Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

“Sanat faydacı olmayan bir oyun alanı, biz de oyunbozanlarız”

Dirimart Dolapdere’de gerçekleşen “Paradise on Sale” sergisini :mentalKLİNİK sanatçı ikilisiyle konuştuk.

"Paradise on Sale" sergisinden görünüm, Fotoğraf: Nazlı Erdemirel

Sanatın oyunbozanlık gücünü düşünmek :mentalKLİNİK’in işlerine bakarken iyi bir çıkış noktası olabilir. “Eğlenmenin kronikleştiği, mutluluğun bir zorunluluk olduğu, her anın ve aktivitenin ‘iş’e dönüştüğü günümüzde ancak sanatın doğası bize ihtimalleri sorgulatma fırsatı sunuyor ya da biz sunduğunu sanıyoruz. Artık hiçbir şey o kadar da keskin değil” diyen ikilinin son sergisi 11 Haziran 2023’e dek Dirimart Dolapdere’de görülebilir. Paradise on Sale [Cennet Satışta] isimli sergi bir heyecan dalgasının dolaşırken imkânsız kılındığı, sanki korkulan sonsuz cennete varmadan önce bizi son çıkışa doğru iten sesler, kokular, görüntüler ve gözetlenmeler bütünü. Sergiyi oluşturan kavramları ve çalışma pratiklerinin son seyrini :mentalKLINIK’le konuştuk.

Öncelikle cennet kavramı üzerine gitmenizle başlamak istiyorum. Kapitalizmin çöküş döneminde, izlenmenin, gözlenmenin ve takip altında hissetmenin baskınlığında vadedilen cennet kavramı nasıl bir yerde duruyor sizce? Cennetle bir hesaplaşmadan bahsedebilir miyiz?

Kapitalizmin çöküşü kutlamaya değer bir fantezi. Kamusal mekân ve özel alan arasındaki sınırları kültür, sanat, sosyoloji gibi pek çok disiplin 20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılın başında tartışarak, irdeleyerek, estetize ederek feshetti. Bugün şeffaflık maskesi altında görünmez olan gözetleme teknolojilerinin iktidar alanındayız. Bio-gözetleme teknolojileri dahi sorgusuz kabul edilebilir halde. Hayatımızı, bedenimizi, davranışlarımızı derin kazı alanına çeviren azman madenciler olan FAANG ve (Facebook, Amazon, Apple, Netflix, Google) yörüngesindeki avcıların iktidarında, biz son biyolojik güvencesiz insanlar ile arttırılmış yetenekler yüklenmiş yarı-kahraman insanlar ve yapay zekâ arasında yaşanmakta olan yeni dünya gerçekleri kapımızda. Bu sürprizsiz gerçeklik kalın, derin ve opak bir “yeni gerçeklik” duvarı örmekte. Sanatçı olarak biz de bu derin mekanizmanın hem bizim bakışımızda yarattığı algı değişimlerine hem de görünmez politikaların yarattığı anksiyetelere refleks üretiyoruz. Hipergerçeklik şu âna, bedene sızmış ve onu dönüştürmeye başlamış olan bu yeni “hiperkapitalizm”de saklı bizce.

Bir metafor olan cennet ancak vulgar kapitalizmde satışa çıkarılabilir. Ama bir şeyi satabilmek için ona sahip olmak gerekmez mi? Sahip olmadığımız hatta var olmayan, defalarca ürünleştirilen vaatler, içerik yenileyerek tekrar tekrar sunulan cennetleri satarak sona geldiğimizin semptomları Paradise on Sale [Cennet Satışta] sergisinin mikro-kliması Dirimart’ta galeri kurumunun dinamiklerini esneterek mekâna sızıyor. Eğlenmenin kronikleştiği, mutluluğun bir zorunluluk olduğu, her anın ve aktivitenin ‘iş’e dönüştüğü günümüzde ancak sanatın doğası bize ihtimalleri sorgulatma fırsatı sunuyor ya da biz sunduğunu sanıyoruz. Artık hiçbir şey o kadar da keskin değil. Fiziksel hayatın “oyunsallaştırıldığı”, sanatın “eğlenceselleştirildiği”, tüm zeminlerin altımızdan çekildiği, gerçeği yitirdiğimiz, her şeyin, herkesin, her an başka bir şeye dönüşebildiği gerçek ötesi günümüzde gerçeği feshettiğimiz anda cennet ütopyasını da feshetmiş bulunmaktayız. Hepimiz bu işin içindeyiz, izleyiciler de suç ortaklarımız.       

Kendi Yapay Zekâ tanrılarımıza günah çıkarıp, tavsiye dinlerken, günah-öncesinden, günah-sonrasına geçerken, azmanlar fiziki ve meta-Gılgamış destanını hazırlamışken bizler bireysel ütopyalara satılık cennetlerde erişmeye çalışıp her seferinde kendini tekrar eden bir Narcissus lanetiyle baş başa kalıyoruz. Gözlerimiz 8K’ya ayarlanmış; her duruma, görüntüye filtre takarak hipergerçekliğin neşeli yüzeyinde dolanıyoruz.

Ancak cenneti aramaktan vazgeçtiğimizde, cennet ve cehennem, ütopya ve distopya diyalektiğinin karşıtlığının dışına çıkıp üçüncü bir bakış atabildiğimizde başka ihtimaller de görünür olmaya başlayabilir. 

Yasemin Baydar ve Birol Demir, Fotoğraf: Nazlı Erdemirel

Deneyimleri içkinleştiren ve içinden geçilen dünyayı baştan kuran bir pratiğiniz var, demek doğru olur mu? Nasıl ilerliyorsunuz? Çalışma düzeniniz nasıl? Malzeme, kurgu ve kavramlar nasıl birleşiyor pratiğinizde?

:mentalKLINIK; akıl ve pratik, Yasemin ve Birol gibi iki kelime, iki birbirini dışlayan anlamdan yepyeni bir anlam kuran, yeni bir kimlik yaratma imkânı tanıyan üçüncü bir durum, üçüncü bir kişi olarak geniş bir bünye. Kurulduğumuz günden beri çizgisel bir evrimden ziyade, kendi evrenimize dönük bir disko topu gibi çok yönlü yaklaşımlarımızı sunuyoruz. 365 gün, 24 saat birlikteyiz. Yaşadığımız her “an” pratiğimizin ve teorimizin zemini. Birbirimizi yıkarak, silerek, birleştirerek üçüncü bir duruma ve personaya çalışıyoruz. Biz :mentalKLINIK’e çalışıyoruz; bu da sürekli bir ego yıpratma faaliyeti, devamlı bir bireysel başarısızlık, tamamlanmama hali. Kendimize, sanata ve üretime heretik bir yaklaşım. Bir stil, kategori, lineer bir zaman anlayışı gözetmeden metinler, eserler, nesneler, görüntüler, maddesiz formlar birbirleriyle ilişkilenerek ya da birbirine ilişerek tekrar tekrar yeni kurgulara, sergilere evriliyor. Malzemeler, tercih edilen renkler, kelime dağarcığı tüm ilişkisel, ideolojik katmanlarıyla eserleşiyor. Kuruluşundan bu yana :mentalKLINIK kendi çevresini, dostlarını, işbirlikçilerini ve düşmanlarını üretti. 

:mentalKLINIK sergileri mikro-klimalar yaratıyor. Mikro-klima çevresindeki büyük iklim özelliklerinden ayrılan küçük iklim alanıdır ve çevresinden farklı ürün yetiştirilmesine olanak tanır; biz de sanat alanı içinde bir mikro-klimayız.

:mentalKLINIK, bedenimizin ve beynimizin işleyebileceğinden fazla bir bilgi ve hız bombardımanın yarattığı şiddetin, tam da bu “an” içinden geçtiğimiz zamanın dilini, ruhunu inceleyen ve dönüştürdüğü formlar, malzemeler, sanat eserleri aracılığıyla aktaran bir laboratuvar ortamı diyebiliriz. Semptomların izlerini sürüyoruz; aklımızı ve bedenimizi etkileyen konular, kavramlar, davranışlar üzerinde yaptığımız klinik bir çalışmayı, anksiyetenin, arzuların, tatminsizliklerin, hayal kırıklıklarının ve kısa süreli hazların estetiğini kurarken güncel estetiğin cazip dilini ödünç alarak aynı dili bir tehdit unsuruna dönüştürerek karmaşık bir ilişkiler ağında sunduğumuz bir işkence odasına dönüştürebiliyoruz.  

Aslında bunlar pek sebepli davranışlar da değil. “Sanat”ın fonksiyonsuz alanı bizi kışkırtıyor; tüm disiplinler içinde en azından kuramsal olarak (sistem olarak değil) sanat faydacı olmayan bir oyun alanı, biz de oyunbozanlarız.

İdeal olanın ve anlamın boşa düştüğü, bir kutlama sonrası heyecanın yerini dağılmaya bıraktığı bir evren var sergide. Bu kutlama size göre hangi zamanda, nasıl başlamıştı onu merak ediyorum. Anlam aramak, anlamın bizi yapılandırması size ne ifade ediyor? Anlamın boşa düşmesi 20. yüzyılla beraber düşününce nasıl bir yerde duruyor?

Asla anlam peşine düşmedik. Anlamı, ideal olanı, bekleneni bulanıklaştırmak, bakışın yönünü, açısını değiştirmek ve yansıtmak için bir sonun kutlamasını kurguluyoruz her seferinde. Yeni başlayacak uğruna. Yeni kavramının konfor alanını kıran gücü adına. Geleceğimizi harcadığımız için gidecek bir yer, olunacak bir zaman olmadığı bilinciyle ‘an’ı kutluyoruz; eğlencenin edepsiz dilini, bir sonrakinden hemen önce patlattığımız, çoktan unuttuğumuz şampanya telinin patlama anını (Moet) geniş zamana taşıdığımız anları birbirine zincirliyoruz. “Paradise on Sale” sergisi havada süzülen dev bir yerleştirme; zeminde ve duvarda sadece yaratılmış düzenin paramparça ve hayali yansımalarını yakalayabildiğimiz, tüm duyularımız iğdiş edilircesine başka yönlere çekiştirildiği, her eserin, nesnenin kurban edildiği bir şölen. Altında şiddet yatan bu dünya, sağlam bir parti sonrası akşamdan kalma hissini veya sonun ima edildiği üstü kapalı bir başlangıcı andırıyor. Kırılacak bir zemin kalmadığında, anlamı da yitirdiğimizde bizlere kalan “zalim iyimserlik”. Belrant’ın dediği gibi, “‘zalim iyimserliği’ üreten çaresizlik ‘sıradanlığın krizinden’ doğar, yaşamı daha çok ‘ufka doğru görkemli bir yüzüşten çok köpekleme yüzerek sığ suda gezinircesine’ deneyimlediğimiz bir yaşam tarzı. ‘Köpekleme yüzerek sığ suda gezinmek,’ biçim ve estetikle daha az ilgilendiğimiz (‘görkemli bir yüzüş’), bir varış yerine (‘ufuk’) dair daha az kaygılandığımız ve yüzeyde kalma çabasıyla ve hatta kıyıya, herhangi bir kıyıya varmakla daha fazla uğraştığımız vahşi bir metodolojiyi anlatır.”

Bilinmezliğin ve bilgi arayışının arasında bilimkurgu evrenleriyle de çok konuştuğunu düşünüyorum serginizin. Nasıl bir yerden, hangi izleyiciyle konuşuyor size göre?

:mentalKLINIK kurulduğu günden bu yana çoğulcu, çoklu bir bakışla güncel olana gelecekten bir perspektifle konuşuyor. Bugünün güncel sanat pratiklerini tek bir potada tanımlamak mümkün değil; biz kendimizi “egosantrik” sanatçı kuşağından ayırarak 21. yüzyılın paylaşımcı, geçişli, açık dünyasına yakın buluyoruz. 

Bilimkurgu janrasında gelecek tahayyülünün gerçek zamanla mesafesinin çok kısaldığını, hatta çok sık bilimkurgunun içine mi düştük hissine kapıldığımız bir zamana tanıklık ettiğimizi düşünüyoruz. Gerçek bizden uzaklaştıkça “unreal” hızla kuruluyor. Biz, fiziksel gerçekliğimize ve sanal olana ait her iki dünyayı da tanıyan bir geçiş kuşağıyız. Fiziki olan ile sanal olanın üst üste bindiği bu üçüncü gerçeklik alanında fiziksel olanın sanal ve sanal olanın fiziksel göründüğü bu eşik üzerindeki estetiğe temelleniyor yaklaşımımız. Sanatı, kendine ait bir gerçekliğin yaratılabileceği nadir bir alan olarak görüyoruz. :mentalKLINIK, yalanları hakikate ya da sahte olanı gerçek olana dönüştürmekten ziyade, bir poker oyununda olduğu gibi partnerinin blöf yapıp yapmadığını ya da söylediğinin doğru olup olmadığını asla bilemediğin bir duruma sürüklüyor ve oyundaki gerilim, oyunun kendisi bile bu belirsizlikten besleniyor. İşlerimiz, izleyicilerin tatsız bir gerçeklikle karşılaştığı ve neşe ile umutsuzluk arasında salındığı bu çok ince çizgi üzerinde yer alıyor. 

Isabelle van Den Eynde Galeri’deki “Truish” (2017) sergisinde “Gerçek bile yeterince doğru değilken sanat nasıl yalan söyleyebilir?” demiştik. Gerçek sonrası (post-truth) kavramı 2016 yılında Oxford Sözlüğü’nde yılın kelimesi olarak açıklanmıştı. İnsanların genel fikirlerini objektif hakikatten çok duygu ve inançlarının belirlediği bu dönemde bilimsel kanıtlara, bariz doğrulara rağbet olmadığında yaşadığımız bu gerçeklik krizi ile sanatın gerçeklikle hesaplaşması da sürekli değişim içinde. Gerçekmiş gibi yapanı sanatla tekrar dönüştürebilir misin? Bugün asıl olan bu kaygan, muğlak zeminde, bağlamların koptuğu entelektüel dünyada nasıl var olabiliriz sorusu. Sanatçı olarak bu derin “zaman-mekâna” maden arar gibi küçük olasılıklar, aralıklar, imkânlar için arkeolojik bir bakışla yaklaşıyoruz. 

“Paradise On Sale,” bu neşeli karanlık çağın baştan çıkarıcı ekran manzaralarına hapsedilen satüre edilmiş yüzlerimiz, filtreli bedenlerimiz ve fazlasıyla narin ruhlarımız için vaat edilmiş bir sergi. İzleyici “Paradise on Sale” sergisine suç ortakları olarak davetli. 


Zaman ve mekân kavramlarını, bilgisayar ortamında üretilmiş cinsiyetsiz karakter Frenemy üzerinden inceliyoruz sergide. Onun arayışı ve temsil ettikleri neler?

“Öteki”ni feshederek yalnızlaşan, övgüyü de cezayı da kendine yönelten güncel insan Narcissus’un lanetini yaşıyor. Bugünün atmosferinde her bir birey kendi “kamusal karakter”lerini tasarlamakla, ürünleştirmekle meşgul. 21. yüzyılda paradoksal bir şekilde pasif tüketimden kişiselleşmiş alanımızın anonim olarak aktif üretimine, güvencesiz, süreli şöhretlerimizle kendi-imajımızı yeniden, yeniden üretmenin meşguliyetine kapanarak kullanıcı-üreticiler olduk. Gelecek kaygılarımız göz ardı edilirken kariyer yapmak bile eski bir şakaya dönüştü. Kendimizi anlık “beğeni/like” dopaminleriyle tatmin ederken, açgözlü sistem için önemli olan biz değil, aktivitemizdir. Bu yanılsama içinde dev data havuzunu aktif olduğumuz süre boyunca data parçacıklarıyla besliyoruz; bunu da Meta’da kurulacak yeni evrenler, Meta-karakterlere kaynak olarak, Meta’nın müstakbel yaşayanları ve müşterileri olarak yapıyoruz.

Frenemy, fiziksel ve virtuel olanın üst üste birleştiği bir zaman-mekân algısından yola çıkarak iki gerçekliğin birbiri üzerindeki tahakkümü, birbirini etkileme biçimleri, bu karşılaşmadan doğan gerginlik adına bir ilk karşılaşma. İzleyicide yarattığı algı değişimleri, erotik bedene bir tehdit gibi ya da belki zararsız bir arkadaş bu meta-insan. Herhangi bir modele bağlı olmadan yarattığımız bir data-performansçısı. :mentalKLINIK, meta-performans topluluğunun ilk üyesi. Ne bu dünyaya ne de meta dünyaya bir aidiyeti var. Bir replika da değil. Bedeni değiştirme, güzelleştirme, ölümsüzleşme arzularının bir yan etkisi. Şu anda karşılıklı bakışıyoruz. Bugünün hiper-bağlantı dünyasında, değişen dünyanın, evini kaybetmiş dilin yeni olanaklarını, ifade biçimlerini yaratmak, yeni bir dağarcık kurup içinde yaşadığımız hızlı ve vahşi değişimin etkilerini aktarabilmenin bir biçimi olarak Frenemy gelişen teknolojilerin marifetlerini kullanarak ama aşırıya kaçmadan, Hollywoodlaştırmadan kendi evrenimize eklendi.

Cute Spy’ın sergide uyandırıcı bir rolü var gibi geliyor bana. Onu ve kokuların uyarıcılığını bir arada izlemek anlamlı gelmişti. Size göre bu seyirlik hali orada sonlanıyor mu yoksa devam etmeye mi yazgılı?

:mentalKLINIK’in 1998’den beri arzuladığı ve kendine öncelediği altıncı, yedinci ve sekizinci duyulara yol açan bir kurguya sahip. “Paradise On Sale” sergisi de bu yaklaşımın bir devamı olarak hafızaya yerleşmeyi, duyuları harekete geçirmeyi ya da sinsice erotik bedene yerleşip bilinçaltı düzeyde kalıcı kılmayı ve yeniden çağrılacağı ana kadar beklemeyi planlıyor. Ta ki izleyen bir şampanya patladığında aldığı kokuyu duyana, açılışta giydiği ayakkabıda bir konfeti tanesini yakalayana kadar. Sergi bir geri-çağrışımla izleyicinin belleğinde belirmeyi bekleyen bir varlık gibi olmalı bize göre. Görme duyusunun uzun zamandır bloke edildiği bir süreçten geçtik, diğer duyularımız da her daim hedef halinde ancak tüm duyulara bir koreografiyle giriş yapıp duyu blokajlarını çatlatabiliriz diye düşünüyoruz.

Şampanya kokusunun ilk patlatılmasının trajikçe kısa “an”ından ilham alan ve bizi Moet heykelleriyle tekrar bağlayan Happily Dizzy kokusu bizi o trajik “an”da askıya alırken Awfully Witty kokusu edepsiz bir şaka gibi yakılmış iki maytabın bir ilişkinin falına bakan LUV eserini sergiye maddesiz olarak işliyor. ÆTHER: Conceptual Parfumery ile hazırladığımız bu kokular serginin hafızası olarak işleyen görünmez bir yerleştirme.

Cute Spy suç ortaklığımızı izlerken (kaydederken; kayıt fonksiyonunu sergide kullanmıyoruz ama potansiyelini vurguluyoruz) bizler onun sempatik gözlerine kendimizi tüm sevecenliğimizle sunuyoruz. Etrafımızı çevreleyen tüm aygıtların casuslara dönüştüğü, yardımcı aygıtların bizi direkt olarak sistem yararına bir ürün geliştirici ve bir sonraki versiyonunun da tüketicisi haline getiren bu düzeneğin robotik sinir bozucu heykeli Cute Spy.

“Sevimlilik” kavramı; çekiciliği, çocuksuluğu, evcil hayvanları, feminenliği, bunlara atanan zayıflık, bakıma muhtaçlık gibi hisleri bilinçli olarak tüketim cazibesine dönüştürerek, duygularımızı sömürerek, satın alma ve data sağlayıcı olarak gönüllü hale geldiğimiz bir tuzak olarak karşımızda yine. Bir baykuşun tüm bilge, kadim temsillerinin ötesinde sevimli, göz hareketleriyle bize “mutlu, yorgun, şaşkın vb.” mesajlar fırlatan, bu arada da tüm datayı kaydedip aktaran bir hiper-casus olarak ideolojilerin, stratejilerin bizi nasıl ele geçirebildiğinin göstergesi.

İşlerinizin sergilenmesi sırasındaki etkinliklerinizden de bahsetmek istiyorum, bu sergide bir masa etrafında Masa Konuşmaları etkinliği düzenlendi. Bir araya gelmek ve ona dair bir kurgu yaratmakla da ilgileniyorsunuz. Biraz bahsedebilir misiniz önceki sergiler ve etkinliklerden?

Sanat alanı eğitim misyonunu fazlasıyla üstlendiği, sanatın korunaklı duvarları içinde tekrar korunaklı, kuralcı, pozitif bir yaklaşıma kendini sapladığı bu dönemde etkinlik yerine farklı stratejilere ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Sanatın büyülü duvarlarını tekrar aktive etmeli ve içinde kamunun beklentileri dışına çıkılmalı. Tüm dünyada sanat alanı keyfi alınmaların, iptal kültürünün sanatın potansiyelini önleyecek şekilde abartıldığı, sansürlendiği bir iklimde sanatçının rolünün eğlendiren, programı dolduran bir “celebrity” haline çekilmesi çabasıyla çoğunluğa hitap etmek isteyen etkinlik fikirleri bizce “sanat”tan çalıyor.

Masa Konuşmaları’nı :mentalKLINIK’in kurulduğu 1998’den beri kendi iç sistemindeki çalışma biçimlerinin bir devamı ve güncellenmiş hali olarak aktive ettik ve devam edecek bir form olarak dağarcığımıza yerleştirdik.

Masa Konuşmaları’nda katılımcıyı, 2015’te gerçekleştirdiğimiz “83% Satisfaction Guaranteed”de sergilediğimiz Candy Crash isimli kumarhane halı desenlerinden esinlenerek Some Time 1712 eserinde kullandığımız stickerlardan yarattığımız desenli halıyla kaplı bir masa/heykel/kaide karşılıyor. Masa Konuşmaları, :mentalKLINIK’in performans yaklaşımının devamı olarak kurgusal bir yaklaşımla yapıldı. Zaman aralığının keskin bir şekilde saçmalığı ile 12 Mayıs akşamı birincisi 18:33-19:39, ikincisi 20:32-21:37 Dirimart Dolapdere’de gerçekleşti. Masanın etrafında herkesin konuşmacı olarak davet edildiği, tekerlekli ofis sandalyelerinde oturduğu, masanın tonu ayarlanmış bir sinema ışığıyla aydınlatıldığı hiyerarşiye geçit vermeyen bir formda gerçekleşti. Sıcak halı yüzeyinin çekiciliği, sinema ışığının kapsayıcılığı ve kurgusal atfı konuşmaların ‘mood’unu etkilerken zaman zaman hepimizi bir sorgu odasına ve suç ortaklarına da sürükledi. Can Kantarcı tuttuğu tutanakları kendi deneyiminden geçirerek kurgusal bir metne dönüştürmek üzere gözlemci olarak masada yerini aldı. Davetliler ve izleyicilere masanın yüzölçümü ve sandalye sayısı kadar açık bir performatif konuşma gerçekleşti.

:mentalKLINIK performanslarında eğlence dünyasını, üretim zamanını, boş zaman vaatlerini stratejik olarak mercek altına alıyoruz. Alışıldık deneyimleri kurgu bir ortamda parantezleyerek sinema ışıkları altında izleyiciyi içine çektiğimiz canlı zamanı kurgusallaştırıyoruz. Farklı duyuların manipülasyonu, sosyal fobiler performanslarımızda önemli öğeler. 2000 yılında ilk açtığımız “Uyku” sergisinden itibaren Maksut Aşkar (Neolokal) ile kavramın bedende hissedileceği içkilerden. 

“FRESHCUT”, 2013 (MAK_Vienna) Karlar altında bir Viyana gecesinde müzenin baskın, büyüleyici salonunda sanat ve zanaatın eşiğinde, çiçeklerin dilsiz dünyasının hâkim olduğu kurgusal bir dünya yarattık ve duygusal kesme ve dilimleme sanatı ile yaratımın şiddetli zanaatını robotik spotlar altına aldık. Orkun Şentürk ile hazırladığımız ses yerleştirmeleri manüplatif bir etki olarak sergi ve performanslarımıza eşlik etti. “MAGMAONTHEMOUNTAIN,” 2013 yılında İstanbul Modern’de gerçekleştirdiğimiz 50 kişiye özel sadece kaşıklarla servis edilen yemek deneyimini şef İskender Şenocak’a sorular olarak aktarılan kelime/kavram/duygu aracılığıyla kurulan diyalog izleyici/misafirlere sunuldu. Yemek partisi ritüeli Luis Buñuel’in The Discreet Charm Of The Bourgeoisie (Burjuvazinin Gizli Çekiciliği) filmindeki bir sahne gibi sinema ışıklarının altında gerçekleşti. “TERRIBLYJOLLY” ise 2012 yılında gerçek zamanlı heykel diye tanımladığımız 30 dakikalık bir sabah gece kulübü olarak kurgulandı. Yanlış zamanda yanlış yerde olma hissini yaratan tamamlanamamış bir zevkin, yarım kalan bir eğlencenin, sosyal fobilerin kışkırtıldığı bir performanstı.Bu deneyim eğlence ve gece hayatının vaatlerini gün ışığının çıplaklığı ve gerçekliğiyle karşı karşıya getirdi. Eğlence, kendini bırakmak ve sorumsuzluk hissiyle, geceyle ilişkilendirilirken genellikle çalışmak gün ışığı ve sorumluluk hissiyle ilişkilidir. Bu gelip-geçici deneyim, bütün beklentileri tersyüz ederken üzerinde düşünmeye vakit bırakmadan kayboldu.

Terribly Jolly :mentalKLINIK_Stage projesi olarak ve canımız istediğinde Brüksel’deki atölyemizi yine belirli bir saat aralığında gece kulübüne, çalışma tezgâhlarımızı da bir dans pistine çevirmemizle devam etmekte.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.

Eleştiri

Almanya'daki ırkçı cinayetleri konu alan "Üç Kapı" sergisini Alâra Kuset değerlendirdi.