Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

Yapı malzemelerinin ortasında kırılgan biri

Umut Azad Akkel ile “Ortada/it” projesinin ilk ayağı olan sergisini, göçmenlik deneyimlerini ve sanat öğrencilerinin örgütlenmesini konuştuk.

The Path, 2021

Sanatçı Umut Azad Akkel ile Almanya ve Türkiye’de gerçekleşmesi planlanan, küratörlüğünü Ozan Ünlükoç’un üstlendiği “Ortada/it” projesinin ilk ayağı olan İzmir Galeri A’daki sergisi vesilesiyle bir araya geldik. Sanatçıyla hem Paulo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi kitabının ilham verdiği sosyal kodları ve bunların oyun teması aracılığıyla ele alındığı bir deneyimi hedefleyen “Ortada/it” projesinin gelişimine dair, hem de geçmiş projeleri üzerinden sanat pratiklerini ve bu üretimlerinin nasıl bir politik zemin üzerine oturduğunu konuştuk. 20-27 Aralık tarihlerinde Galeri A’da gerçekleşen serginin sonraki ayağı Ekim, 2024’te İMÇ’deki İMALAT-HANE mekanında gerçekleşecek.

İşlerini daha önce Mamut Art Project’te (2021) görmüştük. Ancak Türkiye’de işlerini pek bilmiyoruz. Biraz kendini tanıtır mısın? Mesela, Kadir Has Üniversitesi’nde endüstriyel tasarım okumuşsun. Çoğunlukla dijital pratikler kullanıyorsun. Seni biraz tanıyabilir miyiz?

Dijital sanatçı olduğumu söyleyemem çünkü materyal benim için çok önemli.  Evet, dijital pratikleri kullanıyorum. Hatta sanat üretimimin temel taşlarından bir tanesi diyebilirim. Dijital fotoğraflarla dokümantasyon, dijital kolajlar ve videolar… Neredeyse çoğu işime bunlar üzerinden başlıyorum. Sanırım, çağdaş sanat pratiğinde üretiyorum demek, her ne kadar herkese göre değişen muğlak bir tanım olsa da, benim için daha doğru olur. 

Materyalle olan bağım okuduğum bölümden geliyor bence. Aslında benim çocukluk hayalimdi, on yaşından beri endüstriyel tasarımcı olmak istiyordum. Fakat ürettiğim işler, tasarım pratiğinin dışında kalmaya başladı ve sanat üretme yolunda ilerledim. Sanat dünyasından insanlarla tanışmaya başladım.

Materyalden devam etmek istiyorum. Senin işlerine baktığımda bir kısmında daha çok inşa edilmiş bazı yapılar, formlar gözüme çarptı. Mesela çelik kontrüksiyonlar, PVC malzemelerden büyük labirentler inşa ediyorsun ya da tuğla gibi inşaat malzemeleri kullanıyorsun. Bu malzemelere odaklanmanın özel bir nedeni var mı?

Genelde mimar zannediyorlar beni, o eğitimden geldiğimi düşünüyorlar. Aslında ben çalışmalarımı, gizli duyguları, çelişkileri ve deneyimleri soğuk, minimal bir örtü altında gizleyerek karakterize ediyorum. Endüstriyel hazır malzemeleri ve inşaat malzemelerini kullanarak kırılganlıkla ilgili kavramları maskeliyorum. İşlerim, toplumda birey üzerinden erilliğin ve aşırı işlevselliğin yüceltilmesi durumuna odaklanıyor. Yani, kamusal alanların ne tür çelişkiler ve varoluşsal mücadeleler yaratarak kırılganlığa nasıl yer bırakmadığını araştırıyorum. Bu dinamikle oynamak için de hem iç mekanlarda hem de kamusal alanlarda soğuk, endüstriyel nesnelerle enstalasyonlar yaratıyorum. Bu yerleştirmelerin detaylarına da genelde gizlenmiş kırılganlıklara referans veren video performanslarımı ekliyorum.

Peki, sen nasıl tanımlıyorsun kırılganlık kavramını?

Bunu biraz yarattığımız illüzyonların kırılması gibi düşünüyorum. Mesela benim kendim için yarattığım bir takım illüzyonlar vardı, güçlü kalmak, sürekli sağlam durmak ve daha duygusuz, soğuk görünmek gibi. Amacım tüm bunların bir illüzyon olduğunu kabul edip kendi kırılganlığımı, yaşadığım duyguları ve durumlar karşısında gerçekte hissettiğim şeyleri gösterebilmek. Kendi yaşantımda da bu duygularımı daha açık yaşamaya çalışıyorum artık. Bunun sonucunda da bireyler olarak içimizde yaşadığımız çelişkileri daha fazla görmeye başladım. Bu çelişkileri ve kırılganlıkları gizlemek bir takım acıları ve sanrıları da beraberinde getiriyor, dolayısıyla bunları açık etmek bana daha doğru gibi geliyor. Ama dediğim gibi ben kendi deneyimlediklerimi sunuyorum, kimseye bir öneride bulunmak gibi bir amacım yok, benim konumumdaki bir insan için biraz hadsizlik gibi de geliyor zaten. Ben sadece diyorum ki ben bu çelişkileri ve bu çelişkiler neticesinde bu kırılganlıkları yaşıyorum, hissediyorum ki sen de benzer şeyler yaşıyorsun, o yüzden “şimdi bir dur ve burada birlikte bunlar üzerine düşünelim” demek istiyorum. “Ben kendimi ifade edeyim sana, sen de ortadaki işler aracılığıyla bana kendini ifade et” demek gibi bir amacım var daha çok.

Hazır bahsi açılmışken biraz da işlerin üzerinden konuşmaya devam etmek istiyorum. İlk olarak ard arda yaptığın iki işin The Path ve Geduld’dan başlayalım dilersen. Bu işlerinde çıkış noktaların neydi, ikisinin birbiriyle örtüşen ya da ayrışan yanları nelerdi?

The Path’den önce yaptığım şeyler genellikle çizimler ve kolajlardan oluşan daha küçük çapta işlerdi. The Path aslında Türkiye’den Almanya’ya taşınma sürecimi ve 2015’te Berlin’e taşınmadan önceki son dönemde İstanbul’da karşılaştığım zorlukları anlatıyor. Birey ile şehir arasındaki kesişimi ve dinamiği irdelediğim bir işti. The Path’in ardından da Geduld’e geçtim. Geduld daha çok Almanya’ya alışma sürecimi ve bir göçmen olarak orada gördüğüm şeylere eleştirel bir yorum getirdiğim bir iş. Kelime anlamı olarak “sabır” demek. Önceki işlerimde göstermek istediklerimi daha soğuk formların arkasına gizliyordum ama Geduld’la birlikte daha dolaysız olmanın yollarını aramaya başladım. Kırılganlığımdan utanmamayı öğrenmeye başladığım bir süreçti diyebilirim. 

Umut Azad Akkel, Fotoğraf: İlyas Hayta

Yine geçmişte yaptığın işlerde, bir dönem başka kültürlere merak saldığını görüyorum. İran, Yunanistan ve Kore üzerine bazı kültür projeleri içerisinde yer almışsın ve kolektif olarak seminerler düzenlemişsiniz. Bu merak nereden doğdu?

Berlin’de UdK’da (Berlin University of the Arts – Universität der Künste Berlin) okurken, bazı sıkıntılar vardı. Okul çeşitlilik konusunda aşırı yavaş ilerliyordu. Alman olmayan öğrencilerin okulun parçası olması konusunda çok büyük sıkıntılar vardı. Biz de arkadaşlarımıza bir araya geldik. Okulda bir öğrenci meclisi var. Öğrenci meclisinin altında AStA diye bir kurum var. AStA da böyle nasıl diyeyim, öğrenci meclisinin bakanlığı gibi. Orada da işte ayrımcılıkla ilgili veya çeşitlilikle ilgili hiçbir şey yoktu. Biz de bunu zorladık. Meclise seçildik. Bu arada şaka gibi ama Alman öğrenciler buna karşı çıktılar. Ausländer’lar, yabancılar gelip düzenimizi bozuyor gibi laflar döndü. Saçma sapan bir tutuculukları vardı. Kavgalarla, dövüşlerle ayrımcılık karşıtı ve çeşitlilik birimini kurduk ve bir anda ben seçildim onun temsilciliğine. 

Zaten disiplinlerarası işleri seviyordum. Sonra bir sempozyum serisi yapmaya karar verdik, azınlık gruplarının temsiliyetine dair. Öğrenciler de gelsin, bilgilensin ve bu sayede yapılan istemsiz ayrımcılıklar son bulsun istedik. İlk olarak İran’dan başladık. Çünkü İran’dan gelen çok fazla öğrenci vardı. İran 101 bu şekilde ortaya çıktı. Adı üzerinde, bir giriş dersi gibiydi, İran’ın sadece İslam devriminden ve politik direnişlerden ibaret değil olmadığından, mesela orada da bir çağdaş sanat dünyasının var olduğundan bahsettik. Fava Connection ise şöyle ortaya çıktı. O dönem Yunanistan’a yaptığım seyahatler, yaşam pratiklerinin benzerliği konusunda gözlemler yapmama sebep oldu. Devamında okumalar ve Yunanistanlı meslektaşlarımla konuşmalar geldi. Benzerliklerin sadece yaşamda değil, milliyetçilik mitleri, kimlikler ve ulusal travmalarda da olduğunu farkettik. Üzerine de bu sempozyum çıktı. Bir de bir film var, Kebap Connection diye, epey kötü bir film. İsmine de ona gönderme yapmak için Fava Connection koyduk. Serinin son parçası Kore Nomad’ın çıkışı da benzer bir şekilde oldu. Okulda sayıca çok fazla Koreli öğrenci olmasına rağmen diğer azınlıklara göre çok daha fazla ayrımcılığa uğruyorlardı. Dört Koreli öğrenci arkadaş bizim birime gelip böyle bir etkinlik yapmak istediklerini söylediler, biz de tamam dedik. Zaten her şeyiyle onlar ilgilendi, biz daha çok organize ettik. Adını da onlar koydu. Böylece üçlü bir sempozyum serisi ortaya çıkmış oldu. Sonrasında da ben zaten mezun oldum.

Anlattıklarından yola çıkarak, göçmenlik meselesinin o dönem yavaş yavaş senin ilgini çekmeye başladığını hissediyorum. Son dönem yoğunlaştığın meselelerin daha çok göç, queer, kimlik, beden politikası ve bunların mekan üzerinden temsilleri olduğunu söylüyorsun. Bu başlıkların sanatında daha çok yer edinmesinin çıkış noktası bu anlattığın döneme denk geliyor diyebilir miyiz? Yoksa daha öncesinde ya da sonrasında mı şekillendi?

Öncesinde de vardı. Ben aslında Alevi bir aileden geliyorum. Baba tarafım Alevi Kürt. Türk olarak sayılmıyordum yeri geldiğinde. Almanya’ya gittiğimde ise benzer ayrımcılıkları kendi gözümle gördüm. Başkalarının hikayelerini de dinledikçe bende hakikaten bir aydınlanma oldu. Orada yaşayan göçmen kökenli Almanlarla  konuştukça kendi beyazlığımla da yüzleştim.

Geduld biraz öyle evrildi diyebilirim. Çünkü onun benim zihnimde dönüşmesi zaman aldı. Yani bu durumlarla yüzleşmek, bunu kabul etmek. Yani ben de göçmen olduğumu söylüyordum ama bunu işlerimde ifade edebilecek kadar sindirebilmek başka bir şey. Geduld bunun başlangıcı oldu. Yine aynı dönemde bir projem daha vardı, Gösterecek Bir Şey Bulamadım diye. Onu da Berlin diasporasında yaşadığım deneyimlerden yola çıkarak ürettim.

Ne kadar zamanda şekillendirdin Gösterecek Bir Şey Bulamadım projesini?

Aslında ilk üretim denemesini, 2017’de ve bir workshop’ta yaptım. Bizi o kadar zorlamışlardı ki kendimizi ifade etmek için, ben de kamera karşısında kıyafetleri çıkardım ve kendimi ifade edecek bir şey yok deyip bir histeriden bahsettim. Aslında çok da içime sinen bir iş olmamıştı. Sonra, o sene boyunca, özellikle darbe sonrası, yeni gelen çok fazla insan oldu Almanya’ya. Onların arasında çok fazla vakit geçirmeye başladım. Kendi yaşadığım deneyimlere ek olarak gözlemlediğim pratiklerin yarattığı çelişkiler üzerine odaklanmaya başladım. Oradan doğru bir şeyleri zorlama, göstermeye çalışma üzerinden halleri üzerinden ilk sergilediğimde yaşadığım şeyleri ne olduğunu daha iyi anlamaya, sindirmeye başladım ve proje daha da gelişti. 

May I Be Here isimli başka bir işin daha var, o da sanki benzer meselelere odaklanan bir proje? O nasıl ortaya çıktı? Bir de, kafamda tam olarak oturtamadığım bir kısım var. Bu projeler nasıl evrilip gelişiyor? İlk olarak bir yerlerde gösterildikten sonra üzerinde eklemeler, değişiklikler mi yapıyorsun?

May I Be Here’da da göçmenlik meseleleri ön planda, evet. Aslında o proje tam olarak dediğin gibi, zaman içinde gelişip evrildi. 2018’de yapmaya başlamıştım. İlk aslında UdK’dan arkadaşlarımla kamusal alanda işler yapmak istememiz neticesinde bir müdahale işi olarak başladı. Berlin’de de tıpkı İstanbul’daki gibi bitmeyen bir inşaat hali vardı. O dönem  İstanbul’da AKM’nın yıkılması, Taksim’e camii yapılması gibi süreçler yaşanıyordu. Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılması sürecine çok benzer bir bağlamda Berlin’de de Humboldt Forum’un yeniden inşa süreci vardı. Ben de inşaat endüstrisinin hayatımızın alanlarını işgal etmesi, bireysel varoluşları, sokaktaki varoluşu işgal etmesi üzerine metro istasyonunda bir bir enstalasyon yapmak istedim. Gerekli izinler için aylar öncesinden başvurularımı yaptım ama bir türlü olmadı, reddettiler sürekli. Enstalasyonu yapacağım gün geldi, animasyonlarım falan her şey hazır ama ortada izin yok. Sonra bunu korsan bir şekilde yapma kararı aldım.  Mekana gittik ve ben performansımı yapmaya başladım. Bu arada video kayıt alıyoruz. Güvenlikler yığıldı başımıza, polisi aradılar. Performansı engellemeye çalışıyorlar, biz onları ikna etmeye çalışıyoruz derken ben bir şekilde performansımı bitirdim. Sonra ben bu performansı farklı yerlerde on defa daha gerçekleştirdim. Sonuncusunda da aynı yere geri döndüm. Bu sefer yanımda okuldan hocalarım da vardı. Güvenlikler yine geldi. Bu sefer şey dediler, “biz bu çocuğu tanıyoruz, gelip gelip performans yapıyor, bir zararı yok”. Videoda da var bu kısım. Yani sosyal bir deneye dönüştü iş, bir göçmen bedeni olarak, orada ne kadar sürede var olabiliyorsun ve ne aşamalarda var olabiliyorsun toplumsal anlamda? Bu deneyin süreçlerini göstermesi açısından üç video kaydı seçtik, bu bahsettiğim ilk ve son video kayıtlarıyla beraber arada yaptığım performanslardan bir kaydı daha aldık. Sonra metrodaki banklardan hareketle bir obje yaptım. Bir de dijital baskılardan bir kolaj vardı, Humboldt Forum’la Gezi Parkı’nı görsel olarak iç içe geçiren. Tüm bunları açıktan politik olmaktan ziyade daha formel bir anlatımla bir araya getirerek projeye son halini vermiş oldum.

Sonraki süreçlerde işlerindeki politik öğeleri artık daha fazla ön plana çıkarmaya başladığını görüyorum. Politikanın hayatındaki yerini nasıl tanımlıyorsun ve bunların zaman içinde işlerine yansıması nasıl oldu?

Relotion aslında yavaş yavaş bunları sorgulamaya başladığım bir işti. Ben sol görüşlü bir ailede büyüdüm. Oradan gelen bazı şeyler oldu tabi. Lise döneminde bunları sorgulamaya başlamıştım aslında, devrimin gerekliliği üzerine falan düşünmeye başlamıştım. Sonra belirli dönemeçler oldu hayatımda. Relotion’da kendi geçmişimden getirdiğim soruları daha açıktan sormaya başladım. Devrimi yapan kim, devrimi yıkan kim, bu loop nasıl oluşuyor ve bu roller nasıl değişiyor diye düşünürken tam o dönem Selahattin Demirtaş, Osman Kavala gibi isimler hapse girmişti. O politik atmosferden ailem de bir şekilde etkilendi, bu nedenle kişisel bir yerden de gündemime girmiş oldu o dönem yaşananlar. Relotion böyle bir yerden doğmuş oldu. O işimde beton kullanıyorum mesela. Beton kullanmamın nedeni de beton malzeme otuz günde en sert halini alıyor. Yani, otuz gün boyunca malzeme sertleşmeye devam ediyor. Ben o videoda betonu  kalıplama işleminden iki gün sonra kırıyorum. Aslında beton bize direnmeye devam ediyor. Öyle bir değeri de var hikayenin, ben kullandığım materyallerde böyle şeyler üzerinden gitmeyi seviyorum. Ben kırdıkça o direnmeye devam ediyor aslında ama o yok oluş engellenemiyor maalesef. O direnişi ve yok oluşu göstermek istedim. Yani onu yaratan benim ve onun katılaşmasını bekliyorum. Katılaştıktan sonra da onu tekrar yıkmak istiyorum.

The Path, 2021

Benim kafamda şöyle bir şey oluştu senin sanat üretim süreçlerine dair… Gedult’la birlikte kendinden birşeyler katmaya başladığını söylüyorsun ama bence Relotion’la kendinden ve geçmişinden çok daha fazla şeyi sorguluyorsun ve daha özelini ortaya koyduğun bir süreç gibi. Ardından da Çark isimli projen geliyor. Orada da cinsellik gibi daha mahrem bir alana yöneliyorsun. Çark’ı nasıl tanımlıyorsun kendi sürecin içerisinde?

Aslında Çark bir belgesel projesi olarak başladı. Ben o dönem bir belgesel yapmak istiyordum. 2015’te İstanbul’dan Berlin’e taşınmadan önce mekanların değişimi ve yok oluşu beni çok geriyordu. Sugar Cafe diye bir yer vardı mesela. Bir süre gitmemiştim, üç hafta falan kadar. Sonra bir gittik nargile kafe olmuş. Bence bayağı politik bir şeydi yani o yerin nargile kafe olması. Bence oryantalist politikaların getirdiği bir şey. Yine benzer bir şekilde Küçük Bayram Sokak’ın oradaki mekanların da kapatılması gibi şeyler o dönem beni çok etkiledi. Ben de bunları dokümante etmek istedim. Sokaktaki cinselliğin değişimi, çark mekanlarının değişmesi, hamamların gitgide azalması falan. Bunları dokümante etmemiz lazım ki ileride hatırlayalım diye yola çıktım. Aynı dönem K2’nin Daire diye bir programı olmuştu. Orada İnci Eviner’le birlikte çalıştık ve proje bir işe dönüştü ve yine orada ilk denememi yaptım. Sonrasında da ilk olarak Mamut Art Project’te sergilendi. 

Merak ettiğim bir şey var, işlerini tanımlarken katılımcı obje ya da katılımcı enstalasyon gibi tanımlara başvuruyorsun. Bu tam olarak ne anlama geliyor? Mesela bir obje nasıl katılımcı olabiliyor?

Obje aslında kullanılabilir bir şey oluyor ve o noktada sanat işi tam olarak tamamlanıyor. O olmadan tam olarak deneyimlenemiyor ya da tam olarak anlamı konuşmuyor benim gözümde. Mesela Illumination Unit diye bir işim var. Lamba gibi bir şey var orada. Hem bir objenin hem de bir mekanın birbirine geçiş hali gibi. Obje kolajı gibi bir şey. Ama tam da değil. Ne olduğu belirsiz. Üst kısmı duvar. Alt kısmında ahşap ayakları var. Köşe lambası gibi. Lambayı açıp delikten baktığında da gözüne gelen bir bıçak var. Yani bunu yapmadan onun ne olduğunu tam olarak kavrayamıyorsun. Ya da Çark’ta da öyle. İçeri girdiğinde gerçekten o deliklere bakmak için o pozisyonları almadan o iş tam konuşmuyor.

Biraz da buluşmamıza vesile olan ve İzmir’de Galeri A’da sergilediğin “Ortada/It” projenden bahsetmek istiyorum. Bu projede Ozan Ünlükoç’la çalışıyorsun yollarınız nasıl kesişti, proje nasıl şekillendi ve neden çocuk oyunlarını seçtin?

Ozan ile zaten güzel bir arkadaşlığımız var. Aynı zamanda da diğer projeler için dirsek temasımız vardı. Ben “Ortada/It” sergisinin ilk adımlarını atmaya başladığımda, duygusal olarak zorlandığım bir süreçten geçiyordum. Bu süreçte izolasyon ve duygusal yalnızlaştırılma üzerine konuşurken Ozan bunun kamusal başka temasları olduğundan bahsetti ve aslında projenin Ezilen Pedagojisi’ile bağını o kurdu.

Kimlik, davranış ve varoluş pratikleri bir arada ele aldığım bir proje bu. Neden oyunu seçtiğime gelince, Jacques Rancière’in de refere ettiği gibi oyunun yarattığı, oyun kavramının, oyun oynamanın yarattığı bir mesafe var. Bir de temelinde bu dışlama-dışlanma hali ve bunun bir oyuna dönüşmesi, kim güç sahibi, kim değil gibi sorular var. Çocuk oyunlarının da bunun üzerine kurulduğunu düşündüğümüzde çok kesimsel bir konu. Aslında çok da bilerek seçtiğim bir şey değildi, biraz da bu yönde evrildi. İşlerden biraz bahsedecek olursam. Son dönemde ben biraz rüyalar ve sanrılar üzerine de düşünmeye başladım. Mesela Çocuk Oyuncağı işi, ezen-ezilen meseleleri üzerine konuşurken gözümün önünde beliren bir sanrıdan çıktı. Konu üzerine düşünürken ben kendimi birden elimde bir üçgen objeyle sadece üzerinde kare delikleri olan bir küpe onu sokmaya çalışırken gördüm ve hemen defterimi çıkarıp çizdim bunu o an. Kalsın ne olduğunu sonra anlarım diye. Üzerine düşündükçe yani ait olmadığım bir yere kendimi ait olmaya zorlamayla ilgili bir yerden geldiğini anladım. Bence bu eşitlik ve ebe olma pratiklerini destekleyen bir şey. Yani sen zaten istekli olarak, hani bu bir loop ya, bu loop’un içine giriyorsun. Hatta sen de bazen o küpün kendisi oluyorsun ve bir çelişki çıkıyor ortaya. Bu üçgeni alıp oraya sokmaya çalışmak da bir kırılganlık hali. Seyircinin de bu çelişkiyi görmesini ve deneyimlemesini istedim. Bir diğer iş Cube with holes on it de yine benzer bir yerden bir küpü ev zannetme yanılgısıyla alakalı. Aslında bir küp yani. Sen onu ev olarak hayal ediyorsun. Küp olduğu başından beri belli. Ama sen onu zorluyorsun ve diyorsun ki bu aslında bir eve benziyor. Onun ev olduğuna kendini ikna etmeye çalışıyorsun. Ama içine girdiğinde anlıyorsun, bu bir küpten başka bir şey değil. Bu da yine bence aynı pratiğin bir parçası. Bir şeye güvenmek ve onun başka bir şey olduğunu zannetmek. Ve aslında tam tersi de olabiliyor. Birini kandırmak ve onu bu loop’un çine çekip ezmek için de kullanılabilen bir pratik olabiliyor. Bu bahsettiklerim serginin ilk kısmını oluşturuyor. Sergide bir de Denge Oyunu diye bir video var. O iş de sergiyi ikiye bölüyor aslında. Serginin ilk kısmında bu loop’un içine nasıl girdiğimizi düşünürken ikinci kısımda da bunun analizine giriyoruz, yani bu loop nasıl çalışıyor, ezen-ezilen kendi  içerisinde nasıl dönüşebiliyor gibi soruları, mağdur dili kullanmamaya da özellikle dikkat ederek sordurmaya çalışıyoruz.

“Ortada/It” de devam etmekte olan projelerinden biri anladığım kadarıyla. Bu projenin ileride hangi yöne doğru evrileceği konusunda kafanda bir şeyler var mı, devam eden araştırmaların var mı bununla ilgili?

“Ortada/It” aslında kişisel bir yerden geliyor, ben de benzer bir süreç geçirdim, etrafımda konuştuğum arkadaşlarımın da deneyimleri benzerdi. Yine bir gün İz Öztat’la konuşurken, onun bana bir sorusu oldu. Alevi kimliğim üzerinden yaşadıklarımın da yaşadığım diğer ayrımcılıklarla benzerliği olup olmadığını sordu. Bu benim kendi içimde kaçtığım bir soruydu, kabullenmekte zorlanıyordum. Ama aslında benzer bir şekilde 90’lı yıllarda İzmir’de yaşarken gizlediğim bir şeydi, buradaki insanlarla Alevi kimliğimi gizleyerek genel kabul gören Türk-Müslüman kimliği üzerinden adapte olmaya çalışıyordum. Yani bu proje yaşadığım bu kişisel ayrımcılıkları da kapsayan bir yere doğru gidecek gibi görünüyor. Henüz bununla ilgili bir araştırma safhasındayım dediğin gibi. Alevilikle ilgili yeni yeni okumalar yapmaya başladım mesela.

Peki bir de rüyalarla ilgili çalışmaya başladığını söyledin. Gelecekte işlerin arasında bununla ilgili bir şeyler de yapacak mısın?

Bir katılımcı obje tasarısı var kafamda aslında. Gedult‘un kapsamı altında. İsmi Artificial Selection. Çıkış noktası bir rüyadan geliyor. Ben bir gün, bürokratik işlerle ilgili stresli olduğum bir dönemde, rüyamda bir merdiven gördüm. Beyaz betondandı, merdiven ve altında bir asansör kapısı vardı. Ama merdiven de bir yere gitmiyor, asansör de bir yere ulaşmıyordu. Bana bir şey vaat ediliyor, bir ilüzyon var bir yere gitmeye ilgili ama aslında hiçbir yere gidemiyorum. Ben orada öylece kalıyorum. Tasarladığım objede bunu ifade edeceğim, kurumsal ayrımcılıkla ilgili bir iş olacak.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

Özkan Işık’ın İMÇ YÜZONBİR'de devam eden “Kısır Gecesi” sergisinin metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Kütüphane

Irmak Canevi’nin “Aralıktan Seksek” adlı kişisel sergisinin metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Eleştiri

Erdal İnci'nin Art On İstanbul'da gerçekleşen "Real Estate" sergisini Oğuz Karayemiş ele aldı.

Kütüphane

Herkes Z kuşağını konuşuyor. Peki, Y kuşağı sanat dünyasında nerede?