer sanat ve üretim dönüşür ve dönüşüme, değişime, yeniden yapılanmaya ve yapı bozmaya açıktır. Bize ait olanı, derdimizi, düşünce ve fikirlerimizi, varoluşumuzu anlattığımız yegane araçlardan biridir.
Yenilikçidir, baş kaldırandır, farklı tonların ve sözlerin olduğunun altını çizer queer sanat ve üretim. Queer sergileme pratikleri, queer sanat ve üretimin doğası gereği alan açmaya, kapsayıcılığa, eşitliğe ve çeşitliliğe açık olmalıdır.
Şafak Şule Kemancı: Queer sanat benim için en basit şekliyle kendi dünyamın bir yansıması ama daha geniş ölçekte düşünürsem, dünyayı hetero-normatif ve cis-normatif kalıpları kırarak deneyimlemenin bir yolu. Queer sergileme pratikleri de yalnızca görünürlük sağlamakla kalmayıp aynı zamanda anlamlı etkileşimler yaratmayı ve dayanışmayı hedeflesin isterim. Bu bağlamda queer sanat ve sergileme pratikleri benim için sadece estetik bir üslup ya da akım olmaktan öte, dönüştürücü ve özgürleştirici bir varoluş pratiği.
Çınar Eslek: Çocukken geçirdiğim ateşli hastalık bacağımı etkilemişti. Bu nedenle erken yaşta “Norm dışında olmak ne demek, toplumlar sağlıklı bir bedeni norm olarak nasıl ve niçin kullanır?” gibi sorular etrafında ve sağlık, bakım, bağımlılık, beden üzerine ilişkilenebilecek şeyleri düşünmek benim için kaçınılmazdı. Dolayısıyla farkın olumlanması kendiliğinden oluştu. Sanatçı olarak, bedenin var olma ve eyleme maruz kalma durumunu, bedeni anlama biçimlerimizi, bedenlerin dış unsurlardan ve birbirlerinden nasıl etkilendiklerini kendi deneyimlerimi de ekleyerek üretimler yaparken, queer sanatçılar arasında, beni en çok Johanna Hedva’nın 2016 yılında yayımlanan Sick Woman Theory (Hasta Kadın Teorisi) adlı metni ile Crip-Queer teori ve pratikleriyle karşılaştım.
Crip/Sakat ve Queer mücadeleleri arasında hem yapısal hem de tarihsel açıdan benzeşen pek çok yön olduğunu düşünüyorum. Crip kelimesi küçük düşürücü, alçaltıcı bir kavram olarak algılanıyordu. Ancak 70’lerin radikal engelli hareketindeki insanlar, bu terimi dönüştürerek güçlendirici bir etki yaratmaya çalıştılar; tıpkı queer kavramında olduğu gibi. Queer; tuhaf, yamuk, garip, acayip, argoda ibne gibi anlamlar barındırır. Olumsuz anlamlarla yüklenmiş bir kelimenin hem bir hareketin hem de bir kuramın adı olarak benimsenerek dolaşıma sokulmasının bizzat kendisi bile, bu yeniden anlamlandırma çabasının bir işareti olarak okunabilir.
Benim için imkânsızlık koşulunda var olmanın kendisini genişletip alan açmak queer sanat, queer üretim, queer sergileme pratikleriyle ilişkilendirilebilir. Kısacası farklılıkla oluşturulmuş ötekiler, kendi bedenlerine değişmez özelliklerle sabitlenmemiştir. Dünyada olma halimizin akışkanlığı, verili olduğu varsayılan özelliklerden beslenen hiyerarşik tahakküm ilişkilerini parçalama imkânı verir bize. Hiyerarşileri kaldırmak ve yaşamın zenginliğine ulaşmak için canavardan bakteriye, insandan dünyaya doğru bir açılma hali, deneyimi büyük ölçüde bedenlere göndermelerle oluşan sabit kimliklere, türlere, sınırlara hapsolmaktan çıkarılabilir ve belki de yaşamın kendi kendini örgütleyen dinamik yapısı böylece yakalanabilir. Queer belki de yeryüzü politikasının kendisidir.
Yekhan Pınarlıgil: Bir sanat üretimini ne zaman “queer” olarak tanımlayabiliriz, çok emin değilim açıkçası. İşin özüne, yani kelimeye dönmek gerektiğini düşünüyorum, ki kelime tarihi anlamda ciddi kaymalar, ciddi değişiklikler gösteriyor. İlk başta negatif ve dışlayıcı bir dönem var mesela, sonra “saygıdeğer” İngiliz eşcinsellerin “queer”i kendilerini ikinci sınıf olarak gördükleri efemine gaylerden ayırmak için kullandıkları dönem var. Daha sonra da geyler arasında jenerasyon farkının altını çizmeye yarayan bir kategori olmuş ve dönüşümler devam etmiş. Bütün bu farklı kimlikleri unutmadan, bugün gelinen noktayı son derece enteresan buluyorum. Biraz kulvar dışını, kategoriler harici bir yeri işaret ediyor günümüzde queer. Tanımlamakta zorlanıyoruz, ama tanımlamaya ihtiyacımız var mı? Emin değilim. Net bir kategori olarak karşımızda olmadığı için sınırlandırma ve normalleştirme denemelerine karşı koyuyor, şablonlara girmiyor, alıştığımız şemalarla inceleyemiyoruz. Dolayısıyla yeni yaklaşımlar, yeni analiz metotları, yeni fikirler geliştirmeliyiz diye düşünüyorum. Bunun için de tanımlamak, çeperini sabitlemeye çalışmaktan ziyade, tam da bu dönemde queer’in metotlarını, yaklaşımlarını, formlarını konuşmalı ve tartışmalıyız, aynen sizin bu forumda yapmak istediğiniz gibi.
Ulya Soley: Queer sanat, patriyarkanın ve normatif düşünce biçimlerinin karşısında duran bir sanat üretimine işaret ediyor. Yumuşak, geçirgen, dayanışmacı, sürece yayılan, akışkan pratiklere yakın duruyor. Sergilemede de bu pratikler doğrultusunda kurumsal yapıları değiştiren, katı gibi görünen sistemlere sızarak yavaş ama istikrarlı bir direniş sürdüren yöntemler kullanmak olarak tarif edebilirim.
Aylime Aslı Demir: Queer sanat kimi zaman geleneksel cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve arzu arasındaki uyumsuzlukları ortaya çıkaran ve sanat tarihi içerisinde bu alandaki hâkim tözsellikleri dağıtan eserlerde, kimi zaman bu eserleri üretenlerin ikili cinsiyet rejimi ve onun belirlediği bir dizi yönelim ve konumlanış içinde barınamayan/barınmayı reddeden kişilerin kimlikleri üzerinden teşhis ediliyor. Ancak benim açımdan queer sanat, bazı mekân ve zamanlarda yaratıcının kimliği yahut eserin içeriği üzerinden teşhis edilebilir olsa da her zaman çok daha fazlasıdır. Bu yönüyle queer sanatı, sanatın tüm alanlarında herhangi bir sabitin ön koşullarının ve sonuçlarının mütemadiyen sorgulanması olarak görüyorum. Bu sorgu yönteme, malzemeye, mekâna, izleyiciyle kurulan ilişkiye ve elbette sanatsal üretim süreçlerinin her bir aşamasına sirayet eder.
Leman Sevda Darıcıoğlu: Her ne kadar queer bugün LGBTİ+ kimlikleri ifade eden bir şemsiye terim olarak kullanılsa da bunun çok daha ötesinde normu ilga eden bir politik bakış, perspektif/mercek. Queer sanat da sanatçıların dahil olduğu kimlik gruplarının ötesinde bir anlam ifade ediyor benim için. Genel bir tanım verme uğraşına girmekten ise kendi pratiğimin burada tuttuğu köşe, şiddet, norm, baskı ilişkilerini sorgulamak, sistematik şiddetin karşısında onunla ikili bir kutupsallığa dayanan bir karşı direniş yerine damgayı, dışlanmayı büken ve kurbanlaştırmanın ötesine geçen bir direnişi araştırmak olduğunu söyleyebilirim. Ve bu araştırmanın ancak sanat alanının normlarını sorgulayarak, estetik ve estetikleştirme ile eleştirel bir ilişki içerisinde kolonyal, Batılı sanat pratik ve referans sistemleri ve kategorizasyonlarını sorgulayarak, yeni referans sistemleri yaratarak ve tanımlı sanat kategorilerinin sınırlarını aşarak vuku bulabileceğini…
Fisun Yalçınkaya: Bu sanırım queer’i nasıl tanımladığımızla alakalı. Queer sanat bana kavramın işaret ettikleri üzerinden birkaç anlam ifade ediyor, ilk anlamında aktivizm ve sanatın buluştuğu noktada bir topluluğu oluşturan, bir araya gelmeyi sağlayan yaratıcı ifade olanakları… İkincisi materyal ve malzeme üzerine düşünürken ikili sistemlerin dışına taşabilmeyi sağlayan bir araç ve estetik ifadeler. Üçüncü olarak da kesişimsellik kavramıyla birlikte düşündüğümüzde baskı sistemlerinin yarattığı dayatmaları görünür kılan bir araç. Toplumsal normları kırabilen, geçişkenliği performatif olarak ifade eden eserleri sanırım queer olarak seçiyorum. Kimlik ve temsil olanakları benim için çok önemli, merkezde hatta. Ama iş tarihle ilişkilenmeye geldiğinde dürüstçesi birçokları gibi benim de kafam karışık. Kimliklere ve temsiliyete ihtiyacımız var ama bu ihtiyaç bize sınırlar da getiriyor mu sanat tarihi okumaları yaparken? Ben de bu soruya verilebilecek yanıtları queer estetiğin ifade olanakları üzerinden araştırabilmeyi ümit ediyorum. Kendime de sivri ve ters köşe yaklaşmayı deniyorum.
Son birkaç yılda dünyadaki ve Türkiye’deki queer sanat üretimleri, sergileri ve tartışmaları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Can Akgümüş: Son birkaç yılda Türkiye’nin, içinde bulunduğu politik atmosfer ve yaşadığı izolasyon süreciyle adım adım dünyadan koparak kendi içine kapanmış olması hepimizin dünya görüşünü ve dışarıya bakışını ister istemez değiştirdi. Kendi adıma sanatçı ve bağımsız bir küratör olarak pratiğime destek bulabildiğim alanlar gitgide daralırken otosansür ve korkuyla sımsıkı örülü bir ortamda bir arada kalabilmek için yeni zeminler oluşturmak benim için hayati bir meseleye dönüştü. Böyle koşullar altında kısıtlı kaynakla kendini gerçekleştirmenin yükünü paylaşırken dünyada gerçekleştirilen bazı önemli queer etkinlikler heyecan vermeyebiliyor. Örneğin kaynak sorunu yaşamayan refahı bol ülkelerde gözlemlerime, deneyimlerime ve kendi anlayışıma göre sorunlu bulduğum queer sanat tanımı, aktivizm ve eylem planlarıyla sanat pratiğini birbirine karıştırarak enteresan sonuçlar doğuruyor. Biraz da popülerleşen bu yaklaşım, sadece cinsiyet tanımları üzerinden kendini anlatmak üzerine kurgulandığı zaman queer öğretinin tam aksine ayrıştırmacı ve dışlayıcı bir propagandaya dönüşüyor. Fanatizm her alanda çok tehlikeli. Özellikle tam da bu ve benzeri kısıtlamalardan bizi kurtarmak üzere inşa edilmiş bir alan içinde peydahlanan fanatizm yıkıcı olma potansiyeli taşıyor.
Kübra Uzun: Son birkaç yılı düşündüğümüzde -özellikle pandemi sonrası- queer sanat ve sanatçıların görünürlük ve temsiliyetinin daha fazla olduğunu mutluluk ve gururla söyleyebilirim. Koli Art Space gibi oluşumların önemi çok büyük. Koli Art Space’in 2024 baharında gerçekleşen CI Bloom standında birbirinden değerli queer sanatçıların yine birbirinden değerli işlerini gördük. Kolaylaştırıcılarından biri olduğum Through the Window (TTW), queer sanatçıların görünürlüğünü ve temsiliyetini odağına alıyor, bu sanatçılara alan açıyor. Yine kolaylaştırıcılarından biri olduğum XSM (Ex-step Mother), queer prodüktör, sanatçı, tasarımcı ve DJ’lerin öznelerini oluşturduğu işler yayınayarak ve partiler düzenleyerek dayanışmanın önemini vurguluyor. Sınır/sız sergilerinin de queer üretim ve temsiliyetini odağına aldığını biliyoruz.
Şafak Şule Kemancı: Bence queer sanata yer veren sergilerin artması, sadece cinsel kimliklerle sınırlı kalmayıp kesişimsel bir bakış açısıyla ırk, sınıf, engellilik gibi farklı kimliklerin de ele alınmaya başlamasıyla olumlu bir dönüşüme işaret edebilir. Özellikle hem Türkiye’de hem de dünyada trans ve cinsiyetsiz sanatçıların seslerinin duyulmaya başlaması beni çok mutlu ediyor. Ancak sanat dünyasında maalesef queer sanatçıların deneyimlerinin derinliğini ve çeşitliliğini görmezden gelerek bizi egzotik birer gösteri ya da sempati nesnesi haline dönüştürme eğilimi de söz konusu. Bu konuda biraz farkındalık geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Çınar Eslek: 2008 yılında Hafriyat’ta gerçekleştirilen “Makul’’, birçok sanatçının katıldığı ve queer pratikleri barındıran bir sergiydi. O zamandan şimdiye kadar Türkiye’deki siyasi, sosyal ve ekonomik sert iklim, hükümetin muhafazakâr duruşunun yarattığı zorluklar yaşam alanlarımızı kısıtlayıp sanatçılar, yazarlar, düşünürler, mimarlar ve diğer alanlarda üretim yapanlar için birçok engel oluştursa da ters orantılı olarak son birkaç yılda, queer sanat üretimleri, sergileri ve tartışmaları hem dünya genelinde hem de Türkiye’de verilen çabalarla daha geniş bir kimlik ve deneyim yelpazesini kapsayacak şekilde genişledi. Dijital platformların yükselişi, queer sanatın yayılmasını kolaylaştırarak sanatçıların küresel bir izleyici kitlesine ulaşmasını sağladı. Sosyal medya ve çevrimiçi galeriler, queer ifade ve topluluklar oluşturmak için önemli mekânlar haline geldi.
Yekhan Pınarlıgil: Dünya çapında bir patlama yaşıyoruz sanırım. Queer’in kapsamına giren ya da girdiğini düşündüğümüz çok büyük sayıda sergi ve eser görüyoruz. Müthiş şeyler üretiyor sanatçılar, gerçekten heyecan verici. Ama bunun yanında, “queer” etiketini iyi kötü sırtlayarak “moda”dan faydalanan ve görünebilirlik uğruna “queer” bir tutum edinmeye çalışan birçok iş de var.
Türkiye’ye gelince… Queer’i ne şekilde tasvir edersek edelim , bedeni düşünmeden oraya varamıyoruz. Ancak burada beden üzerine konuşmak halen çok ciddi bir sorun teşkil ediyor. Bir yandan “queer” sergiler açılıyor, diğer yandan kurumlar ya da kurumsallaşmış mekânlar gelebilecek baskıdan çekinerek bir nevi otosansür uyguluyor ve bu alanlarda kolay kolay inisiyatif almıyor. Dolayısıyla çelişkili, tutarsız bir sanat sahnesi çıkıyor ortaya. Bir kez daha söyleyeceğim, işin temeline inmeye ve bedeni daha özgürce tartışmaya ihtiyacımız var. Bunu alternatif bir şekilde yapabiliyoruz ama bu alternatif yolların kurumlara ve dolayısıyla topluma sızmaları özgür bir sanat üretimi ve tabii özgür yaşamlar için elzem.
Ulya Soley: Son birkaç yılda Türkiye’de gerçekleşen Sınır/sız sergileri, Through the Window Project, Koli Art Space’te gerçekleşen sergiler gibi örneklere baktığımızda çok güçlü üretimlerle karşılaşıyoruz. Bir yandan da, daha kurumsal yapıların konservatifleştiği söylenebilir. Küresel ölçekte ise (son dönemde Venedik Bienali, documenta gibi etkinlikleri düşündüğümde), queer pratiklerin giderek daha görünür olduğunu söyleyebilirim. Görünür değişimlerin arkasındaki uzun ve karmaşık süreçlere de bakmak gerekirse, aslında bu değişim kimlerin sanata erişebildiğinden kimlerin desteklendiğine kadar geniş bir skalayı kapsıyor.
Aylime Aslı Demir: Stratejik ‘varım’ın taktiksel karşılığı olarak görünürlük, Pride’ların büyüyen kalabalıklarında, bayraklarımızın çoğalan renklerinde, klasikleşmiş beden estetiğine karşı amorflaştırdığımız performanslarımızda ve toplumsal hareketlerin heyecanlı kabullerinde başarılı sonuçlar üretirken egemenin stratejisi maalesef pek çok coğrafyada basit bir etik içerilme çerçevesinde belirleniyor. Ontik iddiamızın politik ufkunun taktik olarak belirlediği “görünürlük”, etik içerilme gibi sınırlı bir kabulle karşılaştığında elbette dışarıdan içeriye doğru hareketlenmemiz de sağlanabiliyor.
Bu nedenle dünyanın kuzeyinde, pek çok “saygıdeğer” sanat kurumu tarafından LGBTİ+ sanatçıların bahşedici bir kabullenme ile içerildiğine tanıklık ediyoruz ancak ilk soruda da dile getirdiğim gibi bir sanatı queerleyen şey, icracısının kimliğiyle her zaman sıkı sıkıya bağlı değil. Ancak Türkiye’de içinde bulunduğumuz politik atmosferin her geçen gün LGBTİ+ varoluşunu, mücadele yöntemlerimizi kriminalize etmesine tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de queer sanata odaklanan sanatçıların -Türkiye bağlamında pek âlâ LGBTİ+ sanatçılar da diyebiliriz- hem sanatçı olmalarından hem de odaklandıkları alan itibariyle, oldukça kaygan bir zeminde, oldukça güçlü işler ürettiğini söyleyebiliriz.
Leman Sevda Darıcıoğlu: Türkiye’ye baktığımda her konuda olduğu gibi queer sanat alanında da bu soruyu kestirme bir cevapla geçiştirmenin zor olduğunu düşünüyorum. Bir yandan ülke son yıllarda gitgide daha çok içine kapanır, yalnızlaşır ve koşullar siyasal alandan gündelik yaşama sertleşirken baskı ve şiddet, dolayısıyla ciddi bir sansür ve alan kapanması görüyoruz, diğer yandan queer üretimler, söylemler ve (bir kimlik kategorisi olarak) queer sanatçıların görünürlüğünün ciddi oranda arttığına da şahit oluyoruz. Gece hayatından çağdaş sanata, müzikten edebiyata, dijital sanata birçok kulvarı kat eden merkezsiz bir üretim ve görünürlük şu an mevcut olan. Bir zamanlar belki (Hafriyat gibi alanlarla bir dirsek teması içinde) İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nın merkezini tuttuğu bir queer sanat kulvarından ve yıllar içerisinde daha çok gece hayatına sıkışmış bir görünürlükten bahsederken şu an temel farkın merkezin bu şekilde dağılması olduğunu düşünüyorum. Sınır/sız, Through the Window Project, Koli Art Space, XSM Recordings ilk aklıma gelen örnekler bu noktada. Ve Türkiye’de queerin şiddet ile doğrudan içinde olduğu ilişkinin “doğası gereği” queer sanat halen radikal bir duruş sergiliyor.
Dünyaya Batı’dan baktığımızda ise neoliberalleşen LGBTİ+ politikaları içerisinde queer sanatın ne olduğunu kimlikten ayırmak ve queerin yalnızca arzu ve beden politikasının ötesinde her yana yayılan radikal bir sistem eleştirisi olduğunu hatırlayarak bu alana bakmak önem taşıyor. Bugün (tabii ki aksi örneklerin varlığını yadsımasam da) özellikle Batı’da karşımıza çıkan birçok queer sanat örneğinin bunu atladığını görüyoruz. Dört yıldır yaşadığım Berlin’den bahsedersem queer, genel sanat sahnesinin temel bir aktörü, hatta neredeyse bir şartı. Bunun bir yanını güzellesem de bir diğer yandan queer estetiğin handiyse tektipleştiği, moda endüstrisiyle de yakın bir temas halinde olan bir estetik biçiminin norm haline geldiği yadsınamaz. Bu noktada Batı’da birçok zaman queer sanatın radikalliğini kaybettiğini söylemek mümkün.
Fisun Yalçınkaya: Türkiye’de Sınır/sız sergileri, Koli Art Space ve Through the Window Project, ayrıca son dönemde izlediğimiz “Pov” sergisi, kişisel sergiler derken yukarıda saydığım queer sanatın ifade olanaklarıyla ilgili birçok konuyu tartışacak çeşitliliğin oluştuğunu görüyorum. Hayatta kalma ve ses çıkarma meselesiyle sınırlı kalmıyor Türkiye’de quuer sanat, bunun ötesinde dallanıp budaklanıyor, çiçekleniyor. Ancak onu değerlendirmek, yazmak, derlemek ve en önemlisi dünyadaki teorilerin yetemediği noktada onlarla yeniden okuyup teorize edebilmekte henüz yolumuz var gibi geliyor. Son yıllarda queer üretim benim için nefes anlamına geliyor. Bunu doğrudan ülkenin durumunu özetlemeye çalışmadan söylemek istedim, çünkü evet ilişkili, tepkili, karşılıklı ama hiçbir zaman bize dayatılan duruma tabi değil queer sanat bu coğrafyada. Ayrıca Aylime’ye katılıyorum ve etik içerilmeyi gündeme getirdiği için teşekkür ediyorum.
Bahsettiğiniz gibi bir yandan LGBTİ+ hareketi baskı altında. Ancak bir yandan da queer sanatın, “kullanılıp atılabilir” bir trend muamelesi görmesi, “LGBTİ+ kotası” gibi bir kategorizasyona indirgenmesi ya da queer sanatçılara bir yandan görünürlük vaat eden bir yandan da “korumak” ya da “aşırıya kaçmamak” gerekçesiyle sansür uygulayan, dolayısıyla sanatçıları otosansür yapmaya iten durumlar yaşanıyor. Siz böyle bir durumla karşılaştınız mı? Türkiye’de queer sanatın bu anlamda zarar gördüğünü düşünüyor musunuz? Bu tür durumlara karşı nasıl tavır alınabilir?
Fisun Yalçınkaya: Hayatımızın her yanı otosansür ve sansürle çevrilmişken buna örnek vermektense bu sansürle ilişki kurma biçimlerimizin nasıl değiştiğinden bahsetmek isterim. Sansürü bugün kabul ediyoruz ve evet böyle bir şey var o zaman onun karşısında ne yapabiliriz nasıl tavır alabiliriz diye işe koyuluyoruz. Yani gördüğüm ortak tavır bu. Ama ne yapılabilir derseniz bence özel olarak her durumda farklı. Queer sanatın zarar gördüğünü düşünüyorum çünkü Şafak’ın da belirttiği gibi çeşitlilik konusunda bir sınırlama yaşanıyor ve sürekli bir yasak ya da karşıtlık üzerinden hareket ediliyor. Doğrudan zarar veren bir durum bu. Aynı zamanda queer sanatın zarar görmediğini düşünüyorum çünkü içinde bulunulan duruma yanıt üretmekten ister azade ister onun sınırları içinde gitsin queer sanat kendi çatlağını her zaman buluyor.
Aylime Aslı Demir: Egemen tarafından hizaya çekilmişliklerini bizim “aşırılıklarımızla” dengelemeye çalışanlara, olduğundan fazla güç addedilen muhafazakâr bir hegemonyadan doğru yüzlerinde yılışık bir gülümsemeyle ‘anlayış talep’ eden sözde demokrat, eşitlikçi, özgürlükçü kurumlara, zamanda defalarca ifadelendirilen vasat bir eleştiriyi tekrarlamak istemem burada. Egemenin erilliğininkibrinden zerrece ayrılmayan bir ihanet öyküsü bu. “Yeni”ve “Gerçek”olanın taşıyıcısıyız, basit bir cinsiyet siyaseti gütmüyoruz, “Çilenin arefesinde askıda kalmış son prova”da sadece izleyici olmayı seçtiler -canları sağ olsun.
Kübra Uzun: Sansür/otosansür mekanizmasının özünde fobi olduğu aşikâr. Biz queerler, bence, söylemek istediğimizi her ne olursa olsun bir şekilde söylüyoruz. Bazen zaman alabiliyor, bazen farklı bir forma bürünebiliyor ana fikir ancak mesaj en nihayetinde görünür oluyor. Kendi adıma sansüre maruz kaldım mı…net hatırladığım bir örnek yok, ama hayır kalmadım diyemem! Olduysa da ya ‘Peki canım bay’ demiş ve ilişkilenmeyi kesmişimdir.
Leman Sevda Darıcıoğlu: Ben sanat alanındaki sansür/oto-sansür konusunun daha kompleks olduğunu düşünüyorum. Queer sanata girmeden önce genel birkaç şey söylemek isterim: Kısıtlama ve baskıya bakmak için sansürden daha geniş bir merceğe ihtiyacımız var ve bunun için kısıtlayıcı uygulamalar yerine kurucu taktiklerin egemen normlar ve politikalarla ilişkisine baktığımız zaman ne olduğunu daha net görebiliriz.
Batı’nın devlet fonlarıyla ilerleyen sanat dünyasında devlet politikalarından bağımsız bir sanat anlayışının geçersizliğini Filistin’deki katliamı izlediğimiz son sekiz ay güçlü bir şekilde kanıtladı. Türkiye’deki gibi devletin desteklerinden çok özel sermaye üzerinden gelişen bir sanat alanında ise sermayenin iktidar ile ilişkisi alanın normlarını belirlediğini görüyoruz. Ertelenen son İstanbul Bienali üzerinden açılan tartışmalarda bahsedilen konu da bu oldu. Her ne kadar bu tartışmalar genel olarak hızla sönümlenmiş olsa da Buradan Nereye? forum serisi gerçekleşmeye devam ediyor. Türkiye’de yaşamadığım için ancak uzaktan takip edebilsem de bu gruba ve açılan tartışma platformuna çok değer veriyorum.
Queer sanat özeline gelirsem elbette ki bu normların etkisi aşikâr. Buna karşı ne yapılabilir noktası ise bu konudan dertli olanların bir araya gelmesine bağlı bana kalırsa. Forum serisine dahil olan queer sanat alanı aktörleri olduğunu biliyorum, belki bu serileri sürdürmek ve çoğalmanın içerisinde hep beraber bir yanıt, yanıtlar bulunur veya bu arayışın kendisi zaten bir yolu, yolları çizer.
Ben kişisel olarak sergilemek istediğim bir işi engelleyici bir sansür ile karşılaşmadım Türkiye’de lakin bunun çok fazla bir şey söylediğinden emin değilim tam da o işi sergilemeye gelene kadarki süreç sanat alanının normları içerisinde ilerlediği için.
Queer’in bir trend haline gelmesi, LGBTİ+ kotası indirgemesi vb. konularına Türkiye sanat alanında henüz genel ölçekte bahsedemiyorsak da Batı’da böyle bir gerçeklikten kesinlikle bahsedebiliriz. Ben bunun geçerli olduğu alanlarda buna karşı da stratejiler geliştirmeyi önemsiyorum. Keza proje ekipleri veya kurumların kapsayıcılığını ve ilericiliğini kanıtlayan araçlar haline dönüşüp projelere “renk” getiren bir süs bebek olarak eklenmemiz queerin tüm politikliğinden arındırılıp egzotik, estetik vb. içi boş nesnelere/işlere dönüşmemiz anlamına geliyor. Ve tabiki bununla queer sanat(çıy)a alan sağlamaktan değil, tüm yapıyı aynı tutarken bir kota doldurmak için yapılan eklemelerden bahsediyorum.
Yekhan Pinarligil : Açıkçası çok tuhaf toplumlarda yaşıyoruz. Sanatın herhangi bir kısmı için “kota”, “trend”, “mazur miktar” gibi tanımlayıcı kelimeler kullandığımızda bu yapılan şeyin hâlâ sanat olduğunu savunmak gerçekten çok zor. Bir “güvenlik alanı” belirleyip sanatsal ve düşünsel üretimi bu çerçevenin içine sıkıştırmak bana diktatörlük zamanlarını hatırlatıyor. Etrafımızda şöyle kısaca bir göz atalım: toplumda bireylerin eşitliğinden bahsediyoruz, ancak ultra özgürlük kisvesini sırtlanmış sosyal medyada göğüs ucu ayrımcılığın net bir ispatı olarak karşımızda. Çıplak “erkek” gövdesi müstehcenlik olarak düşünülmezken “kadın”a ait meme ucu görünür olduğunda, herhangi bir şekilde size savunma imkânı bırakmadan, imgelerinizin sansürlenmesi için bir neden. Bambaşka bir yerden bakalım: Uluslararası sanat sahnesinde feminizm ve özgür düşüncenin mimarları olarak düşünebileceğimiz Valie Export, Mona Hatoum, Sanja Ivkovic ya da Marina Abramović gibi sanatçıları ülkenin gözde kurumlarında sergilediğimiz için gurur duyuyoruz. Peki Valie Export’un Mann, Frau und Animal (1970-73) i̇simli videosunu gösterebilir miyiz? Carolee Schneemann’in Meat Joy (1964) ya da Interior Scroll (1975)’unu? Ya da Kurt Kren’in Mama und Papa (1964)’sını ve tabii Nil Yalter’in La femme sans tête (1974)’ini ? 1968 ve civarındaki kırılmanın etkilerini yüklenerek günümüzde yaşanan sosyopolitik (LGBTİ+, queer, feminist) değişimleri tetikleyen bu üretimleri nesnel şartlarda izleme olanağı bulamayan genç sanatçı, düşünür ve tarihçiler kendilerini nasıl konumlandıracaklar? Hangi bağlamda düşünecek ve üretecekler? Maalesef kurumlar ve bireyler bazında hissettiğimiz otosansür toplumda hüküm süren püritenlik ve riyakarlıktan besleniyor diye düşünüyorum. Bu tahakkümden etkilenen ve buna eleştirel bir şekilde yaklaşan, durumu değiştirmek isteyen kesim inanılmaz küçük bir azınlık ve haliyle de ezici çoğunluğun şiddetinden çekiniyor. Bu yüzden de ya aradaki kültür uçurumunun nispeten güvenli kıldığı marjda kalarak üretiyor, ya da seviyeyi “kabul edilebilir” sınırlara indiriyoruz.
Türkiye özelinde verdiğiniz örneklerin birçoğunun kolektif ve bağımsız çabaların ürünü olduğu görülüyor. Kurumlar bağlamında queer sanatın sadece sergilenmesi/izlenebilmesi değil sanatçıların üretimlerinin de desteklenmesi için önerileriniz ya da dünyadan verebileceğiniz örnekler var mı?
Fisun Yalçınkaya: Şöyle bir program var: QUEER|ART|MENTORSHIP, bunun gibiler yararlı sanırım, bir de Aşkın L Hali öykü yarışması sanırım bu alanda bir arşiv oluşmasına katkıda bulunuyor. Aklıma gelen iki örnek bunlar.
Aylime Aslı Demir: Kurucusu olduğum Ankara Queer Sanat Programı Konuk Evi 3 yıl içinde 18 sanatçının sanatsal üretim süreçlerini (konaklama, ulaşım, günlük harcama ödeneği, prodüksiyon bütçesi vb.) destekledi.
Fisun’un da bahsettiği Aşkın L* Hali serisinin ortaya çıkmasına vesile olan Kadın Kadına Öykü yarışması bu yıl 19. çağrısını yayınladı. Lezbiyen, biseksüel ve trans kadınların öykülerinin özneler tarafından yazılmasını teşvik eden yarışmanın 2006’dan 2020’ye ödül kazanan öykülerinin yer aldığı “Aşkın L* Hali” kitapları 5 cilt olarak yayımlandı, şu sıralar 6. cildi yayına hazırlıyorum.
Fire Island Artist Residecy de LGBTİ+ sanatçıların üretim süreçlerini destekleyen kurumlardan biri.
Leman Sevda Darıcıoğlu: Seda Ergül ve Tuna Erdem’in kurduğu Londra’da bulunan Queer Art Projects geliyor aklıma, performans, film/video gösterimi, sergi gibi etkinliklerin yanı sıra yeni prodüksiyonları da destekliyorlar zaman zaman.
İki yıl önce kaybettiğimiz sevgili Ali Betil Türkiye’de queer sanatı kendim de dahil birçok sanatçıya kimi zaman aylık burs, kimi zaman proje bazlı destek gibi kaynaklar ayırarak destekledi. Burada onun adını anmak da isterim.
Yekhan Pinarligil : Türkiye’deki yapılanma konusunda benden daha bilgili arkadaşlar detayları yazacaktır diye düşünüyorum. Batı Avrupa’da spesifik olarak queer sanat ya da LGBTİ+’nın kültür üretimini destekleyen farklı boyutlarda inisiyatifler elbette var. Ancak aynı coğrafyada bana daha umut verici gelen başka bir durum söz konusu. Genellemek her ne kadar mümkün olmasa, hatta bir kısım kurum halen fobik tutumlarını korusalar da, bahsettiğimiz alanlardaki üretimler hakkında genele yayılan bir ihtimam ve dikkat söz konusu. Bu tabii ki sosyal değişimlerden bağımsız değil; onlarca yıldır verilen emeğin bir karşılığı! Almanya’nın en ciddi ve ağırbaşlı müzelerinden biri olan Deutsches Historisches Museum’un Schwules Museum’la birlikte düzenlediği “Homosexualität_en” ve dikey hiyerarşinin ağır bir şekilde uygulandığı Fransa’da Centre Pompidou’nun ziyaretçilere sunduğu “Over the Rainbow” adlı sergileri sanırım iki önemli örnek olarak verebiliriz. Yani uzun lafın kısası, bu sınırlı coğrafyada queer sanat için üretim desteği sadece belirli kurumlarla kısıtlı değil, hemen hemen sahnenin geneline yayılmış durumda.
Bu noktada kendi çalışmalarınız üzerinden bir değerlendirme yapalım. Çalışmalarınızda queer düşüncenin izini nasıl görebiliriz?
Can Akgümüş: Sanat üretim pratiğimde öncelikle norm kaygısının olmaması queer düşünceye kapı aralar. Hafıza çalışan bir sanatçı ve küratör olarak öne sürdüğüm meselelerde kimlik olgusuna dair kalıpların sınırlarını kaldırmak için özel bir çaba sarf ederim. Queer düşünce toplumsal yargılardan uzak, her türlü ikiliğin dışında durur. Bu tanım sanatın kendisi için geçerli olduğu kadar aynı zamanda adalet gibi ağır bir yükü de yüklenmez mi? Bireysel ya da kolektif üretim ve sergileme pratiklerinde ortaya çıkan bu etki, sadece üretenin değil izleyenin de gücüyle gerçekleşir.
Kübra Uzun: Üretimlerimin çoğu kolektif süreçlerden geçerek vücud buluyor. Genellikle bizlere ait bir şey söylüyor, anlatıyor ya da mesaj veriyor olduğundan dolayı da dinleyen, bilen herkesin, hepimizin öznesi olduğumuz işlere dönüşüyor. ALAN2020, yine Mx. Sür ile yazdığımız ve XSM‘den yayınlanan on dokuzuncu ve yirminci işler nam-ı diğer DJ Me(h)mure ve Benim Alfabem bunlardan bazıları. Çarpışarak, esneterek, dinleyerek, sorarak, söyleyerek, bükerek, dokunarak yeni benler yaratmayı ve bir şeyler söylüyor olmayı çok seviyorum. Koli Kanonu ve Jülyet’in Habanerası videoları ve albümleri, Salt Galata’da Amira Akbıyıkoğlu küratörlüğünde gerçekleşen Sahnede 90’lar sergisi kapsamında “Her Şey Her Şey Her Şey” ana başlığında gerçekleşen dört performanstan biri olan Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun başlıklı interaktif performans, Haziran 2023’te benim de öznelerinden biri olduğum ve Barbican’da dört kere sahnelenen Transpose BURN: Pit Party bunlardan bazıları.
Ben, “ben” değil BİZ demeye özen gösteriyorum. Tanıdığım, bildiğim ya da tanımasam da ihtiyacı olduğunun bilincinde olduğum herkese olabildiğince el vermeye çalışıyorum. XSM ve TTW gibi öznesi olduğum projelerde birlikte düşündüğümüz, ürettiğimiz, var olduğumuz ve gullümlendiğimiz alanları sürdürülebilir kılmak en büyük motivasyonumuz.
Şafak Şule Kemancı: Queer sanatçılar için kendi hikâyelerini doğrudan anlatmaları çok değerli çünkü tarihsel olarak hikâyelerimiz sıklıkla görmezden gelinmiş, sansürlenmiş, bastırılmış ve yok edilmiş. Çalışmalarımda queer tutku ve cinselliğe odaklanıyorum ve bazen malzemeyi de queer bir bakış açısıyla ele alarak türler arası, ekoseksüel bir dünya hayal ediyorum. Genellikle queer topluluğun etkileşim kurabileceği imgeleri kullanmak hoşuma gidiyor. Bu imgeler, benim için özel bir iletişim aracı ve bir şekilde birbirimize göz kırpmayı temsil ediyor. Sanat üretimimde queer toplulukta paylaşılan hikâyelerden, sevgiden ve dayanışmadan çok güç alıyorum.
Çınar Eslek: Queer kuramının ne olduğuyla değil, neye karşı olduğuyla kendini ortaya koyduğunu düşünürsek eğer, çalışmalarımda karmaşık bir varlık olarak bedenin deneyimleme ve deneyimlenme, düşünme ve düşünülme, kendini konumlama ve konumlanma olasılıkları üzerine, otobiyografik referanslar ekleyerek, mekânın bağımlı bir bileşeni olarak bedensel hareketin izlerini takip etmeye çalışıyorum. Tüm beden yelpazesinin -içerdiği metaforik anlamlarla- temsili, varlıkların dönüşümü, sınırları ve onları anlama biçimimizi sanat yoluyla bedenimin diğer bedenlerle kurduğu ilişkilerden yola çıkarak varoluşa dair önermelere dikkat çeken anlatılar oluşturmaya ve söz konusu anlatıları da içinde melez, çok bileşenli ve geçirgen varlıkların yaşadığı bir ifade dili aracılığıyla aktarmaya çalışıyorum. Amacım bu dili hiyerarşik olmayan şekilde teyelleyerek/eklemleyerek canavarlar alemini andıran bir organizma yaratmak.
Yekhan Pınarlıgil: Sorunuzu çok güzel formule etmişsiniz, teşekkür ederim. Ben bir işe başlarken “queer” sergi yapacağım diye başlamıyorum ya da öyle bir fikir olmuyor kafamda. Bugün bir sergiyi “queer sergi” olarak adlandırmak sanırım ancak bir çeşit antoloji yaparsak olabilecek bir şey. Yani bilimsel bir yaklaşımı olan tarihi okumaya yönelik bir hareketle ancak mümkün.
Ancak bunun yanında, bu yaşadığımız dönemde üretilmiş bir serginin içinde bir yerlerde queer olmaması bana şaşırtıcı geliyor. Ya da başka bir deyişle, konusu ne olursa olsun, bugünün sorunsallarıyla düşünülmüş bir sergide queer yoksa, o serginin bugüne pek de gerçekçi bir yerden bakmadığını düşündürüyor bana. Zeitgeist’la ilgili bir durum! Dolayısıyla queer benim üretimlerime de doğal olarak sızıyor, yaptığım her sergi ya da yazdığım her yazı bir şekilde queer düşünceden ilham alıyor.
Queer’in ataerkil tahakküme getirdiği eleştirel bakış -özellikle de sanat gibi sınırları zorlamaya yatkın bir stratejiyle bir araya geldiğinde- bence günümüz toplumlarında yaşamsal bir ihtiyaç. Ben bu duruma naif bir şekilde inanıyor, queer ve sanatın gücünden faydalanarak toplumdaki kontrol ve normalleştirme mekanizmalarına eleştiri getirmeye çalışıyorum.
Ulya Soley: Queer düşünceyi küratöryel pratiğe yansıtmak ne demek olabilir? Bu, uzun zamandır üzerine düşündüğüm ve çalışmalarıma yön veren bir soru. 2021 yılında Pera Müzesi’nde gerçekleştirdiğim “Zevk Meselesi” sergisinin temel meselesi, queer ve camp’ten beslenen kitsch kavramını sahiplenmenin sınıfsal ayrışmayı ve yüksek kültür-popüler kültür ayrımını bulanıklaştırma potansiyeline bakmaktı. Editörlüğünü üstlendiğim Dergi’nin 4. sayısı, 15 queer sanatçıyı bir araya getirerek mahremiyetin kamusallaşması üzerine dergi için üretilen dijital çalışmaları ve kısa öyküleri sunuyordu. Üzerinde çalıştığım projelerde queer temsiliyeti önemsiyorum, fakat bunun ötesinde bir sergiyi/yayını queer’leştirme yöntemlerinin, araçlarının neler olabileceği üzerine kafa yormayı da değerli buluyorum. Katılaşmış düzen ve normları istikrarlı biçimde bozuntuya uğratmanın (bu bir sergi salonunun alışılageldik gezilme yönünde değişiklik yapmak gibi basit bir başkaldırı da olabilir) uzun solukta önemli yapısal değişikliklere yol açabileceğini düşünüyorum.
Fisun Yalçınkaya: Kendimce uzun bir süre editörlük yapabilmek için önce muhabir olmak gerektiğini düşündüm ve farklı yazı pratiklerini deneyimleyerek kendimi eğitmeye çalıştım, yazarlık yaptığımı hâlâ iddia etmiyorum ama bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Editörlük yaparak hayatımı sürdürüyorum, bu pratiklere bakışım da bu aşamalı halden besleniyor.Yazı yazan biri olarak düşünürsem benim için anlamları dönüştürmek, muzip olabilmek, bazen sivrileşmek, keskinlikleri serbest bırakmak ama daha önemlisi kendi ifade olanaklarımın biricikliğinin farkına varmak ve biraz da neşeyle onları sahiplenmek queer benim için. Çünkü tam olarak buna oturuyor. Editör olarak feminizmden besleniyorum, karşımdakinin öznelliğine saygı duymaya ve yazarlık konusunda söylediklerimin karşımdaki yazar için de geçerli olmasını sağlamaya çalışıyorum. Başka bir yazarı da kendi ifade olanaklarını araştırması için davet edebilmeyi, açabilmeyi hedefliyorum. Bu davetle beraber çoğalmak, artmak, taşmak ve yaşamı kutlamak. Okuma pratiğimde ise bazen queer okumaların yerleştiğini, kök saldığını, farkında olmadan derin okuma yaparken ortaya çıktığını fark ettiğimde çok neşeleniyorum. Sanırım güzel bir sonucu bu.
Leman Sevda Darıcıoğlu: Esasen bunun cevabına önceki yanıtımda bir giriş yapmış oldum; queer benim için sistemsel şiddet ve dışlanmaya, marjinalizasyona bakmak için bir mercek. Sanat pratiğimde dekolonyal (kolonyalizm karşıtı) düşünceyle beraber sistem tarafından kimlerin nasıl kırılganlaştırıldığı ve marjinalize edilenlerin bu kırılganlıkla beraber var olan gücüyle ilgileniyorum. Queer komüniteye dahil olmayı tarihsel olarak şiddete açık olmak, bir kenara atılabilir, harcanabilir olmak, bir travmayı miras almak üzerinden ele alıyor, güçlendirici bir direniş olasılığını araştırıyorum.
Son yıllarda işlerimde Güneybatı Asyalı bir perspektifle geçmişi ve bugünü queer bir şekilde temellük eden direniş pratikleri üzerine odaklanıyorum. Batılı aklın alışageldiği tarihsel aktivizm ve komünite referanslarını ritüelizmle birleştirerek aklı, rasyonaliteyi önceleyen Batılı düşünceyi fesheden melez bir pratik yaratma uğraşı içerisindeyim. Kutupsal olmayan, çoklu olasılıklara açılan bir dil, sabit ve çıkışsız bir ezen/ezilen diyalektiği yerine ezilenin uyguladığı şiddeti de mevzubahis eden, şiddet ve ezme/ezilmeyi daha kompleks ele alan, ezilenin kırılganlığının gücünü ortaya çıkan bir üslup… Egemenin majör yenilmezliği ve mücadelenin kaçınılmazlığının içerisinde içine, kendine kapanmayan; hep kendinden öteye, dünyaya yayılan, yeni bir araya gelme, bir arada olma pratiklerini bir soru olarak ortaya koyan bir pratik. Noktalar yerine çizgiler, soru işaretleri ve merkezini bulduğu an kaybeden sarmallar. Bir felsefe, tutum, yaşam etiği olarak queer…
Aylime Aslı Demir: Şöyle ki; çalışmalarımı kategorize ettiğimde belli başlı üç alan öne çıkıyor: Kaos GL, Queer+, NotaBene Queer seri, Queer Akademi Ağı ve bir dönem Ankara Üniversitesi’nde yürüttüğüm seminerler, editoryal ve yayın yönetmenliği üzerinden teorik düzeydeki çalışmaları oluşturuyor; Ankara Queer Sanat Programı koordinatörlüğü ve bu dönem özellikle yoğunlaştığım yurtdışı ve yurtiçi küratörlükler üzerinden sanat alanındaki faaliyetler; son olarak da sendikal alandaki LGBTİ+’ların örgütlenme dinamikleri ile toplumsal hareketlerle queer ittifakın zeminlerini yokladığımız politik çalışmalar. Bu üç alanın geniş coğrafyasında elbette ki çok önemli faaliyetler var ama eksik olan bu alanların birbirine bağlandığı patikalar; işte bu patikalar vasıtasıyla kendi içindeki sınırlarını aşındıran ve eş-zamanlı olarak bu sınırları deneyimleyip kritik edilmesini sağlayan müdahaleler yaratabilirken diğer yandan da her bir alanın yılların alışkanlıklarından gelen statik ontolojilerini akışkanlık özelliği öne çıkan dinamik bir ontolojiye zorlayan queer müdahalelerde bulunmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Hem formda ama hem de içerikte bir araya gelen bu queer izler sadece “fark”ı merkeze alan ve onu görünüşe çıkaran bir taktik için bırakılmıyor bastığımız yerlere, aksine, bir özdeşlik prensibine dayanmasa da ortaklık zeminini üreten daha genel bir stratejinin izleri olarak görülebilir.