Beyoğlu’nda Yapı Kredi Kültür Sanat Galeri’de 2 Ocak 2023 tarihine kadar görülebilecek “Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet” başlıklı grup sergisi, sergiye özel üretilen yeni eserlerin yanı sıra yakın dönemde üretilmiş fotoğraf, yerleştirme, video ve duvar resimlerini de bir araya getiriyor. İsmini Hale Tenger’in aynı başlıklı ses yerleştirmesinden alan sergi, sosyal, siyasi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ya da ekolojik sebeplerden kaynaklanan ayrımcılıklara karşı dayanışmayı ön plana çıkarıyor. Sergide Forensic Architecture, Larissa Araz, Adalet Atlası, Sevgi Aka, Babi Badalov, Savaş Boyraz, Mustafa Emin Büyükcoşkun, Ayşe Draz, Marianne Fahmy, Dana Kavelina, Jasper Kettner & İbrahim Arslan, Şafak Şule Kemancı, Rojda Tuğrul, Hale Tenger, Aslı Uludağ, Viron Erol Vert, Cansu Yıldıran ve István Zsíros çalışmalarıyla yer alıyor.
Serginin küratörlüğünü Didem Yazıcı, Peter Sit ve Burcu Çimen üstleniyor. Didem Yazıcı’yla diyaloğumuz Haziran ayında başladı ve uzun yazışmalarımızı nihayet bir söyleşiye dönüştürüp yayına hazır etmemizin hemen ardından İstiklal Caddesi’nde Yapı Kredi Kültür Sanat’a hiç de uzak olmayan bir noktada bombalı bir saldırı yaşandı. Farklı coğrafyalarda yaşanan adaletsizliklere aşk, umut ve direnişle bakmayı öneren bir serginin fiziken bu kadar yakınında, sivillerin ölümüyle sonuçlanan bir saldırı yaşanmasından duyduğum acıyı, üzüntüyü ve öfkeyi kelimelere dökmekte zorlanıyorum. Yine de Milan Kundera’nın Yaşam Başka Yerde romanında geçen ve belleğime kazınan “Mademki hatırlıyoruz, öyleyse tanıklık etmeliyiz” cümlesinden de aldığım ilhamla, söyleşiyi okura devrediyorum.
Sanat tarihi eğitiminin üzerine küratöryal çalışmalar formasyonu alan ve uluslararası çalışmalarına aşina olduğumuz bir küratör ve yazar olarak İstanbul’da uzun zaman sonra gerçekleştirdiğin ilk grup sergisi “Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet” Yapı Kredi Kültür Sanat’ta açıldı. Benim gördüğüm ilk sergin. 2021’de Peter Sit ile birlikte küratörlüğünü yaptığınız “Life, Death, Love and Justice” başlıklı serginizi Slovakya’da tranzit.sk‘da açmıştınız. Babi Badalov, Savaş Boyraz, Forensic Architecture, Hale Tenger, Rojda Tuğrul o sergide de yer alıyordu. Bu sergiyle bir önceki arasında küratöryal açıdan ne gibi farklılıklar var?
Yerel bağlamlarla ilişkilenmeden samimi bir sergi yapmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden sergiyi İstanbul için bütünüyle yeniden kurguladık. İzleyicinin ruh halini, gündelik realiteleri, toplumsal ve siyasi iklimi gözettik. Her ne kadar çıkış noktaları ve isimleri aynı olsa da, birbirinden farklı iki sergi oldular. İstanbul’da sanatçılar ve sergilenen işler değişti. Bratislava’da sergilenen işlerin çoğu varolan çalışmalardı. İstanbul’daki sergi için ise yeni işler üretildi. İstanbul’da yaşayan ve çalışan sanatçıların ve araştırmacıların pratiklerine bakmakla başladık işe. Adalet Atlası, Larissa Araz, Cansu Yıldıran, Sevgi Aka, Aslı Uludağ ve Şafak Şule Kemancı’ya bizi götüren buradaki dinamikleri dinlemeye verdiğimiz öncelikti. Serginin kendine dert edindiği meselelerin buralı sanatçıların pratiğinde belirgin olması küratöryal haritayı çok doğal bir şekilde çizdi.
İstanbul’daki sergide aşk, umut ve direniş vurgusu daha yoğun. Bratislava sergisinde yer alan Harun Farocki’nin savaş temalı çalışması yerine burdaki sergide Ukraynalı sanatçı Dana Kavelina’nın aynı temalı videosuna yer vermeyi tercih ettik. Devam eden bir savaşı görmezden gelemezdik. Hayat, ölüm, aşk ve adalet temalı bir sergiden söz ediyorsak Adalet Atlası podcast’ini davet etmemek tuhaf olurdu. Birbirinden farklı adaletsizliklere o kadar titiz değinilmiş ki zaten halihâzırda var olan bu çalışmayı daha da görünür kılmak istedik. Mustafa Emin Büyükcoşkun’un Galatasaray Meydanı ile ilişkilenen ve çocuklarını arayan Cumartesi Annelerinin umut ve mücadelesine ortak olabilir miyiz sorusunu soran enstelasyonu da İstanbul sergisinde dahil oldu. Mimari anlamda Yapı Kredi’nin mekânı Tranzit’ten daha büyük olduğu için Rojda Tuğrul’un aynı serinin parçası olarak ürettiği fotoğraf, video ve kitap çalışmasına daha kapsamlı olarak yer açabildik. Savaş Boyraz’ın ve Babi Badalov’un da daha geniş bir alanda daha çok çalışmasını gösterebildik. Son dönemde cinsel yönelim özgürlüğünü kutlayan ve cinsiyet eşitsizliklerini yerle bir eden çok iyi işler üretiliyor burada. İstanbul’daki sergiyi hazırlarken aşkın ve arzunun bir mücadele alanı olma olasılığı da bizi çok besledi.
Serginin seninle birlikte küratörlüğünü yapan Peter Sit ve asistan küratör Burcu Çimen’le iş dağılımınızı da merak ediyorum.
Bratislava’daki serginin kurulumda ben, İstanbul’daki serginin kurulumunda da Peter yoktu, ama bunu hiç bir yerde belirtme gereği duymadık. Çünkü birlikte sergi hazırlama sürecimiz sohbetlerle, kitap önerileriyle kendiliğinden akan bir süreç. Kararları ortak alıyoruz. Birimizin olamadığı yerde diğerinin güveninin tam olduğunu ve bunun bir ekip işi olduğunu bilerek ilerliyoruz. Burcu Çimen küratoryalanlamda çok yetenekli biri. Biz sergiyi hazırlarken Peter New York’ta bir sanatçı misafir programındaydı. Serginin kavramsal çerçevesini Peter ile çizmiş olsak da İstanbul için düşünürken Burcu’yla daha yakın çalıştığım için onun küratoryalgözü, sanatçılarla iletişimindeki özeni, yapıcı tutumu, detayları görmesi ve iş etiği bu sergiyi şekillendiren önemli etkenlerden biriydi. İyi bir asistan küratör, bence küratörlüğün yarısıdır. Bu nedenle alt-üst ilişkisi kuran bir terim yerine küratoryalekibin parçası olarak görüyorum. Konu açılmışken Sanat Dünyamız’ın editörü Fisun Yalçınkaya’nın ve Yapı Kredi Kültür Sanat’ın genel müdürü Tülay Güngen’in sergiyi hazırlarken yaptıkları az öz yorumlar da serginin şekillenmesinde önemliydi. Aynı şekilde sergi kurulumunda sadece “işimi yapıp gideyim” düşüncesiyle değil, sanatçının ve küratörün kafasındakini uygulamak için var gücüyle çalışan Sani Karamustafa’nın da adını anmak isterim. Sergi yapmak tam anlamıyla bir ekip işi!
İstiklal Caddesi’nin kalbinde yer alan Yapı Kredi Kültür Sanat’ın sergiye etkisinden de bahsedebilir misin?
Galatasaray meydanının politik ve performatif dinamiklerini ve polis ablukasını görmezden gelemeyiz. Bu anlamda Hale Tenger ve Mustafa Emin Büyükcoşkun’un çalışmalarının sergide yerlerini bulduklarını düşünüyorum. Önemsediğim bir diğer konu da Yapı Kredi Kültür Sanat’ın izleyici profilinin İstiklal Caddesi’nden geçen herkes olması! Sadece sanat alanından değil; ilkokul öğrencileri, emekliler, sevgililer, “hadi bi sergi görelim” diyen arkadaş grupları da gelebiliyor. İçinde bulunduğu durumdan sıkılmış biri kafa dağıtmak, yalnız kalmak ya da bir kaçış olarak da sergilere gelebiliyor. Bu denli çeşitliliği olan bir izleyici kitlesini düşünerek sergi hazırlamak heyecan verici ve zorlayıcı. Almanya’da çalıştığım müze ve kurumların genelde izleyici kitlesi çok belirli. Yapı Kredi’deki durum farklı. Bu sorumluluk beni çok besledi, teoride düşündüğüm konuları uygulayabilme alanı açtı.
Yapı Kredi Kültür Sanat’ın bir mekân olarak imkanları ve imkânsızlıkları üzerine konuşmak da güzel olur.
Mimari anlamda çözmek istediğim ilk konu yüksek tavanı olmayan koridorlarla nasıl çalışacağımızdı. Her iki katta da U harfini andıran kıvrılan iki kısa ve bir uzun koridor var. Bu koridorlar duvara eser asmak ya da vitrin yerleştirmek için çok uygun, ancak heykel ve yerleştirmeleri nasıl sergilemeli? Bu beni çok düşündürdü ve kolay olana kaçmak istemedim. Koridorlar başta kısıtlayıcı gibi görünse de aynı zamanda izleyiciyi sanata odaklayan mahrem alanlar yaratıyorlar. Nefes alan bir sergi kurabilmek adına mekânı her koridora bir ya da en fazla iki eser gelecek şekilde kullandık. Sanat eserinin sergideki demokratik alanını gözeten kendine ait bir alanı olması gerektiği görüşündeyim. Birbirine çok yakın sergilenen işlerin olduğu sergilerde, hem sanatçıya hem de izleyiciye haksızlık edildiğini düşünüyorum. İşlerin zihnen, kalben ve doğru bağlamda deneyimlenmesi ancak duyarlı sergileme yöntemleri ile mümkün. Kimi iş, konusu, malzemesi ve boyutu gereği fiziken daha geniş alana ihtiyaç duyarken, başka bir diğer iş daha odaklı ve küçük bir alan isteyebilir. Mekânı işlerin doğasını ve mantığını temel alarak kullandık.
Yapı Kredi Kültür Sanat’ın binasının girişindeki merdivenlere, Hale Tenger’in ses enstalasyonunu yerleştirerek merdivenleri de sergiye dahil ettin. İstiklal Caddesi’nin tüm gürültüsüyle tezat içinde, fısıltıyla konuşan bir sanatçı kadının, Hale Tenger’in sözcüklerini dinliyoruz. Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet ismini taşıyan bu çalışma, serginin de ismi oldu. Küratoryal süreci detaylandırmak ister misin?
Hale Tenger’in ses enstelasyonunu ilk dinlediğimde tüylerim diken diken olmuştu. Su gibi, kuş gibi ve ışık gibi olmaktan bahseden bu şiirsel metnin izleyiciye tuhaf ama bir o kadar da doğal bir şekilde kendisiyle yüzleşme alanı açtığını düşünüyorum. Sanatçı bu işi üretirken, antropolog Eduardo Kohn’un How Forests Think: Toward An Anthropology Beyond The Human (2013) [Ormanlar Nasıl Düşünür: İnsanın Ötesinde Bir Antropolojiye Doğru], Antik Çin filozofu Lao Tzu’nun Tao Te Ching’ive Hrant Dink’in ‘Su Çatlağını Bulur’ anekdotuyla bağlar kurarak evrenle bir olmak ve adalet gibi kavramlara referans veriyor. Burada antropolog Eduardo Kohn’un adını bir daha anmalı çünkü Hale Tenger onun Hayat, Ölüm, Adalet ve Aşk isimli konuşma serisinden ilham alıp aşk ve adaletin yerini değiştirerek isimlendiriyor çalışmasını. Bir çemberi tamamlarcasına birbirini bütünleyen bu dört temel kavram hayatının her anında mevcut. Peter ile sohbetlerimizde bu çalışmanın ve adının serginin ruhunu çok iyi özetlediğini hissettik ve Hale Tenger’in izniyle serginin isminde kullandık. Sergi, küresel adaletsizliklerin belirginleştiği pandemi döneminde şekillendi. İnsan ve çevre hakları temelinde tüm dünyada yaşanan sosyal, siyasi, ekonomik, ekolojik ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan adaletsizleri konu edinen bir sergi üzerine odaklandık.
Peter ile düşüncelerimizin benzer olduğunu farkettiğimizden bu yana birlikte bir sergi yapma fikrimiz vardı. İlk sohbetimizde sanat dünyasında görünür ve görünür olmayan haksızlıklardan, emek sömürüsünün normalize edilişinden, sosyal ve siyasi farkındalıkla hareket eder gibi görünen kurum ve kişilerin özünde toksik ve eril ilişkilenme biçimleriyle hareket ediyor olmasından konuşmuştuk. Kendi aramızda küratoryal etik, sanatçı-merkezli küratoryal yöntemler, dostluk, dayanışma ve direniş olasılıklarını tartışırken aslında serginin de tohumlarını atmışız. Kişisel deneyimlerimiz ve çevremizde gözlemlediğimiz yapısal sorunları ve adaletsizlikleri konuşurken, bu diyalog sanat işleri üzerinden devam edince ortaya Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet ortaya çıktı.
Bu sergide İstanbullu izleyiciler olarak Babi Badalov’un işlerini ilk kez görme şansı yakaladık. Daha önce Fulya Erdemci tarafından Cappadox’a davet edilen Babi’nin İstanbul’da gösterilen ilk işi. Uzun zamandır takip ettiğim, resim-yazı/yazı-resim işlerinden ve Azerbaycan’da başlayıp Moskova, New York, St. Petersburg ve son olarak Paris gibi şehirlerde devam ettirdiği hayatından çok etkilendiğim Badalov, bu sergi için mekana özgü bir iş gerçekleştirdi. Semi-sürgün, queer, Azerbaycan kökenli, çok dilli ve her daim “dışarlıklı” olan bir sanatçı olarak duvarlara hem şiirsel hem de politik çalışmalar yaptı. Bu iş şimdiden izleyicilerde ciddi bir etki yarattı, Babi’yi sergiye dahil etme süreci nasıl oldu?
Babi Badalov’un çalışmalarının İstanbul’da sergilemek çok heyecan verici! Türkiye’de yabancı sanatçıların temsilini düşündüğümde sanat tarihini yıllardır domine eden Avrupa ve Amerikalı sanatçıların yanısıra Orta Doğulu, Azerbaycanlı, Asyalı ve siyah sanatçıların da varlığının ve güncel sanata olan katkılarını görünür kılmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Serginin sanatçılarını Peter ile sohbet ederek ve birbirimize sanatçılar önererek oluşturduk. Babi, benim çok uzun zamandır çalışmak istediğim bir sanatçıydı. Peter ve Babi daha önce birlikte başka bir sergide çalışmışlar. Çok doğal bir şekilde gelişti Babi’nin sergiye dahil olması. Yazı ve resimle kurduğu birbiri içine geçen kendine özgü bu ilişkiyi çok değerli buluyorum. Onun için hem “görsel şair” hem de “kelimeler ressamı” diyebiliriz.
Benim için serginin öne çıkan bir diğer işi de Sevgi Aka’ya aitti. Ayçiçeklerini gece ışığında fotoğraflayan Aka, “günebakan” kelimesinin güneşi merkeze almasından yola çıkmış. Serginin söyleşisinde “önümüzde bir duvar varsa -ki var- o zaman o duvarın etrafından geçmeyi öğrenmeli, değiştirebileceğimiz şeylere bakmalıyız” demişti. Aka’nın daha önce Barın Han’da “Yemin Etmedim ki” sergisinde bir işini görmüştüm. Birlikte çalışma süreciniz nasıl gerçekleşti?
Sevgi Aka ile Tarabya Kültür Akademisi’nde tanıştık. Ortak bir arkadaşımızın insiyatifiyle organize edilen Tarabya’nın mutfağında herkesin biraz yemek ve şarap getirdiği sonra da Hanna Arendt filmini izlediğimiz soğuk bir İstanbul günüydü. Sevgi’yle ilk sohbetimiz orada başladı; hayattan, sanattan ve sergilerden konuştuk. Onunla konuştukça sanatını daha çok merak ettim. Sevgi kendi kuşağındaki birçok sanatçının aksine tanıştığı küratörü etkilemeye çalışan bir sanatçı değil. Sürekli yaptığı projelerden bahsetmiyor ya da ne kadar ilginç biri olduğunu kanıtlama çabasında değil. Rekabetin sert olduğu, herkesin daha üretken ve daha ‘cool’ olmak için yarıştığı bir sanat ortamında Sevgi’nin tipik ‘sanatçı/ küratör’ ilişkisinden çok iki insanın gerçek ve eşit bir diyalog kurmasını önemsediğini farkettim. Bu tanışma ikimize de iyi gelmişti! Gözlerimizden kıvılcımlar çıkmıştır muhtemelen. Gerçekten sanatı konuşabileceğim bir sanatçıyla tanışmış olmak benim için çok kıymetli. O günden sonra onu son defa görmeyeceğimi biliyordum. Bu tanışmanın ardından gelen sohbetin devamı bizi “Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet” sergisinde izlediğimiz Aradığın Seni Arıyor isimli fotoğraf işlerine götürdü.
Serginin söyleşisinde Cansu Yıldıran’dan aktardığın “Hâlâ yaşayanların aramızda olmayanlara saygı duruşu” cümlesi çok etkileyiciydi. Yıldıran’ın bir direniş taktiği olarak geliştirdiği fotoğraf pratiği, sence sergiye nasıl bir perspektif katıyor?
Cansu Yıldıran’ın Hatıralar Ormanına Çağrılan Gelir mi? isimli fotoğrafı izleyici galeriye adımını atar atmaz gördüğü ilk iş. Bu sergi için neredeyse hayati önem taşıyordu. Girişteki sol duvar iş sergilemek için çok uygun olmasına rağmen, bu zamana kadar yalnızca serginin kısa metinlerine yer verilen bir alan olarak kullanılmış. Elbette bu da iyi bir yöntem, ama eğer binaya sızan bir sergiden bahsediyorsak (kitap barı ile binanın girişine ve Hale Tenger’in ses enstelasyonu ile merdivenlere mekana yayılması) ikinci kattaki girişi de yeniden kurgulamak gerekirdi. Bu defa küratörün sözü değil, sanatçının işiyle başladı sergi: ağacın üzerinde flu bir bedenle. Cansu zaten içinde bulunduğu, gündelik hayatının parçası olan insanları fotoğraflıyor, özellikle lubunyaları ve trans bireyleri. Cansu’nun fotoğrafları cinsel yönelim özgürlüğünü, cinsiyetlerin keskin ayrımları olmadığını ve kuir insanların varlığını ve mücadelesini vurguluyor. Estetik ve aktivist anlamda çok başarılı olan bir iş nokta atışı yapıyor!
Savaş Boyraz işlerinde ekolojik sorunlarla politik sorunların bağlantısının altını çizen bir sanatçı. Siyasi özneye dönüşme/dönüşememe meselesinin üzerinde duruyor. Sergi bağlamında Boyraz’ın işini açıklayabilir misin?
Savaş ve yıkım yüzyıllardır sanatın konusu. Sanatçı Savaş Boyraz, 2015’te Güneydoğu Anadolu’da yaşanan çatışmalardan sonra ‘bir yıkımı nasıl belgelerim?’ sorusunu soruyor. Kamerasını insanların yüzlerine değil çatışmalarda zarar gören objelere çeviriyor. Muhteşem bir doğa manzarası önünde kırık bir kapının, düğüm olmuş inşaat demirinin ve ekranı patlamış bir televizyonun fotoğrafını çekiyor. Bu üç fotoğraf aralarında videoların da bulunduğu daha fazla işi bulunduran bir grup çalışmanın parçası. Hepsi de bu yıkım üzerine kurulu. Eğer hayat, ölüm, aşk ve adaletten bahsediyorsak, hepimizin tanık olduğu bir yıkımı görmezden gelmek körlük olurdu.
Şafak Şule Kemancı’nın yaşamı, queer varoluşu, neşeyi kutladığı işlerini çok beğeniyorum. Yukarı kata çıkmak için yürürken sağlı sollu olarak görebildiğimiz yerleştirmeleri de çok etkileyici buldum. Şafak ilk kişisel sergisini sınırsız ekibi küratörlüğünde geçen sene Depo’da açmıştı. Almanya’da yaşayan bir küratör olarak Şafak’ı senin radarına sokan neydi, merak ediyorum.
Şafak Şule Kemancı’nın çalışmasını bu sene Depo’da gerçekleşen “Kadın Arşivlerinden Yansıyanlar” sergisinde gördüm. Sadece çok etkilendim demek hissettiklerimi ifade etmekte yetersiz kalır. Sanatçı Ays Alayat ile birlikte ürettikleri ‘Gerçekten Yalnız Mıyım?’ isimli yerleştirme cumhuriyet döneminde yaşamış olan Kenan Çinili üzerine kurulu. Konuya yaklaşım biçimleri, soyutlamaları, işi iş olarak görmekten öte içselleştirerek ve hissederek çalışmaları beni derinden yakaladı. Ertesi gün her ikisiyle de buluştum ve sergi üzerine sohbet ettik. Bu bir başlangıç oldu. Şafak Şule Kemancı’nın adı daha sonra serginin de editörü olan Fisun Yalçınkaya ile sohbetlerimizde kendisinin Sanat Dünyamız’a sanatçı hakkında yazdığı yazıyı konuşurken geçti.
Daha sonra yine bir yazar olan Mehveş Ungan’ın aynı sergisi üzerine kaleme aldığı yazısını okudum ve her iki yazıdan da çok etkilendim. Kemancı’ya beni götüren harita bu şekilde gelişti.
Sergi ismindeki “aşk” her aşkı temsil ediyor. Kuir aşkların varlığını da kutluyor. Son yıllarda aşkı, arzuyu ve özgürlüğü kutlayan çok sayıda iş üretiliyor. Herkesin kendi adına konuştuğu, kimsenin kimse adına söz söylemediği ve temsillerin araçsallaştırmadığı bir sergi olmasını çok önemsedim.
Bu yazıyı beğendiniz mi?
Argonotlar Telif Kumbarası desteğinizi bekliyor!
Çok sesli ve bağımsız güncel sanat yayını Argonotlar, 2023 yılı yazar telifleri için okurlarını desteğe çağırıyor.
Siz de Argonotlar Telif Kumbarası’na tek seferlik 100₺, 250₺, 500₺ ve 1000₺ olmak üzere dört farklı kategoriden kendiniz için en uygun olanını seçerek destek olabilirsiniz.
Argonotlar olarak bu destekle 70 ila 100 arasında yazı yayınlamayı, yazarlarımıza ödediğimiz telif miktarını artırmayı ve daha fazla yazara alan açarak güncel sanat başta olmak üzere kültür sanat alanında çok sesli ve bağımsız bir mecra olmaya devam etmeyi hedefliyoruz.
Argonotlar olarak gelir modelimizi çeşitlendirmek ve sürdürülebilir bir yayıncılık için arayışlarımız devam edecek. Argonotlar Telif Kumbarası dışında her türlü reklam, destek ve fon öneriniz için bize info@argonotlar.com e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.