Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Kütüphane

Zamanın bir yerinde bir sofra

“Bir Bulut Gibi Belirir Hayaletler Sofra Üstünde” sergisi üzerine sanatçı Kayahan Kaya ve Gözde Mulla’nın yaptığı konuşmanın deşifresi Argonotlar Kütüphanesinde.

“Bir Bulut Gibi Belirir Hayaletler Sofra Üstünde” sergisinden görünüm, 2024 Fotoğraf: Serhat Şatır

Uzun bir masa. Üzeri tabaklar ve bardaklarla dolu. Biraz dağınık, zamanın bir yerinde yemek yenmiş. İnsanlar kalkmış, gitmiş. Etraf boş ve karanlık. Masanın ortasında yanan tek bir mum var, erimiş, bitmek üzere. Önümüzü ve aslında masanın ve zamanın ardını görebilmek için el feneriyle gezmemizi istiyor sanatçı. Gölgeler beliriyor tavanda ve duvarlarda. Biz ve dolayısıyla ışık hareket ettikçe onlar da yer değiştiriyor.

Kayahan Kaya’nın Ka’da gerçekleşen “Bir Bulut Gibi Belirir Hayaletler Sofra Üstünde” sergisinde sofra ve masa; birbirini izleyen, kim yerlerde iç içe geçen, kimi yerlerde üst üste binen ve katmanlarla çoğalan iki kavram. İkisi de gündelik. Sofra, yemek yeme eylemini, herhangi bir yer ve tamamen durumun kendisi üzerinden kurarken, onu nesnesizleştirir, zamansal ve mekânsal olarak çokluk yaratır. Arapça kökenli bir sözcük olan sofra, yolcu yiyeceği, azık anlamına gelen “sfr” den türemiştir.

Kayahan’ın masası ise gerçek anlamda bir sofra. Üzerinde tarihsel akış içinde kimlerin gelip geçtiğini sınırlandırmayan bir sofra. Tarih öncesi de şimdiden sonrası da dahil olmuş olabilir bu sofraya. Çünkü bu uzun masada zaman lineer akmıyor. Masadaki mumu sıfır noktası olarak düşünürsek, zaman, çok yönlü bir döngünün tezahürü olur. Bu çok yönlü döngünün bir yerinde yemekler yendi, kültürler temsil edildi, devletler kuruldu, sistemler yıkıldı, tarihsel bir akışa tanıklık edildi, tıpkı her gün aile sofrasında kendi tarihimizde olduğu gibi. Ve şimdi Kayahan’ın deyimiyle düşünce dedektifliği yapıyoruz.

Bu söyleşi şöyle olacak diye düşünüyorum. Dışarıdaki işlerde gördüğümüz ipler vardı. Tıpkı oradaki diyaloglar gibi birbirimize ipuçları vereceğiz seninle. Gündelik hayatta da böyle yaşıyoruz. Bu, bizim zaten insan olarak konuşuyor olmamızın temellendiği yer bana kalırsa. Burada da ipuçlarını yakaladığımız yerden birimiz bir yere diğeri başka bir yere çekecek. Sanıyorum ki çok fazla ipucu çıkacak ve okuyucular da bir ucundan tutacaktır. Madem öyle ilk ipucunu senden bekliyorum Kayahan. Neden biz bu masadayız, masanın iki başında oturuyoruz?

Seninle daha önce yaptığımız bir söyleşi sırasında, sonrasında benim için çok kritik olacak bir soru sormuştun: “Her türlü imkânınız olsa nasıl bir sergi yaparsınız?” Tabii böyle bir soruya hemen cevap vermek çok zordu. Daha sonra bunu uzun uzun düşündüm. Gerçekten her türlü imkânım olsa nasıl bir sergi yapardım? Bu sergiden önceki çalışmalarımda buluntu fotoğraflarla çalışıyordum, dijital illüstrasyonlar yapıyordum. Küçük yerleştirmeler de yapıyordum ama onları dijital illüstrasyonlar ve buluntu fotoğraflarla ilişkilendirmeye çalışıyordum. O işleri yaparken kendimi bilgisayar monitörünün başında, çizim tabletinin önünde, kendi küçük mağaramda gibi hissediyordum. Senin sorduğun o soru, kalıplarımı kırmama vesile oldu. Gerçekten o mağaradan çıkmanın vaktinin geldiğini hissettim. Çünkü her türlü imkân derken aslında konfor alanımın dışında neler yapabilirimi ilk defa kendime sordum. Sorduğun bu soru nedeniyle masanın öbür ucunda sen oturuyorsun. Bu sergi üzerine seninle sohbet etmek istedim. Sergi tarihi 10 ay öncesinde belli oldu. Bir akşam Umut Şumnu ve Ece Akay’ın evine davet edildik, kalabalık bir ekip. Orada Umut bir soru sordu, böyle yine bir oyun gibi, “zamandan ve mekândan bağımsız bir sofra kursanız, 10 kişi davet edeceksiniz. Kimleri davet edersiniz?” Bu da yine zor bir soru. İlk başta aklıma gelenler, hayranı olduğum, birlikte vakit geçirmek isteyeceğim, vaktinden önce ayrılmış insanlardı. Bunlar; düşünür, yönetmen, oyuncu, müzisyen olabilirdi. Bu sorudan sonra eve gidip, gerçekten o 10 kişiyi listelemeye başladım; filozoflar, yazarlar, sanatçılar…

Diyalog Haritası

Bizimle paylaşacak mısın kimler vardı listede?

Hala emin değilim biliyor musun ve hala listemi tamamlayamadım.

G.M.: Aslında birazdan konuşacağımız yere gelecek sanırım, hayaletlere.

Evet ve bunu düşünürken de farklı insanlara aynı soruyu sormaya başladım. Değişik cevaplar geldi. Çok çatışmalı bir masa kurarım diyen de oldu; politikacılardan, devrimcilerden oluşan, tabakların havada uçuşacağı. Eğlenceli bir sofra kurarım diyen de oldu. Sadece tanıdıklarını davet edecek olanlar da oldu. Bu serginin çıkış noktası böyle basit bir sorudan doğdu aslında. Şunu düşünmeye başladım, kalabalık bir masada arkadaşlarımızla oturduğumuzda bir düşünürden, yazardan ya da bir filmden bahsederken, konuşup tartıştıkça o insanlar yavaş yavaş masanın etrafında belirmeye başlıyorlar. Düşünsel anlamda bu hayaletler tepemizde yavaş yavaş dans etmeye başlıyorlar. Burada 11 tabak var. Fakat asla 11 kişi olmuyoruz. Hep daha fazla, hep daha kalabalık.

Bu masa, aslında tam bu son söylediğinin üzerine zamansız ve mekânsız bir yer. Biz tarihin bir anında burada oturuyoruz. Ama bizden önce de biri vardı, sonra da var.  Burası, bir anlamda zamanın da mekânın da temsili. Çünkü ikisini birbirinden ayırabildiğimiz bir yerde değiliz. Masanın tam ortasında duran o mumun alevi ise her şeyin başladığı yer. Dolayısıyla ikimizin birbirimize mesafelenme hali de bir temsile dönüşüyor burada. Çünkü zaman her ne kadar biz lineer yaşasak da aslında öyle olmayan, çok yönlü bir kavram. Her şey o ateşi kontrol edebildiğimiz anda başladı. Çünkü kontrol edemediğimiz yerlerde o hep tehlikeydi bizim için. İki ayağımızın üzerine kalkan canlılar olarak ne zaman ki bunu kontrol etmeye başladık, ondan sonra zamanı da mekânı da, dolayısıyla yaşamımızı şekillendirdik diyerek bundan 1.7 milyon yıl öncesine homo-erectus a gidiyorum, gelsene.

Evet, aslında çok iyi bir yere getirdin ben de oradan alabilirim ipin ucunu. Bu sergide mekân tamamen karartılıyor. Masada bir mum yanıyor ve ziyaretçiler sergiyi el feneriyle geziyorlar. Tabakların içinde aynalar, aynaların üzerinde akrilikle yapılmış desenler var ve doğal olarak bir ışık-gölge oyunu başlıyor. Ben ziyaretçileri düşünce dedektifi olarak tanımlıyorum. Bir dedektiflik yapıyorsunuz. Bu da o tabağa yansıyan ışığın etkisiyle duvarlarda, tavanda desenler-gölgeler olarak görülüyor. İlk başta sözünü ettiğim o hayaletleri oluşturmaya başlıyor aslında. Milattan önceki halimize geri dönecek olursak, o mağaranın içinde yaktığımız ateşle başladı her şey ve oyun da orada başladı sanki. Mağaradaki duvar resimlerinden önce ateşin önünde otururken kendi gölgelerini fark ettiler ve muhtemelen ilk hikayelerini gölgelerle anlatmaya başladılar. Fenerle gezme ve duvara yansıyan figürleri görme halini buna benzetiyorum. Bir de çocukluğumuzda elektrik kesilirdi, mum yanardı ve hepimiz gölgelerimizle oynamaya başlardık. Çok benzer dürtüler.

Aslında senin hikâyeleştirildi dediğin yer Platon’un alegorisine dayanıyor. Şu an bizim baktığımız yerden o bir hikâye olabilir. Platon’un baktığı yerden ise başka bir şeydi. O, çok daha kapsayıcı, toplumsal bir kodu işaret ediyor. Geçerliliğini de hali hazırda yaşadığımız toplumda yitirmeyen bir alegori. Ama muhtemelen ilk başta gölgeler, hakikaten tanımsızdılar. Kendi siluetinin, kendi imajının yani kendi formunun farkında olmayan “biz”den bahsettiğimiz bir dönem. Biz şimdi aynaya bakınca gördüğümüz ya da fotoğrafta karşılaştığımız bir form. Bu şekliyle çok fazla veri var şu an bizde. Yani bilinçaltımızda bir şekilde onların hepsi bir yere, birilerine, bir şeylere tekabül ediyor. Dolayısıyla buradaki gölgeleri benzetme konusunda çok da arayışa girmiyoruz. Fakat tabaktaki ayna üzerinde oluşturduğun imaj ile ona ışık tuttuğumuzda tavana düşen sureti birbirinden ayrı iki şey değiller. Tıpkı şu an bizim seninle aramızdaki diyalog gibi onların da kendi arasında diyaloğu var. Buna nesneler dünyasıyla idealar dünyası arasındaki diyaloğun kendisi de diyebiliriz. Ve onların hiçbirisi sadece iki kişinin arasındaki değil, bizim zamanla aramızdaki, mekanla aramızdaki ya da sanatçı olarak senin malzemeyle arandaki diyalog aynı zamanda. Çünkü önceki işlerine bakınca o dijital temelli pratikten şimdi gerçek anlamda atölyeye girdiğin ve malzemeye dokunduğun bir pratiği konuşuyoruz. Bence 2500 ya da 3000 yıllarına geldiğimizde de üçüncü boyut hala çok etkileyici olacak. Hatta bir yerde zaten geri döneceğiz ona. Bu döngü tamamlanacak ve başa döneceğiz.

Bu, malzemeyle ilgili dediğin gerçekten o. Dijital mağaramdan çıktığımda aslında açıkça söyleyebilirim ki cahil cesaretiydi benimki. Çünkü ilk defa seramikle uğraşıyorum. Dağılabilirim, istediğim gibi olmayabilir. Aylin Yılmaz’ın atölyesinde yaptık tabakları, çok yardımcı oldu bana. Kumaşları aldım, onları diktim, boyadım ve gerçekten malzemeyi hissetmeye başladım. Bir de şunu fark ettim; normalde kendimi çalışma odasına kapatırım, evliyim ve sekiz yaşında çocuğum var. Onlar içeride oyun oynar. Orada, mağaramda bir şeyler yaparım. Yalnızımdır, aileden kendimi koparıp orada o mağaranın içine kendimi hapsederim. Ne zaman ki bu sergi için malzemeyle uğraşmaya başladım, aynaları koydum, bir elimde fener bir elimde fırça tavana bakarak çiziyorum, bunu Deniz ve Güney’in yanında yapmaya başladım. Böyle olunca gerçek malzemeye dokunma ve onu ailenin içinde yapıyor olma hali aslında beni daha insanileştirdi diyebilirim.

“Bir Bulut Gibi Belirir Hayaletler Sofra Üstünde” sergisinden görünüm, Fotoğraf: Mert Babaoğlu

Çünkü hayatın içine çekildin. Yani o hakikatle temasını yeniden kurdun belki şu an bu söylediğim çok büyük gelecek bazı kulaklara ama değil. Çünkü malzemeye dokunmak hakikaten bambaşka bir şey. Ve bu sürece başladığın malzeme seramik. Oldukça riskli bir malzeme kendisi. Sırlasan bağlam olarak riskli. Sırlamazsan teknik olarak riskli.

Evet, mesela bardaklar, tabaklar kırıldı, tabakları fırınladık, fırından çıktıktan sonra beğenmedim, kaldırdım. Benim için hakikaten bambaşka bir süreçti. Şu noktaya geri dönersek o dijital mağaramdan çıktığım andan itibaren, seramik yapmak için Aylin’le konuştum, bu kumaşları almak için başkalarıyla konuştum. Fikir alışverişi yapmak için sanatçı arkadaşlarımla konuştum. Bardakları antika pazarlarından topladım. Çatal bıçakları toplarken başka arkadaşlarım yardımcı oldu. Aslında mağaramdan çıkıp o geniş manzarayı, herkesin bir arada olduğu o vadiyi gördüm. Bu başka şehirlerde nasıl yaşanıyordur bilmiyorum ama gerçekten burada çok güçlü bir dayanışma ruhu var.

Malzemeyle deneyimini konuştuk. Peki, sofrayla deneyimin nasıl? Sofra, Arapçadan gelen bir sözcük. Suf ve Ar’ın bir arada kullanım, yani bir şekilde onlar bir araya geliyorlar. “Ar” aslında yolculuk etmek demek. Çünkü seferden geliyor yani o göçebe olma halinden. Dolayısıyla sofra aslında yolcu yiyeceği demek, yani azık denilen şeyi karşılıyor. Böyle bir yerden geliyor olması, buraya masa değil de sofra demen, özellikle diye düşünüyorum. Çünkü masa dediğimiz şey daha nesnel. Orada bir malzemeden bir formdan bahsediyoruz. Masa, kültürel anlamda da sonradan eklendi. Fakat sofra dediğimiz şey yerde de kurulabilen, yolculuk esnasında herhangi bir örtünün üzerindeki yeme içme halini temsil ediyor. Sofra çok daha genel, kapsayıcı bir kavram. Burası gerçek anlamda bir sofraydı, yani memleket de kuruldu, devrim de yapıldı, sanat da dönüştü, değişti ve her şey oldu, bitti.

Evet, burası sosyal bir ara yüz. Çünkü sadece yemek yemiyoruz. Sofra başında gece uzun sürebiliyor, sohbet ediyoruz, tartışıyoruz. Birçok fikri paylaşıyoruz. Memleket kurtarıyoruz. Ama gerçek anlamda da kurtarılıyor bu arada ya da yıkılıyor. Sofra üzerine, sofradayken yapılan konuşmalar, tartışmalar…

Peki, biraz sofradaki düzenden de söz edelim mi? Birbirinden son derece farklı bardaklar, kaşıklar ve çatallar var. Hatta kimi yerlerde bir mizansen yaratılmışçasına, bir tiyatro sahnesindeymişçesine bir izlenim bıraktığını söylemek mümkün, ne dersin?

Çatal kaşık düzeninde de bir standart yok aslında. Bir yerde gümüş kaplamalı bir çatal varken yanında alüminyumdan kampçı çatalı da var. Bu bir burjuva masası değil, fakir sofrası da değil. Her şeyi, herkesi kapsayan bir masa.

Çok fazla temsil var burada. Bardaktan malzemeye, fotoğraftan kampçı çatalına kadar. Farklı masalarda/sofralarda farklı karşılıkları var birçok şeyin. Tabakların hepsinde yakalayabileceğimiz birisi yok mesela bazılarında sadece kırıklar var. Bir tanesinde sadece ayna var. Orada kendimizi görüyoruz. Yani biz de varız masada.

Biz de oluyoruz tabi ki hatta birden fazla ziyaretçi burayı gezdiğinde ve masanın etrafında dolaştığında bir ışık aynadan çarpıp karşıdaki ziyaretçinin de gölgesini yansıtabiliyor. O yüzden masada hep varız. Aynaların üzerindeki desenlerin bir kısmı soyut portreleri, bir kısmı belli belirsiz bir hikâyeyi yansıtıyor, ziyaretçilerin kendi hikayelerini kurgulayabilecekleri ölçüde birbiriyle ilişkili ya da bağımsız. Sadece hayaletleri çağırmıyoruz. Düşüncelerin de uçuştuğunu görebiliriz bir metafor olarak.

Duygular?

Kesinlikle evet. Her tabak bir ruh halini de yansıtıyor diyebilirim. Bir sofradan kalktığımız zaman, o gece çok güzel geçmiş olabilir, kendimizi çok mutlu hissedebiliriz. Kızgın da hissedebiliriz. Çünkü birileriyle tartışmışızdır, birinin kalbini kırmışızdır ya da kalbimiz kırılmıştır, kendimizi kötü hissedebiliriz. Bence herkes o masadan içinde bir tortuyla kalkıyor. Kimisi çok iyi hissederek, kimisi hafif bir buruklukla kalkıyor.

Madem öyle o zaman burada personadan söz ediyoruz, sofrada. Personadan ve aslında kendilikten. Yani bu sofraya oturan, değişen ve kalkan personalar var. Mesela iş yerinde, sosyal yaşamda, ailede, tüm hallerimiz birbirinden farklıdır. Kimimiz masaya çok açık bir şekilde herhangi bir duyguya girerek oturur ya da girmek durumunda kalırız. Bu tamamen masada kimlerin olduğuyla ilgilidir bir yanıyla. Bir iş yemeğindeysen orası başka bir yer, bir aile sofrasıysa başka bir yerdir. Mesela, iş yemeği diyoruz. Sofra kelimesini orada kullanmıyoruz.

Orası süzgeçli bir yer aslında. İş yemeklerinde her şeyi konuşamayabiliriz, tanımadığımız insanların çoğunlukta olduğu masalarda kendimizi kolayca açamayabiliriz. Ama bu masa arkadaş sofrası, yani herkesin kendini rahat hissettiği bir sofra. Diğer yandan da bazen ne kadar yakın olursak olalım arkadaşımızla otururken bile başka bir ruh halinde oluruz. Fiziken orada olabiliriz ama bir şeye takılmışızdır, önümüzdeki peçeteyle ya da yemeğin artıklarıyla oynuyoruzdur. Düşünsel kaçış alanları yaratabilir masadaki objeler, elimizde tuttuğumuz peçeteye doğaçlama bir şekil verebiliriz, tıpkı bir yandan telefonda konuşurken önümüzdeki kâğıda yaptığımız bilinçdışı karalamalar gibi. Konuşurken asıl niyetin mimiklerde anlaşılması gibi belki de peçetelere verdiğimiz bu formlar ruh halimize dair birçok ipucu verebilir.

Belki burada personadan çıkıp hem izleyiciler hem sofradakiler olarak kendiliğe gelebildiğimiz yer, gölgelerdir. Ya da belki ayna ya da ışığın kendisi, belki de ateş. Sofranın bir yerinde kendimize dönüyoruz, değil mi?

Önümüzde duran tabakları zihnimizin aynası olarak düşünebiliriz. Kendimize döndüğümüz bir kaçış alanı, tavşan delikleri. Vitrindeki işlerde de bunu anlatmaya çalıştım. İsmi Diyalog Haritası. Diyaloglar, diyaloğa girememe hali, ses tonu, masada baskın olan kişiler, kendini içe kapatanlar gibi pek çok dinamik vardır masada.  

Belki de her şeyin başladığı yer, az önce söz ettiğimiz personayı terk etmeye karar verdiğimizde tekrar başladığımız yerdir. Onun da temsili olabilir mi?

Aslında bu doğru, sofrayı tasarlarken şunu düşündüm, ya çok gerçekçi bir sofra olacaktı, ekmek kırıntıları, yemek artıkları, vazoda duran kocaman çiçekler, masa üzerine konmuş şahsi eşyalar gibi ya da sofrayı daha minimal tutacaktım. Masa üzerindeki nesneleri yerleştirirken ikisinin arasındaki dengeyi sağlamaya çalıştım. Bu benim için bir tahterevalliydi. İzleyicilerin, masanın bu aidiyetsizliğini görmelerini istedim aslında, tanımsızlığı görmelerini istedim. Böylece her ziyaretçi kendini o masanın bir davetlisi gibi hissedebilecekti, personaları olmadan.

Sosyolojik, politik, ekonomik ve psikolojik olarak sınırın olmadığı, başka bir deyişle çok kapsayıcı bir sofra burası. Bu bir yanıyla uçsuz bucaksız bir durumu da beraberinde getiriyor. Yani aslında tekinsiz de bir yer burası.  

Tekinsiz evet. Ortamın tamamen karanlık olması, yanan tek mum ışığı, el feneriyle gezme hali ve masanın sosyo-ekonomik, psikolojik tanımsızlığı bu tekinsizliği yaratıyor.

Peki, senin ya da sofranın serginin ismiyle ilgili bir hikayeniz var mı? Nereden geliyor?

Sergi fikri ilk çıktığında işe önce haiku yazarak başladım. Bu fikri bir haikuya sığdıracak kadar sadeleştirebilirsem, yönümü daha iyi bulabilecektim. İlk başlarda sergi ismi daha farklıydı, sonra düşündükçe sergi isminin yazdığım bu haikulardan biri olmasına karar verdik Oğuz Karakütük’le birlikte. Bu oyun alanını bana açtıkları için Ka’ya da teşekkür edeyim bu vesileyle.

Biz masayı terk edelim mi, ne dersin? Eline sağlık.

Çok teşekkürler.


Bu metin Ka’da gerçekleşen “Bir Bulut Gibi Belirir Hayaletler Sofra Üstünde” sergisi hakkında 2 Şubat 2024 tarihinde gerçekleşen sanatçı konuşmasının deşifresidir.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

İMALAT-HANE'de 6 Ocak - 6 Nisan 2024 tarihleri ​​arasında yer alan TUNCA'nın "Muhatabı Olmayan Mutfak" sergisinin katalog metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

İrem Tok ile “Karanlıkla Buluşmak” üzerinden yakın dönem işlerini, insansız hikâyelerini, kültür-doğa-insan üçgenini ve SAHA Studio’daki çalışmalarını konuştuk.

Eleştiri

Merve Ünsal'ın "İçli Dışlı" sergisi aracılığıyla imgeler, metinler ve sesler arasındaki dolanık ilişkileri taşıyan çok kanallı izdüşümler hakkında Fırat Yusuf Yılmaz yazdı.

Gündem

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür alanındaki beş yıllık politika, strateji ve çalışmalarını, açılan müzeler ve düzenlenen etkinlikler aracılığıyla Emre Erbirer kapsamlı olarak ele aldı.