Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Genel

Türkiye kültür-sanat ortamında güç dinamikleri neler?

Bor Sanat konuşmalarının üçüncü açık oturumunda Türkiye kültür-sanat ortamında güç dinamikleri konuşuldu.

Bor Sanat’ın düzenlediği Türkiye Kültür-Sanat Ortamında Güç Dinamikleri” başlıklı açık oturum, 8 Şubat Cumartesi günü küratör ve sanat yazarı Sinan Eren Erk moderatörlüğünde Minoa Pera’da gerçekleşti.

Önceki oturumlarda olduğu gibi, bu buluşmada da moderasyon sürecinin nasıl işleyeceği açıklanarak başlandı. Sinan Eren Erk’in yönettiği tartışmada, sanat dünyasında güç ilişkilerinin nasıl tanımlanabileceği, geçmişteki güç odaklarının bugün nasıl bir dönüşüm geçirdiği ve devlet kurumları, özel sermaye, sanat yayınları, sivil toplum kuruluşları ya da bağımsız sanatçıların bu dengeler üzerindeki etkileri ele alındı. Günümüzde güç ilişkilerinin daha çok kutuplaşmalar ve kamplaşmalar üzerinden mi şekillendiği yoksa demokratik ve şeffaf bir yapının mı hâkim olduğu tartışılırken, liyakatin sistem içindeki yerinin ne olduğu ve sanat dünyasında etik duruşun nasıl konumlanabileceği gibi sorulara da değinildi.

Sinan Eren Erk, konuşmanın açılışında, sanat dünyasındaki güç ilişkilerini Türkiye özelinde ele alacaklarını vurguladı. Önceki oturumda yapılan oylama sonucunda bu konunun öne çıktığını belirterek, katılımcıların görüşlerini duymak ve ortak bir dayanışma ortamı yaratmak istediklerini söyledi. Oturumun temel amacının, farklı seslerin duyulmasını sağlamak, sanat dünyasında dayanışma duygusunu güçlendirmek ve birlikte düşünme pratiğini geliştirmek olduğunu ifade etti ve katılımcıları aktif olarak söz almaya davet etti.

Sanat tarihçisi ve Bor Sanat danışmanı Ebru Nalan Sülün, oturumda ilk sözü alarak tarihsel bir çerçeve çizmenin önemli olduğunu belirtti. Osmanlı döneminde sanatın saray tarafından yönlendirildiğini, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise tamamen devlet eliyle desteklendiğini söyledi. “O dönemde özel sektör, koleksiyonerlik, sponsorluk yok, sanatı devlet fonluyor” diyerek, 1950 sonrası çok partili dönemde sanat ortamının özelleşmeye başladığını ekledi. Bu süreçle birlikte galerilerin açıldığını, sanatçılar için yeni alanlar oluştuğunu ve güç dengelerinin değiştiğini anlattı.

80’lerden itibaren özel sektörün sanat dünyasında daha baskın hâle geldiğini, İKSV gibi kurumların bu süreçte önemli rol oynadığını söyledi. “Devletin sesi azaldı, özel sektör güçlendi” diyerek, İstanbul Bienali’nin sanat ortamında bir tekelleşme süreci başlattığını belirtti. 90’larla birlikte sergilerin arttığını, müzeler ve sanat kurumlarının güç dengelerindeki etkisinin daha belirgin hâle geldiğini ekledi. Pandemi sonrası dijitalleşmenin sanat dünyasını dönüştürdüğünü vurgulayarak, “Sanat tarihçi profili bile değişti, herkesin her şeyi yaptığı bir ortama evrildik” dedi ve geçmiş deneyimleri olanların bugünü değerlendirmesinin önemli olacağını söyleyerek konuşmasını tamamladı.

Sanat tarihçisi ve eleştirmen Nilgün Yüksel, 1999’da İstanbul’da sanat dergiciliğine başladığını ve o dönemde yayıncılığın sanat dünyasında büyük bir etkisi olduğunu söyledi. “İnternet yoktu, sanatçılar ve meslektaşlar dergileri takip ediyordu” diyerek, eleştirmenlerin ve yazarların güç dinamiklerindeki rolüne dikkat çekti. 2010’un önemli bir dönüm noktası olduğunu belirterek, “İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla sanat dünyasına büyük bir sermaye akışı oldu, birden galeriler çoğaldı ama çoğu sürdürülebilir olmadı” dedi. Bu dönemde birçok sanatçının yükselip hızla kaybolduğunu, vaat edilen fırsatların çoğunun gerçekleşmediğini ifade etti.

Sanat dünyasındaki değişimin sadece sanatçılar için değil, eleştirmenler, küratörler ve sanat tarihçileri için de zorluklar getirdiğini belirtti. “Rekabet arttı, sosyal medya sayesinde herkes bir persona yaratmak zorunda kaldı, samimiyet kayboldu” diyerek, sanat dünyasında kimlik sorunlarının da devam ettiğini söyledi. Türkiye’de sanat alanında hâlâ varlıklarını kanıtlamak zorunda olduklarını vurgulayarak, mesleki alanların doğru tanımlanmasının ve rekabet yerine dayanışmanın ön plana çıkması gerektiğini dile getirdi.

Galeri çalışanı ve küratör Gizem Gedik, hem kurum içinde hem de bağımsız olarak sanat yazarlığı ve küratörlük yaptığını belirterek, 90’lı yılların sanat ortamı üzerindeki etkisine dikkat çekti. 80’lerde banka galerilerinin ve bazı kurumların sanat sahnesine girmesinden önce, belirli figürlerin çok ön planda olduğunu söyledi. “Beral Madra, 80’lerde bienal döneminde büyük çabalarla etkinlikler düzenledi, bütçeler yaratmaya çalıştı. 90’larda Vasıf Kortun’un Türkiye’ye dönüşüyle, Batı’daki metodolojiler buraya taşınmaya başlandı” diyerek bu isimlerin sanat dünyasında nasıl bir değişim yarattığını anlattı. Ayrıca, uluslararası küratörlerin Türkiye’de etkinlikler düzenlemesiyle sanatçıların bağımsız örgütlenmeler yerine küratörler aracılığıyla yükselme yolunu benimsediğini belirtti.

2000’lerde İstanbul Modern ve benzeri özel sektör destekli sanat kurumlarının açılmasıyla galerilerin yayılımının hızlandığını vurguladı. “Sanatçılar, belirli figürlerin kendilerini seçmesini bekler hâle geldi, küratörlerin mesleki olarak kendini kanıtlaması da bu yapının bir parçası oldu” diyerek, sanat ortamında değişen güç dinamiklerine dikkat çekti. Özellikle 90’lardan itibaren şekillenen bu sistemin, sanatçıların görünürlüğü ve uluslararası tanınırlığı üzerinde büyük etkisi olduğunu ifade etti.

Emre Erbirer, geçmişte kültür-sanat alanında eleştirinin ve karşı duruşun daha görünür olduğunu, günümüzde ise bunun neredeyse imkânsız hâle geldiğini söyledi. Örnek olarak,  İKSV’nin bir dönem Ayazağa’da bir kültür merkezi açma girişimini ve bu süreçte Şakir Eczacıbaşı’nın İBB ile yaşadığı gerilimi hatırlattı. “Eskiden büyük sanat kurumları yönetimle açıkça karşı karşıya gelebiliyordu, ama bugün bir İKSV yöneticisinin hükümete ya da belediyeye açıkça eleştiri getirdiğini hayal bile edemiyoruz” diyerek, geçmişte eleştirinin daha güçlü bir yerinin olduğunu vurguladı.

Sanat alanındaki güç dinamiklerinden bahsederken, 70’ler ve 80’lerde kaynakların daha sınırlı olması nedeniyle ses çıkarmanın daha kolay olabileceğini belirtti. “O dönemde az sayıda büyük kurum vardı, dolayısıyla kültür-sanat alanındaki aktörlerin etkisi daha belirgindi” dedi. Günümüzde ise sanat alanındaki aktörlerin kolayca göz ardı edilebilme korkusuyla hareket ettiğini düşündüğünü ifade etti. “Bizim ve kurumlarımızın gücünün farkına varması gerekiyor. Örneğin, İKSV uluslararası arenada güçlü bir kurum, bunu gerektiğinde bir koz olarak kullanabilmeli” diyerek, sanat dünyasının güç ilişkilerinde daha bilinçli hareket etmesi gerektiğini söyledi.

Ekmel Ertan, kültür-sanat kurumlarının büyük bir güce sahip olduğunu ve bu gücün olumlu yönde kullanılabilmesi için kurumların şirket ve holding bağlantılarından bağımsız, otonom yapılar hâline gelmesi gerektiğini vurguladı. Ancak bu şekilde sanat alanını gerçekten temsil edebileceklerini ve ekonomik-politik ilişkilerden sıyrılarak gerektiğinde söz söyleyebilecek bir konuma ulaşabileceklerini belirtti. “Kapitalist sistem üç gün sonra bitmeyecek, bu sistem içinde sanat ve sermaye ilişkisini yeniden nasıl düzenleyebiliriz ona bakmalıyız” diyerek, sanatın sermaye ile ilişkisinin imkânsız değil, yeniden yapılandırılması gereken bir konu olduğunu ifade etti.

Sanat kurumlarının sadece sermaye destekli yapılar olarak görülmemesi gerektiğini söyleyen Ertan, daha demokratik bir işleyişin mümkün olduğunu ve bu dönüşümün ülkenin genel demokrasi seviyesiyle doğrudan ilişkili olduğunu belirtti. “Bugün Türkiye’de demokratikleşme açısından elimizde kalan en önemli alanlardan biri, Mardin’den Kars’a kadar uzanan kültür-sanat ağları” diyerek, sanatın toplumsal değişimde hâlâ kritik bir rol oynayabileceğini ve bu gücün doğru kullanılmasının önemli olduğunu vurguladı.

Küratör ve sanat yazarı Fırat Yusuf Yılmaz, sanat alanındaki güç dinamiklerinin yalnızca sanatçı ve izleyicilerle sınırlı olmadığını, sanatla ilgilenmeyen kişiler üzerinde de bir güç etkisi yarattığını vurguladı. Örneğin, Arter’in Dolapdere’deki mahalleliye yaptığı dönüşüm ya da Contemporary İstanbul’un mahalle trafiğini arttırması, sanatın ilgisi dışında kalan insanların yaşamlarına dahi etki ettiğini gösteriyor. Yılmaz, bu tür durumlara dışarıdan bakmanın önemli olduğunu belirtti: “Arter’in dolapderedeki mahalleli yani sanat görmeyi ajandası olmayan insanlara dahi yaptığı bir dönüşüm… Sanatla ilgilenmeyen insanların bile hayatına akan bir güç akışı var burada.”

Yılmaz ayrıca, güç dinamiklerinin çoğunlukla büyük aktörler üzerinden düşünülse de, minör güçlerin de büyük etkiler yaratabileceğini söyledi. Mobbing gibi küçük ama uzun vadede büyük travmalar yaratabilen sosyal güç asimetrilerine dikkat çekti: “Bir direktör bir gün kötü kalktı diye sabah bir stajyerin 30 sene boyunca travmaya sahip olması… Bu güç asimetrisinin sosyal kısmına bakmamızı sağlıyor.” Yılmaz, güce karşı güç üretmek yerine, “efor” sarf etmenin daha etkili bir çözüm olabileceğini belirtti: “Güce güç üretmek değil, efor sarf etmek daha iyi olabilir.”

Sinan Eren Erk, güç dinamiklerinin ve eşitsizliklerin sanat dünyasında nasıl işlediğine dikkat çekti. Liyakat sorunu ve vazgeçilebilirlik meselesine değinerek düşük kalifikasyonun ve gücün kolayca geçişken olmasının sorun yarattığını söyledi. Erk, toplumsal eşitlik taleplerinin güçlere erişimle ilişkili olduğunu belirtti ve büyük sermayenin yarattığı eşitsizlik karşısında nötr kalmanın mümkün olmadığını ifade etti. Ayrıca, gücü reddetmenin önemli olduğunu düşündüğünü vurguladı: “Gücü sahiplenmek yerine reddedebilirim… Mikro düzeyde gücü reddedebilmek önemli.”

Erk, küratörlük kavramının son yıllarda sanatçılardan daha çok ön plana çıkmasının da sorunlu olduğunu belirtti. Türkiye’de küratörlük eğitimine dair eksikliklere dikkat çekerek, küratörlerin son yıllarda çok fazla yükseldiğini ancak aynı zamanda belirsiz bir konumda olduklarını ifade etti. “Sanatçılar için konuştuğumuz konuyu bugün küratörler için konuşuyoruz,” diyerek küratörlerin güçleriyle ilgili endişelerini dile getirdi. Erk, küratörlerin giderek daha fazla seçme gücü kazandığını, ancak bunun beraberinde belirsizlikleri de getirdiğini savundu.

Ebru Nalan Sülün, Erk’ın gücü reddetmekle ilgili söylediklerine atıfta bulunarak, gücü reddetmenin yanı sıra bunun yerine güç birliği kurmanın önemini vurguladı. Kolektifler ve sanatçıların bir araya gelerek birlikte ne yapabileceklerini düşünmelerinin, günümüzde oldukça kritik bir rol oynadığını belirtti. Özellikle sanatçıların birleşerek güç oluşturmasının, büyük sermayenin etkisinin azaltılması açısından önemli olduğunu ifade etti. Günümüzde, sanat dünyasında bu değerlerin korunmasının ve güç ilişkilerinin yeniden şekillendirilmesinin gerekli olduğunu belirtti. 

Melike Bayık, küratörlük eğitiminin Türkiye’de eksik olduğunu ve YÖK’ün bu alanda henüz bir tanım yapmadığını belirtti. Küratörlük mesleğinin son yıllarda düşüş yaşadığını, gençlerin daha çok etkinlik yönetimi ve sahne sanatlarına yöneldiğini ifade etti. Ayrıca, Türkiye’de galerilerde istihdam edilen küratör sayısının çok az olduğunu, Avrupa ve Amerika’da ise galerilerin küratör ekipleriyle çalıştığını söyledi. Bu eksikliklerin, bağımsız küratörlük için daha fazla destek ve altyapı gerektirdiğini vurguladı.

Argonotlar Kurucu Yayın Yönetmeni Kültigin Kağan Akbulut, 15 yıllık sanat yazarlığı tecrübesine dayanarak, Türkiye’deki güncel sanat ortamının etkisini ve gücünü yeterince oluşturamadığını belirtti. Sanat alanının, sinema veya edebiyat gibi daha geniş kitlelere ulaşabilen alanlarla kıyaslandığında, çok daha az etki yarattığını vurguladı. Akbulut, sanatçıların yaptığı bağımsız projelerin görünürlüğünün düşük olduğunu ve genellikle şans faktörüne dayandığını söyledi. Sanat dünyasında yapılan projelerin büyük bir kitleye ulaşmadığını ve bu durumun sektörde etki yaratamama sorunu yarattığını belirtti.

Bir diğer önemli nokta, Akbulut’un sanat dünyası ile kurumsal dünya arasındaki ilişkinin zayıflığına dikkat çekmesi oldu. Örneğin, markaların sanata yatırım yapma kararları daha çok ticari çıkarlarına dayalı oluyor ve sınırlı bir kitleye hitap eden sergilere büyük bütçeler ayırmıyorlar. Akbulut, Argonotlar Almanak gibi projelerin kurumlara gelen çok sayıda başvurudan hiyerarşide en altta olduğunu, bu nedenle desteklenenler arasında yer bulamadığını, bunun sebebinin de sanat dünyasının gücünü ve etkisini gösterememesiyle ilgili olduğunu vurguladı. Buna rağmen, Akbulut, Türk sanat ortamına olan güvenini sürdürüyor, ancak etki alanının genişletilmesi gerektiğini ve bu gücün daha görünür hâle getirilmesi gerektiğini belirtiyor.

Hale Albayrak, sektördeki gençlerin, özellikle güncel sanat alanında, karar alma mekanizmalarına dahil edilmediğini ve genellikle sosyal medya ya da metin yazarlığı gibi daha dar alanlara hapsolduklarını belirtti. “Gençler genelde ya sosyal medyacı ya da metin yazarlığı gibi alanlarda alanlara hapsediliyor,” diyerek, gençlerin fikirlerinin genellikle yeterince ciddiye alınmadığını vurguladı. Ayrıca, Albayrak, bu durumu “orta yaşlı, beyaz, orta sınıf, heteroseksüel erkek hâkimiyeti” ile ilişkilendirerek, bu tür yapılarla sık sık karşılaştığını ifade etti.

Bununla birlikte, sosyal medyanın güncel sanatta önemli bir rol oynamaya başladığını belirterek, bu platformların sanatı daha erişilebilir kıldığını savundu. “Sosyal medyada karşılaştığımız işte sergilerden influencerların görüntüler paylaşması… aslında kamusallığa da alan açtığını düşünüyorum,” dedi. Eskiden galerilerin “çok beyaz ve dışarıdan erişilemez” alanlar olarak algılandığını hatırlatan Albayrak, artık sosyal medya sayesinde “çok daha kolay erişilebilir” hâle geldiğini belirtti.

Mor Dayanışma’dan Eylül Naz Baklacı, kültür sanat alanında ekonomik konuların genellikle konuşulmadığını ve gençlerin çoğunun sigortasız staj yaptığına dikkat çekti. “Birçok yerde staj yaptım çoğunda sigortalı değildim ve sadece yemek parası karşılanıyordu,” diyerek, bu durumun yaygın olduğunu belirtti. Ayrıca, iş hayatına atıldığında yaşadığı mobbing ve hak ihlallerine de değindi. Gençlerin, deneyimlerini ve haklarını birbirlerine aktarması gerektiğini vurgulayarak, “Deneyimleri paylaşmamız gerekiyor,” dedi ve örgütlenmenin bu süreçte önemli bir rol oynayacağını belirtti.

Ekmel Ertan, sanat dünyasında bazı kurumların AICA tarifesini uygulamadığını ve bunun sektörde büyük bir sorun olduğunu vurguladı. “Bunları ifşa etmek gerekiyor,” diyerek, birkaç kurum dışında büyük çoğunluğun sanatçılara ve küratörlere AICA tarifesinde yer alan telif ücretlerini uygulamadığını belirtti. Ayrıca, bu durumun kültür-sanat alanını sömürüye açık hâle getirdiğini ve kimsenin bu alandan faydalanmak için görünürlük peşinde koşmadığını söyledi. Sanat kültür alanının sömürü alanı olmadığını vurgulayarak, bu anlayışın değiştirilmesi gerektiğine dikkat çekti.

Hazırlayan: Hale Albayrak

İlginizi Çekebilir

Duyurular

Geçen yıl Argonotlar Almanak 2023’e destek veren Bor Sanat, bu yıl işbirliğini kariyerinin başındaki sanat yazarlarına destek vererek sürdürüyor.

Kütüphane

İMALAT-HANE'de devam eden Nancy Atakan’ın “Beni Yok Etme” adlı kişisel sergisinin küratör metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Kütüphane

Labirent Sanat’ta devam eden Abdo Yalçınkaya'nın “Supernatura” başlıklı kişisel sergisinin katalog metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Kütüphane

22 Şubat 2025'e kadar SANATORIUM'da görülebilecek Gülşah Mursaloğlu’nun "Pul Pul Döküldü, Ufalandı Zaman" başlıklı kişisel sergisinin sergi metni Argonotlar Kütüphanesinde.