Covid 19 pandemisinden çıkıldığında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak deniliyor. Ancak, Korhan Gümüş’ün de söylediği gibi böyle bir kökten değişimi bir virüsten bekleyemeyiz. Değişimi harekete geçirecek olanlar bizleriz, insanlar, virüs değil. Bu pandemiyi mutlaka atlatacağız, aşı ve tedavi edici ilaçlar bulunacak ve insanlar yaşantılarına geri dönecekler. Ne kadar zaman alacak bunu bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz, pandemi öncesi bildik yaşantımıza dönmek için hükümetlerin şimdiden çanları çalmaya başladığı. Duran ekonomiyi tekrar çalıştırmak için gaza basılmaya başlandı; Haziran ayından itibaren Türkiye’de de çarklar dönmeye başlayacak. Gerçi Türkiye’de bu süreç boyunca üretim tam anlamıyla durmadı. Bazı sektörlerde çalışma devam ediyor. Bu sektörlerin başında da inşaat geliyor. Sağlık altyapısıyla ilgili olanlar bir tarafa, çeşitli inşaat ihaleleri ve faaliyetleri herkes evine tıkılmışken bile devam ediyor. Kanal İstanbul’un geçeceği rota üzerindeki tarihi Odabaşı ve Dursunköy köprülerinin yerlerinin değiştirilmesi için yapılan ihaleyi, Salda Gölü alanına millet bahçesi yapımı için iş makinalarının sokulması haberlerini hayretle izledik bu kapalı kaldığımız süreçte.
Evde Kal sürecinde inşaat mantığının bir başka veçhesini de gördük: Yedikule Bostanlarında yer alan tarihi bir bostan sökülerek tarımsal hobi bahçesine dönüştürülüverdi. İlla beton dökmek gerekmiyor bu mantıkta: Tarihi bir mekan ve bostancılık mirası kolaylıkla üstüne toprak atılıp tahrip edilebiliyor. Heybeli ve Burgaz Adalarındaki eski at ahırların ruhsatsız oldukları gerekçesiyle hızla, iki gün içinde, atlar içindeyken, kamu idarelerinin kararı ile yıkılması da benzeri bir örnek. Nereden bakarsanız tüm yan iş kolları ve becerileri ile 70-80 yıllık bir at bakım geleneğini mekansallaştıran bu tür yerler yıkılıverdiğinde tüm hafıza, gelenek, bilgi birikimi, beşeri sermaye, hepsi ortadan kalkıveriyor.
Kısacası inşaat mantığı; tarihi yapı, ecdad mirası, yerin kimliği, kültürel birikimi, peyzajı, doğa harikası dinlemeden iş makinalarını sokup yıkarak, yerinden ederek, üstüne yeni yapılar dikerek, düzenlemeler yaparak yıkıcı hamlelerine devam ediyor ve öyle görünüyor ki bundan sonra da edecek. Bu mantık, madenciliğin sökücü faaliyetlerinde de aynen geçerli. Neden bu kadar emin konuşuyorum, çünkü kültürel ve doğal miras alanlarından yıkım-söküm ile elde edilecek potansiyel değer, miras varlıklarına atfedilen mevcut değerden çok daha cezbedici. İster devlet kademelerindekilerin ve uzmanların belirlediği anıtsal eserler ve varlıklar olsun, ister mahalle dokuları, bostanlar, sanatsal değeri zayıf sıradan ahşap binalar, asırlık zeytinlikler gibi anıtsal sayılmayan miras varlıkları olsun. Hepsinin maruz kaldığı bir değerleme açığı var. Hepsine, yerine yapılabilecek olandan daha düşük değer biçiliyor. Bazı miras varlıkları bu küçültücü tutumdan fazlasıyla etkileniyorlar; Aleksandar Shopov’un tarihi Yedikule Bostanları için söylediği gibi (2020), ‘bostanlar tarihinden arındırılmış bir arazi parçası olarak’ telakki edilip inşaat dönüşümüne kolaylıkla açılabiliyorlar. Bostanların yaşayan bir miras olarak değeri, bu yıkımı gerçekleştiren Fatih Belediyesi’nin gözünde sıfır. Karamsar bakışımı teyit edercesine Antalya’nın Kumluca ilçesinde yer alan tarihi Olympos kültürel ve doğal alanın daha geçtiğimiz gün koruma statüsü 1. dereceden 3. dereceye düşürülerek yapılaşmasının önü açıldı.
Yine Covid 19 salgını ile uğraştığımız bu dönemde, 16 Mart tarihinde ‘Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına dair Yönetmelik’ Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 2012’de birincisi yapılmış olan bu son yönetmeliğin getirdiği en önemli değişiklik 2. derece doğal sit olarak bildiğimiz kategorinin yeni ismiyle ‘nitelikli doğal koruma alanları’ndaki nehirlerde kültür balıkçılığı faaliyetlerine ve çadırlı kamp, karavan ve günübirlik faaliyetlerin yapılabildiği alanlara izin vermesi, 3. derece doğal sit olarak bildiğimiz kategorinin yeni ismiyle ‘sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanları’nda ise ‘kesin korunacak hassas alan ve nitelikli doğal koruma alanlarında izin verilen faaliyetlere ek olarak doğal ve kültürel bakımdan uyumlu düşük yoğunlukta faaliyetler, entegre tesis, turizm, yerleşimler ve madenciliğe’ kapıyı açıyor olması. Yani, bir doğal sit alanı Olympos’ta olduğu gibi 3. dereceye indiriliyorsa, bütün bu sayılan tesislere de açılıyor anlamına geliyor. Buradaki düşünce, koruma altına alınan doğa alanlarının değerinin tesisler yapılarak insanlar için daha değerli hale getirileceği yönünde. İnsanlar sanki bu doğal yerlerin ancak piknik yapabildikleri, otellerde kalabildikleri, yatlarını limanlarına bağlayabildiklerinde değerini teslim ediyorlar.
Bu doğal koruma alanları ile ilgili yönetmelik kararlarında, Türkiye’de koruma politikalarının 1980’li yıllardan beri temel paradigması olagelmiş koruma-kullanma dengesini gözetmek hedefinin hayata geçirilmiş bir örneğini görüyoruz. Bugün uygulandığı haliyle koruma-kullanma denkleminin tercümesi, insanların doğa varlıklarına kullanabildikleri ölçüde değer verdikleri, kullanılmayan miras varlıklarının bakımını meşru kılacak başka bir nedenin olmadığı şeklinde özetlenebilir. Zira doğal mirası kullanarak koruyalım yaklaşımının, gerçekten hedefine ulaşabilmesi için bu kullanım biçiminin doğayı tedavi eden, doğanın döngüsüne hizmet eden, kısacası doğa odaklı kullanım biçimleriyle sınırlı olması gerekir.
Olympos’da son alınan kararda olduğu gibi, doğa alanlarında turizm odaklı kullanıma itirazın sebebi nedir diye sorulabilir. Bu güzelim doğa parçalarını gidip göremeyecek miyiz, deneyimleyemeyecek miyiz? Covid 19 karantina günlerinde insanların dikkatinden kaçmayan yeni bir durum hasıl oldu: Uçakların, motorlu taşıt araçlarının işgal etmediği gökyüzü ve yeryüzü yerli hayvanlarına tekrar kavuşmaya başladı; envai çeşit kuş ağaçlara geri döndü, şehirlerden uzak duran geyikler, yaban domuzları, maymunlar, tilkiler, ayılar ve daha nicesi sokaklara ve parklara indi. Belli ki toprağı doğanın üretkenliğine ve döngüsüne ilelebet kapatıcı ağır beton yükleriyle mevcut şehir yapılaşmamız hayvanlar dünyasının habitatlarını birbirinden kopararak tamamen dışarı itmiş. İnsanlar evlerine çekilince hayvanlar burunlarını şehre uzatabildiler. Şehirleşme biçimimiz buna muktedirmiş. Üstelik şehir dediğimiz, eskiden otoyolların şehir girişlerinde yer alan nüfus ve yüzölçümü bilgilerinde ima edilen belli fiziki sınırlarla tanımlanabilecek bir olgu değil. Şehirliler enerji, tüketim ve turizm talepleriyle madencilik, ulaşım, turistik ve rekreasyon tesislerinin en ücra doğa parçalarının kalbine kadar girmesine vesile oluyorlar. Şehir mantığı tüm yeryüzünü kıskacına almış vaziyette. Yeryüzü ormanlarını, okyanus diplerini sürekli tehdit ederek son kalmış insan eli değmemiş doğa alanlarını hızla küçültüyor. İşte sorunlu olan da bu: Doğal alanları kullanarak tüketmek arzusu bahsettiğim şehir varoluşunun bir uzantısı. Olympos gibi alanlara insan dokunacaksa kendi kullanım değeri için değil doğayı tedavi etmek için, doğanın sağlığı için olmalı. Mevcut insan merkezli sistemimiz ve tüketim odaklı hayat tarzımız doğal sit alanlarında turistik tesisler talep ediyor. Bunun sonucu da kaçınılmaz olarak bu tür yerlerin tahripkar güçlere maruz bırakılması oluyor. O yüzden evet, biz, insan-doğa birlikteliği ve karşılıklığını merkezine alan yeni bir varoluş biçimine terfi edene kadar, doğal alanlara elimizi değmememiz daha hayırlı.
Bazılarının post-antroposen olarak tariflediği bu yeni varoluş biçimini oturup beklemek değil, bugünden bu yönde atılabilecek adımlara bakmakta yarar var. Yukarıda bahsettiğim 16 Mart tarihinde yürürlüğe giren doğal alanlara neler yapılabileceğini tarifleyen yönetmeliğin tamamen değişmesi gerekiyor öncelikle. Doğal sit alanlarını kullanıma açmak değil, bu alanlardaki ekolojik çeşitliliği desteklemek, 3. dereceye sokulan doğal sit alanlarını gözden çıkarmak değil, bozulmaya yüz tutmuş bu alanları rehabilite etmek, doğayı yeniden kazanmak olmalı biz insanlığın hedefi. Buraları tüketmek değil. Aynı zamanda yapabileceğimiz bir başka şey, içinde yaşadığımız şehirleri dönüştürmek. Şehirleri içinden kaçmaya çalıştığımız, doğadan ayrı ve kopuk beton yığınları olarak değil, doğanın içinden geçtiği, ekolojik koridorlarla örülmüş ve böylelikle üretken bir ekolojik altyapı kurucusu olarak tahayyül etmemiz mümkün. Şehri doğa ve kentsel tarım alanlarının birbirine eklemlenerek akıp gittiği bir yaşam peyzajı olarak hayal etmeye çalışın.
The Guardian gazetesinden öğrendiğimize göre, Costa Rica’nın başkenti San Jose’nin bir ilçesinde tam da böyle bir politika hayata geçirildi: Curridabat’ın 12 yıldır belediye başkanlığını yapan Edgar Mora’nın hedefi kenti doğa yaşamı ile barıştırmak. Bunun için her sokağı bir biyo-koridora, her mahalleyi bir ekosisteme dönüştürmek hedefleniyor. Curridabat’ın kentsel planlama süreci tamamen insan-olmayan varlıkların kentte varolabilmesi üzerine kurgulanmış vaziyette. Endemik bitkilerin dikili olduğu alanları biyo-koridorlarla birbirlerine bağlıyorlar ve genişletiyorlar, böylelikle polen taşıyıcıları için yaşam alanları artmış oluyor. Bir taraftan da, özellikle yaşlıların ve çocukların temiz ve sağlıklı havaya erişimleri açısından elzem olan yeniden ormanlaştırma çalışmaları yapılıyor.
Kentleşme bugün biyoçeşitlilik kaybının temel sebebi haline gelmiş durumda. Biyoçeşitliliğe de bir miras olarak bakmamız pek tabii mümkün. Yakın gelecekte dünya nüfusunun yaklaşık yüzde yetmişinin şehir ve kasabalarda yaşayacağı düşünülecek olursa ekosistemlerin karşı karşıya olduğu büyük tehdidi kavramak mümkün. Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Konvansiyonu’nun (1993) önümüze koyduğu görev tam da bu: insanlığın ve doğanın birlikte esenliğini sağlamak zorundayız ve işe kentlerden başlayabiliriz. Curridabat’da yapıldığı gibi, kentin asfalt ve beton altyapısının ısıttığı atmosferi soğutarak ekosistemi besleyen ve tüm doğal hayatın kesintisiz bir şekilde gelişebilmesini sağlayan arterler şeklinde çalışan biyo-koridorlar kentin bünyesinin bir parçası olarak görülerek geliştirilebilirler. Kente biyo-koridorlar gözünden bakarak planlamak demek doğa varlıklarının da refahını ve geleceğini kollamak, değerini bilmek demek.
Biyo-koridorlarla sarmalanmış bir kentten belki de kaçmak istemeyeceğiz ve böylelikle vahşi doğa dediğimizi de rahat bırakabileceğiz. Salgından inşaat ve inşaata dayalı şehirleşme mantığını durduracak bir etki beklemek gerçekçi değil. Ancak koronavirüs doğa-kent, doğal olan ve kültürel olan arasında yapageldiğimiz ayrımları yeniden gözden geçirmemiz konusunun aciliyetini bir kere daha gösteriyor.
Yararlanılan kaynaklar:
Patrick Greenfield, “‘Sweet City’: the Costa Rica suburb that gave citizenship to bees, plants and trees”, The Guardian, 29 Nisan 2020 https://www.theguardian.com/environment/2020/apr/29/sweet-city-the-costa-rica-suburb-that-gave-citizenship-to-bees-plants-and-trees-aoe
Paul Benjamin Osterlund, “How Covid-19 threatens Istanbul’s Cultural Heritage”, Al-Monitor 8 May 2020 https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2020/05/turkey-istanbul-cultural-heritage-under-threat-coronavirus.html
“Koronavirüs salgını fırsat bilinerek gerçekleştirilen 54 ekolojik yıkım”, Yeşil Gazete, 4 Mayıs 2020 https://yesilgazete.org/blog/2020/05/04/koronavirus-salgini-firsat-bilinerek-gerceklestirilen-54-ekolojik-yikim/?fbclid=IwAR0KtdWcUerknym7gC0Ct32lGlAXtsGRRt0HclINO3JJGfwUfCZEM84agro
Yazı dizisinin diğer bölümlerine aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:
Fulya Baran’ın kaleme aldığı giriş yazısı Olağanüstü Hallerde Kent, Kültür Mirası ve Katılım
Baran’ın mimar Korhan Gümüş’le yaptığı Bir virüsten düzeni değiştirmesi bekleyemeyiz başlıklı röportaj
Baran’ın STK’ların katılımcılık konusundaki yaklaşımlarını ele aldığı ‘Yeni Düzen’den şeffaflık beklemek çok mu naif bir düşünce? yazısı
Baran’ın kaleme aldığı serinin son yazısı Katılımın ‘Nasıl’ı