İngiliz sanatçı David Hockney’nin “Baharın Gelişi, Normandiya, 2020” isimli sergisi, 11 Mayıs – 29 Temmuz tarihleri arasında Sakıp Sabancı Müzesi’nde sanatseverlerle buluşuyor.
Ressamlığının yanı sıra aynı zamanda sahne tasarımı, fotoğraf gibi alanlarda da çalışmaları olan David Hockney, özellikle 1960’ların Pop Art hareketine sunduğu katkılarıyla yirminci yüzyılın en etkili İngiliz sanatçılarından biri.
Şimdilerdeyse, iPad üzerinde tasarladığı yakın dönem işlerinden oluşan ve Londra’daki Royal Academy’ye ve Brüksel’deki Bozar’a konuk olduktan sonra 11 Mayıs’tan itibaren Sakıp Sabancı Müze’sinde görebilme şansı bulabileceğimiz “Baharın Gelişi, Normandiya, 2020” isimli sergisiyle Hockney, bizi bir kez daha sanatının değişen temalarını ve biçimlerini keşfe çağırıyor.
Sanatçının sergisi henüz açılmışken bu heyecanın rüzgârından istifade edip Hockney’nin sanat hayatında sizlerle bir yolculuğa çıkalım istedik. Hazırsanız başlayalım…
1. İlk yıllar: Kalıplara sığmayan Hockney
Hockney 50’lerin sonu, 60’ların başında İngiltere’de sanat hayatına adım attı. Bu sıralarda sanat dünyası Soyut Dışavurumculuğun yükselen etkisiyle Biçimciliğin sönmekte olduğu düşünülen ihtişamı arasındaki boşluğu kapatmanın yollarını bulmakla uğraşıyordu. Tam da bu noktada Hockney, kendi sanatını bu ikisinin kesiştiği yerde konumlandırmayı tercih eden bir isim oldu. Gerçi onun Soyut Dışavurumculuk anlayışı fırça darbelerinin ve boyanın bolca kullanımından ziyade, etkileyici bir bütün oluşturmak için bilinçli bir şekilde ve gerektiği kadar bir renk kullanımından yanaydı.
2. Eşcinsel hakları savunucusu, aktivist Hockney
Hockney en başından beri dayatılan sosyal yapılara meydan okuyan ve hayatını açık bir eşcinsel olarak sürdüren bir sanatçıydı. Kendi cinselliğine dair bu yolculuğu henüz Royal College of Art’ta okuduğu dönemlerde yapmış olduğu ilk çalışmalarında da kendine yer bulmaya başlamıştı. 1967 yılına kadar İngiltere’de eşcinsellik yasa dışıydı, bu yüzden de Hockney sanatında eşcinselliği ele almak için kendi portrelerini çizmeye başladı. Bu sayede hem olası riskleri en aza indirgemiş hem de eşcinsel sanata önemli bir katkı sunmuş oldu.
Sonrasında ise bu dahice tasarlanmış başkaldırısını devam ettirip fallik unsurları fantastik renkler ve görüntülerle birleştirerek eşcinsel aşkı kutsayan Aşk Resimleri’ne (Love Paintings) de başladı. Bu resimler onun, bireyi, gerçek olanı ve hayali olanı birbirleriyle kaynaştırmak suretiyle eşcinsel zevk ve arzunun gerçekliğine dair bir alan açma girişimiydi. Bunu yaparken şiir ve edebiyat dünyasından da esinleniyor, Walt Whitman’ın şiirlerinden ya da Christopher Isherwood ve John Rechy gibi yazarların eserlerinden de ilham alıyordu.
1966 yılına gelindiğinde ise Hockney artık daha cesur ve açıktan göndermeleri olan işlerle gündeme gelmeye başlamıştı. Peter Making Out of Nick’s Pool (Peter, Nick’in Havuzundan Çıkıyor) isimli çalışmasını yaptığı sıralarda, siyasi arenada ise İçişleri Bakanı Roy Jenkins, İngiltere ve Galler’de eşcinselliği suç olmaktan çıkarmak için bir yasa taslağı hazırlıyordu. Hockney de o sıralar bu değişimi hızlandırmada küçük de olsa bir rol oynayarak itibar kazanmış oldu. O dönemde sanatıyla kendi hakları için ses çıkarması ve onun gibi olanların hakları için yürüttükleri bu mücadeleye kendisinin de bir katkı sunması gerektiğini düşündü ve Yunan şair C.P. Cavafy’nin 1920’lerin İskenderiye eşcinsel alt kültüründeki deneyimlerini samimi bir şekilde paylaştığı 14 şiirinden oluşan bir kitabının resimli versiyonunu yaratmak üzere çalışmalarına başladı ve bu kitap için gravürler çizdi.
Bu gravürler ertesi yıl, yani 1967’de eşcinselliğin suç olmaktan çıkarıldığı kanunla aynı zamanda yayınlandı. David Hockney bu süreci kendi ağzından şöyle aktarıyor:
Sanırım 12… 12 gravür yaptım. Bazıları hayattan, bazıları çizimlerimden, bazıları fotoğraflardan. O zamanlar bununla gurur duyuyordum ve evet, bunun iyi bir propaganda olduğunu düşünüyordum. Muhtemelen kendi adıma da biraz yararı olmuştur tabii… Başka kimse adına konuşmak değildi amacım, ben kendi hayat yolumu savunuyordum. Belki hiçbir zaman gerçekten bir aktivist olmadım evet, sadece işlerimle belki… Benim amacım işimi yapmaktı sadece, başka bir şey yaparak onu boşlamak istemedim. Ama bu değişimde biraz rol oynadıysam, gurur duyarım. Az da olsa vesile olmuş olabilirim, sanırım… insanların hayatlarını biraz olsun açmasını sağladım belki diye düşünmek istiyorum.
3. Homoerotizm
Hockney’nin ilk döneminde yaptığı bu resimler bir bütün olarak ele alındığında eşcinsel arzuya dair bir propaganda olarak sayılabilecek sanatçının kendi dünyasına ait göndermeler, edebi referanslar ve üslup çeşitliliğiyle dolu. Sanatçının 1961’deki We Two Boys Together Clinging (Biz İki Oğlan Birbirimize Sarılıyoruz) isimli işinde örtük bir biçimde ele almaya başladığı unsurlar 1962 tarihli Cleaning Teeth, Early Evening (10PM) W11 (Diş Temizliği, Akşamın Erken Saatleri) isimli eserinde daha göstermeci bir hal almaya doğru ilerliyordu. Londra Metro istasyonlarında gördüğü grafiti benzeri çizimlerden esinlendiği bu resimde, iki biyomorfik figürün Colgate diş macunu şeklindeki penis benzeri çıkıntılarından yine ağız benzeri oyuntularına bir macunun sıkıldığı görülmektedir. Her ne kadar queer bir sanatçı olarak bu tür işlerle yeni bir yol açmaya çalışsa da bu tuhaf figürlerin yanına okul aşklarının baş harflerini de ekleyen Hockney’nin doğrudan olmasa bile bir şekilde bunun yaratacağı galeyandan ve eserin şok ediciliğinden de beslendiğini düşünmek mümkün. Elbette o kariyeri boyunca ne zaman kurnaz davranacağını ve ne zaman yüksek sesle çığlık atacağını hep çok iyi bilen bir sanatçı oldu.
4. Kaliforniya yılları
Sanatıyla aktivizme destek olduğu bu yıllarda Hockney bir yandan da akademik çalışmalarına da devam etti. 1962’de Royal College of Art’tan üstün başarı ile mezun olan sanatçı, ardından 1965 yılında University of Colorado’da atölye eğitimleri ve 1966 yılında ise The University of California at Los Angeles (UCLA)’da desen dersleri vermeye başladı. Bu yıllarda uluslararası alanda da görünür olmaya ve yine aynı yıl tamamladığı Beverly Hills Housewife (Beverly Hills’li Evhanımı) isimli çalışmasıyla camia içerisinde fark edilmeye başlamış. Diğer yandan yine bu yıllarda gündemine aldığı ve Amerikan yaşam tarzına odaklandığı ve birçok farklı tekniği denediği Los Angeles yüzme havuzu resimleri serisiyle de ününü artırdı. Bu yüzme havuzları serisinin ilk resmi 1964 tarihli California Art Collector (Kaliforniya Sanat Koleksiyoncusu) isimli çalışması iken, ona asıl popülerliğini kazandıran ve sanat dünyasının ilgisini üzerine toplayan çalışması ise 1967 yılında bir diğer Kaliforniya üniversitesi olan Berkeley’de sanat eğitimi vermeye başladığı zaman yaptığı A Bigger Splash (Daha Büyük Bir Sıçrama) isimli resmi olmuştur. Kaliforniya fotoğraflarından referanslar alarak yaptığı bu eser aslında bir üçlemenin sonuncu resmi. Üçlemedeki diğer çalışmaları ise sırasıyla The Splash (1966) ve A Little Splash (1966) isimli resimleridir.
5. Büyük Sıçrama
A Bigger Splash, Los Angeles’ta bol güneş alan bir yüzme havuzunu tasvir ediyor. Havuzun arkasında pembe modernist bir bina ve boş bir sandalye var. Komşu binaların silüetleri binanın geniş penceresine yansıyor. İki cılız palmiye ağacı ve oldukça düzgün bir çim sınırı, özenle bakımı yapılmış bahçeleri gösteriyor. Hockney’nin bu dönemine ait tabloları için alışılmadık bir şekilde, görünürde kimse yok ve sahne neredeyse tamamen hareketsiz… sıçrama dışında. Peki bu resmi bu kadar ikonik ve baştan çıkarıcı yapan ve aradan geçen elli küsur yıla rağmen hâlâ çok modern gösteren nedir?
Resim Kaliforniya’nın mükemmel bir tanıtım görüntüsü gibidir âdeta. Kentin yaşam biçimine dair sembollerinin, dekorunun, klişelerinin bir taslağıdır: kusursuz bir gökyüzü, tek katlı modern evler, palmiye ağaçları ve tabii ki yüzme havuzları… resimdeki o “yapımcı” koltuğu, varlığıyla bize Hollywood’un çok uzak olmadığını hatırlatıyor belki de.
Tüm bu bağlantıları daha iyi anlayabilmek için belki de sanatçının o dönemki yaşantısına biraz göz atmak gerekebilir. Hockney, Kaliforniya’yı ilk kez 1963’te ziyaret etmiş, kendisinin yaşadığı Londra’dan oldukça farklı bulduğu bu şehrin güneş ışığı ve rahat yaşam tarzından oldukça etkilenmişti. Burayı kendisi için ‘vaat edilmiş topraklar’ olarak görüp sonraki kırk yılın çoğunu bu şehirde yaşayarak geçirecekti. Hockney’yi etkileyen sadece Kaliforniya’nın güneş ışığı ve yaşam tarzı olmayacaktı elbette… Hollywood ve ünlülerin yaşantısından da oldukça etkilenecek ve belki de bu sebeple 1971’de Londra’ya döndüğünde yapımcılığını Jack Hazan üstlendiği ve üç yıl boyunca kendisinin çalışmalarını, yaşamını ve sosyal çevresini belgeleyeceği bir filmde yer almayı da kabul edecekti.
Bu kapsamda A Bigger Splash, her ne kadar sanatçının hayatıyla da bazı kesişimler içerse de bu resim özelde Kaliforniya, onun sunduğu olanaklar ve açtığı yollarla ilgili değil. Hockney’e göre asıl konu, sıçramanın kendisinin tuval üzerinde donmuş olduğu o an.
Hockney, bu resmi başka biri tarafından çekilen bir fotoğraftan bakarak yapmış. Bu esnada, sıçramayı resme aktarmayı arka plandaki evden çok daha uzun süre harcadığını fark etmiş. Bir sıçrama anının iki saniye sürüp geçtiğini ve bir evin ise kalıcı olarak orada durmaya devam ettiğini düşündüğünde, bu çelişki onu oldukça etkilemiş. Peki ya Hockney o sıçrama ânını nasıl resmetti acaba diye merak mı ediyorsunuz?
Bir sıçrama ânını resme aktarmanın yolunun sıvı bir boyayı alıp tuvale atmak ya da sıçramanın dağınıklığını verebilmek için büyük fırça darbeleriyle hareketlendirmek olduğunu düşünebilirsiniz. Ne de olsa, Willem de Kooning gibi soyut dışavurumcu ressamlar yıllardır bu tür resimler yapıyorlardı ve Hockney’nin kendisi de önceki çalışmalarında buna benzer teknikleri kullanmıştı.
Ancak Hockney bunun yerine fotoğraftaki sıçramayı tuvale aktarabilmek için özenle küçük fırçalar kullandı: yükselen suyun oluşturduğu şekiller, farklı şeffaflık alanları ve minik damlaların ayrıntıları ve izleri. Sıçramanın doğru görünmesini sağlamasının iki haftasını aldığını belirten Hockney bu süreci şöyle aktarıyor:
“Bir sıçramayı fotoğrafladığınızda, bir ânı dondurursunuz ve o artık başka bir şeye dönüşmüş olur. Gerçek hayatta bir sıçramanın asla bu şekilde görülemeyeceğini biliyorum, çok hızlı bir şekilde olup bitiyor. İşte bu benim çok ilgimi çeken bir durum oldu, bu yüzden çok, çok yavaş bir şekilde boyadım.”
6. Portreler ve otoportreler
Her ne kadar kariyerindeki ‘büyük sıçraması’nı yüzme havuzu ve şehir manzaraları temalı çalışmalarıyla yapmış olsa da Hockney sanat hayatında portre çizimlerine sürekli olarak devam etmiştir. Kendisinin ve başkalarının tekli ve ikili portrelerinin yer aldığı bu resimler yıllar içinde birçok farklı teknik kullanılarak resmedilmiş.
Örneğin Hockney’nin on yedi yaşında bir sanat öğrencisi olduğu 1950’lerden günümüzde yaptığı iPad çalışmalarına kadar çok sayıda otoportresi bulunuyor. Bu otoportreler sanatçının kariyerini birçok yönden yansıtıyor. Gösterişli moda anlayışından, kendinde değişen özelliklerine ve yaşlanmanın sonuçlarına kadar değişen bu çalışmalar derin bir hassasiyetle ve ticari bir amaçtan uzak kalarak tasarlanmış resimler olarak karşımıza çıkıyor. Otoportreler ayrıca Hockney’nin litografi, fotoğraf ve suluboya gibi farklı medyalara ve Xerox fotokopi makinesi, iPad gibi yeni teknolojilere olan değişen ilgisinin de izlerini taşıyorlar.
Sanatçı diğer yandan bir dizi ikili portre çalışmasına da imza atıyor. Bu kapsamda sanatçı 1968 yılında Christopher Isherwood ve Don Bachardy’nin ikili portresinin yanı sıra Fred ve Marcia Weisman’ın dikkat çeken ikili portresi American Collectors’ı (Amerikan Koleksiyonerleri) da yapıyor. Bir diğer ilginç ikili portre çalışması ise 1970-1971 yılları arasında tuval üzerine akrilik olarak boyanmış Bay & Bayan Clark ve Percy’dir. 1977 tarihli My Parents (Ebeveynlerim) adlı ikili portrede ise sanatçının resimde yer verdiği anne babasının psikolojik hallerine odaklandığı söylenebilir.
Hockney’nin portrelerinden bahsederken sanatçının 1972 tarihli bir başka önemli çalışması olan Portrait of an Artist – Pool with Two Figures (Bir Sanatçının Portresi – İki Kişili Havuz) isimli eserini anmadan geçmek olmaz. Sanatçının tüm eserleri arasındaki en ikonik imgelerden biri olan Portrait of an Artist (Pool with Two Figures)’ın hikayesi aslında iki aşamadan oluşmaktadır. Bunlardan İlki Hockney’nin bir gün stüdyosunda çalışırken tesadüfen yan yana gelen iki fotoğrafın oluşturduğu bu kompozisyondan oldukça etkilenmesiyle başlıyor. Kendisi daha sonra bu anıyı, “Biri su altında yüzen birine aitti ve bu nedenle oldukça çarpık bir görüntüydü… diğeri ise yerdeki bir şeye bakan bir çocuktu. İki figürü farklı tarzlarda bir araya getirme fikri o kadar çekici geldi ki hemen resme başladım,” şeklinde anlatacaktır. Fakat Hockney üzerinde aylarca çalıştığı bu ilk çalışmasını daha sonra imha edecektir. 1972 yılında ise Hockney bu kez Saint-Tropez’in dışındaki bir villaya gider ve burada asistanı ve arkadaşıyla pastoral bir havuz ortamında bir dizi fotoğraf çeker. Daha sonra Londra stüdyosuna döner ve bu havuz başı fotoğraflarını, eski sevgilisi Peter Schlesinger’in fotoğraflarından oluşan bir seçkiyle yan yana getirir. İki hafta boyunca günde 18 saat çalışarak, nihayet eseri sergileneceği tarihten bir önceki gece bitirir. Sonrasında “O resim üzerinde çalışmayı sevdiğimi itiraf etmeliyim,” diye hatırlayacaktı o iki haftayı, “o kadar yoğun bir şekilde çalışmak; bunu yapmak muhteşemdi, gerçekten heyecan vericiydi.”
Hockney’nin resimlerindeki birçok farklı tarz, teknik ve anlayıştaki en ikonik motiflerinin âdeta bir araya toplandığı, Portrait of an Artist (Pool with Two Figures) onun en ünlü resimlerinden biri haline geldi. Resim, Hockney’nin hayatını ve sanatını konu alan Jack Hazan’ın filmine de işlenmesinin yanı sıra çok sayıda retrospektifte yer aldı ve 2017’de Tate Britain’ın (Paris’teki Centre Pompidou’yu ve New York’taki Met’i de gezen) David Hockney retrospektifi için hazırlanan kataloğun kapak resmi oldu. Bu retrospektif neredeyse yarım milyon insanın ilgisini çekerek Tate’in şimdiye kadarki en çok ziyaret edilen sergisi oldu.
7. Grafiker ve sahne tasarımcısı olarak Hockney
Hockney, yıllar içinde, Stravinsky’nin 1975’teki Glyndebourne Festival Opera için yazdığı A Rake’s Progress (Hovardanın Sonu) isimli opera da içinde olduğu çok sayıda prodüksiyonu tasarladı. Sanatçının diğer sahne tasarımları arasında 1987’de Los Angeles Music Center Operası için yaptığı Tristan und Isolde ile 1992 yılında, Londra Royal Opera House’daki, Richard Strauss’un Die Frau ohne Schatten operası için yapmış olduğu işler öne çıkıyor. Fakat belki de bu alandaki en popüler tasarımı Mozart’ın Sihirli Flüt (Die Zauberflöte) isimli eserinin 1978 yılında Glyndebourne’de sahnelenirken yaptığı üretimiydi ve bu prodüksiyon o zamandan beri birçok kez dünyayı dolaştı.
Hockney aynı zamanda bu prodüksiyonların birçoğunun afişlerini de kendisi tasarladı. Bir grafiker olarak çok sayıda tasarıma imza atan sanatçı, kendisinden Münih’teki 1972 Olimpiyat Oyunları için bir afiş tasarlaması istendiğinde ise Hockney bu kez bir dalgıcın havuza girdiği anını resme aktararak ikonik bir poster tasarladı.
8. Fotoğraf kolajları
Hockney’nin ailesini, arkadaşlarını, tatillerini ve seyahatlerini belgelemek için ilk kez 35 mm’lik bir kamera kullandığı ve ardından resimleri için çalışmalar yapmak için kullandığı 1960’lardan bu yana, fotoğraf onun pratiğinin ayrılmaz bir parçası oldu. Çoğu fotoğrafta yakalanan anların, dünyayı gerçekte nasıl gördüğümüzün aksine statik bir görünüm sunduğunu fark ederek, nesnelerin anlık çoklu görünümlerini oluşturmak için bir Polaroid SX-70 fotoğraf makinesi kullanmaya başladı ve daha sonra bunları küçük kare görüntüler halinde birleştirildi.
1970’li yıllarda başladığı kübist izler taşıyan resimler yapmaya başlayan Hockney, 80’lerde ise kübizm ve resimsel uzay tasvirleri üzerine yaptığı araştırmanın bir parçası olarak, 1982 yılından itibaren fotoğraf kolajlarıyla deneyler yapmaya başladı. Farklı açılardan çekilmiş düzinelerce Polaroid fotoğrafını birleştirerek eksiksiz bir görüntü ya da “birleştiriciler” olarak tanımladığı şeyi yarattı. Bu birçok kareden oluşan görüntüler, Hockney’nin zaman, hareket ve izleyicinin konumu ile ilgili tasvirlerle denemeler yapmasına olanak sağladı. Bu şekilde fotoğraflananlar arasında sanatçının annesi Laura, Paris’teki Place de Furstenberg ve Büyük Kanyon da vardı. Nisan 1982 tarihli Billy + Audrey Wilder isimli kolajında ise, Audrey’nin sigarasını yüzüne doğru hareket ettirdiğini ve Billy’nin küçük bir heykeli gözlerine doğru yaklaştırdığını net bir şekilde görebiliyoruz.
Hockney’nin bu fotoğraf kolajlarında her bir Polaroid ayrı ayrı ele alınır, ancak aynı anda deneyimlenir ve baş döndürücü bir etki yaratır. Bu hemen algılayabileceğiniz bir görünüm değildir. Bu çalışmalar Hockney’nin üç boyutlu bir dünyayı iki boyutlu sanat formları aracılığıyla tasvir etmeye olan ilgisini göstermektedir. Sanatçının da tarif ettiği gibi: “Ben gece gündüz kameradaydım […] birleşenler bizim olaylara bakma şeklimize çok daha yakındı, deneyimin gerçeğine daha yakındı.”
David Hockney’nin Sunday Morning, Mayflower Hotel, New York Nov. 28, 1982 (Pazar Sabahı, Mayflower Hotel, New York Kasım 28, 1982) adlı fotoğraf kolajını şu an Pera Müzesi’nde sürmekte olan “Ve Şimdi İyi Haberler, Nobel Koleksiyonu’ndan Eserler” sergisinde görmek mümkün.
9. Kanyon manzaraları
Bu türdeki manzara resimlerinin ilk örneklerinden biri olan A Closer Grand Canyon (Daha Yakın Bir Büyük Kanyon), 60 adet aynı büyüklükteki tuvalden oluşmaktadır. Sanatçı bu eseri için çok sayıda fotoğraf çekmiş olsa da resmi yaparken bunlardan yararlanmak yerine direkt olarak manzaradan desenler çizmeyi tercih etmiştir. Hockney’nin A Closer Grand Canyon ve A Bigger Grand Canyon gibi manzara resimleri İngiliz Romantik sanat geleneğinden izler taşıyan geç dönem modernist bir bakış açısıyla resmedilmiş. Sanatçının şimdiye kadar ürettiği en büyük resmi olan Bigger Trees Near Warter (Warter Yakınındaki Daha Büyük Ağaçlar) isimli eserinde 50 adet büyük boyutlu tuval kullanılmış ve yine manzaradan birebir çizerek yaptığı küçük parçaların bir araya getirilmesiyle oluşturmuştur.
10. Yazar ve teorisyen olarak Hockney
Sanattaki aktif üretiminin yanında Hockney yazarlık da yaptı ve ilk olarak 1967 yılında yazdığı otobiyografisiyle bu alana da adım atmış oldu. Bu erken dönem otobiyografisinde sanatçı, çocukluğunu, bir sanat öğrencisi olarak ilk günlerini ve 60’larda New York ve Los Angeles’ı keşfetmesini, ün kazanmasını ve hızlı yükselişini anlatarak bizi kendi hayatında bir yolculuğa çıkarıyor.
2001 yılında çıkan Secret Knowledge: Rediscovering the Lost Techniques of the Old Masters (Gizli Bilgi: Eski Ustaların Kayıp Tekniklerini Yeniden Keşfetmek) adlı kitabı ise hiç şüphesiz Hockney’in yazdığı kitaplar arasında en çok ses getiren kitabı oldu. Hockney, fizikçi Charles M. Falco ile birlikte öne sürdüğü bir sanat tarihi teorisine yer verdiği bu kitabında, Rönesans’tan bu yana Batı sanat tarihindeki gerçekçilik ve doğruluktaki ilerlemelerin, yalnızca sanatsal teknik ve becerinin gelişmesinden ziyade, öncelikli olarak camera obscura, camera lucida ve kavisli aynalar gibi optik araçların sonucu olduğunu iddia etti. Eski ustaların çalışmalarını analiz ederek onların çalışmalarında temsil edilen doğruluk düzeyinin sadece göz kararı yaratılmasının imkânsız olduğunu savundu. Hockney-Falco tezine göre 1430’lar gibi eski tarihlerde yapılan bazı resimlerdeki belirli öğeler, sanatçının güneş ışığıyla aydınlatılan nesnelerin görüntülerini panosuna/tuvaline yansıtmak için ya içbükey aynalar ya da kırıcı mercekler kullanması sonucunda üretilmiş. Sonrasındaysa yansıtılan görüntülerin önemli kısımlarının üzerinden geçilip geri kalan kısımların yalnızca optik perspektifi yakalamak için gerekli olan yerleri kullanılarak, yansıtmaların sanatsal vizyonlarına uymadığı kısımlar ise ya değiştirildi ya da çıkartıldı.
O zamandan beri, Hockney ve Falco, optik yardımcıların kullanımına ilişkin çeşitli destekleyici kanıtlar ve bu tür yöntemlerin tarihsel olarak akla yatkınlığı hakkında bir dizi yayın ürettiler. Hipotez çeşitli konferanslara ve hararetli tartışmalara yol açtı. Bazı eleştirmenler, teorinin Rönesans ressamlarının virtüözlüğünü büyük ölçüde küçümsediğini söyledi. Peki ya tüm bunlar, Hockney ve Falco’nun iddiaları doğruysa? Eğer öyleyse Susan Sontag’ın da dediği gibi, “Bu tüm tarih boyunca büyük aşıkların Viagra kullandığını öğrenmek gibi birşey olur.”
Hockney, 2016 yılında çıkan Resmin Tarihi: Mağaradan Bilgisayar Ekranına (A History of Pictures: From the Cave to the Computer Screen) isimli son kitabını ise Martin Gayford ile birlikte yazdı. Kitap üç boyutlu bir dünyayı düz bir resim olarak iki boyutlu olarak tasvir etme sorunlarının Lascaux’un mağara duvarlarından akıllı telefon ekranlarına kadar geçerliğini hep koruduğu gerçeğinden hareketle resim, fotoğraf ve sinemanın ortaklaştığı ‘camera obscura’ öncesi ve sonrasını da içine alan bir tarihe odaklanıyor.
BONUS
2010’lar: Hockney’nin teknoloji baharı
Polaroid filmler ve Xerox fotokopi makineleri kullanarak farklı tarzlarda işler ürettiği dönemlerden günümüze Hockney her zaman sanatında yeni teknolojilere yer açan bir isim olmuştur. 2009 yılında iPhone ve iPad dünyasıyla tanışarak bu sefer de dokunmatik ekranları sanatsal sürecine dahil etmeye başladı. Hockney bu dokunmatik ekranı hızlı bir şekilde benimsedi, artık elinde taşınabilir cihaz ve ekran kalemi ile ağır malzemeleri yanında taşımak zorunda kalmadan açık havada rahatlıkla çalışabilirdi. Brushes adında bir uygulama aracılığıyla iPad üzerinde de çizim yapmaya başlayan Hockney, daha sonra bu uygulamanın işlevsizleşmesi üzerine bir matematikçiyle beraber 2018 yılında kendisine özel olarak yeniden tasarlatarak iPad çizimlerine kaldığı yerden devam etti.
Yorkshire’daki evinin yakınında değişen mevsimleri çizmek için iPad’ini kullanmasına ek olarak, Hockey tabletiyle iki kez Kaliforniya’daki Yosemite Ulusal Parkı’na seyahat etti. Tamamen Brushes uygulamasıyla yürütülen Yosemite Suite, parkın doğal harikalarını hassas bir teknik ve renk kullanımıyla aktarmaktadır. Sanatçının bu serisi Londra’daki Tate, Paris’teki Centre Pompidou ve New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi gibi büyük müzelerde sergilendi.
Pandemi dönemi geldiğinde ise karantina süreçlerine pek de aldırmadı. Çünkü meyve ağaçlarıyla dolu bir tarlanın ortasındaki evinde neredeyse her gün çizimlerine devam edebildi. Üstelik kendisinin aktardığına göre bütün gün çizim yapmış olsa bile herhangi bir şekilde etrafı temizlemeye de gerek kalmıyordu. Sanatçı bu dönemde yaptığı çizimlerinden oluşan ve 11 Mayıs’tan itibaren ülkemizde de gezebilme şansı bulabileceğimiz ‘Baharın Gelişi, Normandiya, 2020’ isimli sergisine dair süreci kendi ağzından şöyle aktarıyor:
“Şu anda bir iPad’de çizim yapıyorum veya gerçekten resim yapıyorum. Bu yıl (2020), Normandiya’da baharın gelişini tasvir etmek için çalışıyorum… Bence bu, dünyanın bu bölgesinde doğanın sunduğu en heyecan verici şey… Kış ağaçlarını, sonra çiçeğe dönüşen küçük tomurcukları, sonra da tam çiçek oluşunu çizmeye devam ettim. Sonra yapraklar çıkmaya başladı ve bir süre sonra çiçek düştü, ardında küçük bir meyve ve birkaç yaprak bıraktı. Bu süreç yaklaşık iki hafta sürdü ve ben de gittikçe ekrandaki çizgiler konusunda daha iyi oluyordum, sonunda Monet tarzı göletteki nilüferleri yapmaya başladım. Her şey motiflere bakarak çizilmiş, fotoğraf kullanılmamıştır. Ben hep fotoğrafın görmeye asla izin vermediği şeyleri uzamsal olarak görmeyi istedim.”
Derleyen: Erdem Gürsu
Daha fazla Argonotlar içeriği için
- 📩 Argonotlar haftalık güncel sanat bültenine abone olarak 3000+ kişilik topluluğmuzun bir parçası olun: E-posta adresinizle ücretsiz kaydolun.
- Her hafta güncellenen İstanbul sergi rehberine göz atın: Argonotlar AJANDA.
- 👁️🗨️ Çeşitli sanat hareketlerine yön veren ve birçok sanatçının kariyerinde önemli bir yeri olan “Sanata bakışımızı değiştiren 20 küratör” ile tanışın.
- Uçan bir uzay gemisini andıran bir mekândan, kıvrılmış bir halı gibi görünen bir yapıya Son 100 yılın en iyi 25 müze binası 🏛️
- 🧩 Hem bulmaca hem sanat sevenler için ilk bulmacamıza göz atın.