“Göz nadiren takılır bir şeye. Yalnızca, onu, başka bir şeyin işareti olarak tanıdığı zaman…”
Italo Calvino, Kentler ve Göstergeler[1]
Suat Öğüt’ün 5 Kasım 2022 tarihinde Diyarbakır Merkezkaç kolektif mekânda açılan “Kaybolan Manzarayı Tamamlamak” sergisini görmüş ve sanatçıyla sanki -ya da muhakkak- üzerinden bin yıl geçen çocukluğumuzu konuşmuştuk. Bu vesileyle belki de çocuklukla bakışmıştık. Çünkü Hasankeyf de tıpkı çocukluğumuz gibi dün ve binlerce yıl arasında bir yerde görüntüler halinde, belli/belirsiz duruyor ve daha çok bir bakışın konusu olma özelliğini taşıyor.
Serginin Diyarbakır’daki gösteriminde enstalasyon, video, fotoğraf ve bir kent maketi aracılığıyla Hasankeyf’te süregelen yıkım ve kentin dönüşümü ele alınmıştı. Konu Hasankeyf olunca haliyle onunla anmanın kaçınılmaz olduğu bir künye var. İçinde “artık başka bir su olmasından dolayı” yaşam belirtileriyle karşılaşmanın imkânsızlıkları, yeni güvenlik politikaları, rant iştahı, kentin içine işleyen büyük bir tekinsizlik duygusu, kadim hafızanın izlerine beton dökmek ve her şeyi tektipleştirme arzusu âdeta değindiğim künye sözcüğünü yaratan harflere dönüştüler.
Sergi daha sonra 29 Eylül 2023 tarihinde Görkem İmrek küratörlüğünde, Beyoğlu Kazancı Yokuşu’nda yer alan AVTO’da “Birdir Bîr” ismiyle açıldı. Bir çocuk oyununun adı olan bu başlıkta geçen “bir” sözcüğündeki “i” harfi, üzerine bir şapka eklenmesiyle Kürtçe hafıza ve kuyu anlamlarına tekabül eden “bîr” sözcüğüne dönüştürülmüş. Kürtçede çift anlama karşılık gelmesinden dolayı en sevdiğim sözcüklerin arasında yer alan “bîr” hafızayı işaret etmesi yönünden bir görüntüler silsilesini çağırır. Ayrıca kuyu anlamıyla “bîr” kelimesi, üstüne eğilmemizi ve kendisiyle bakışmamızı talep eder. Eğilip bakınca, sanki suyun varlığına değil de oluşumuna tanıklık edecekmişiz gibi hissettirir. Derinlerde bir yerden yukarı çıkmak için sanki karşısındaki kişinin bakışının sarkıtacağı ipi bekliyormuş gibi su sana bakar, hatta su olmazsa bile yokluğu bakar.
Bakış diyorum, Ülkü Tamer’in bir şiirine adını vermiştir.
“Tut elinden o bakışını. Çeşmeye götür, su içir ona. Çıkınını aç, peynir ver ona. Dağlara taşı, rüzgârı göster ona. Yaşarken o bakışını bırakma. Yılların hazinesi gibi öfkenin sandığında sakla onu”[2]
Çocukluğumuzdan kalmış bir bakışın elinden tutsak ona neyi gösterir, nerelerde dolaştırır, onu neyle besler ve hangi sandığımızda muhafaza ederiz sorularının neşet ettiği bu sergide, sanatçı o bakışı Batman’da, Hollanda’da, Diyarbakır’da ve İstanbul’da dolaştırdıkça bakışın değişen mekânlarla esvap ve isim değiştirdiğini de görürüz.
Hasankeyf’i konu edinen bir sergi tıpkı kentin kendisi gibi hiç kımıldamadan hep aynı yerde duruyor olabilir mi? Birbirinden farklı kimlikler arasındaki bu yolculuğu, sergi değil de kültürlerin kendisi yapıyor olabilir mi? Bizanslar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Eyyûbiler, Artuklular, Safeviler, Akkoyunlular, Osmanlılar tarafından sürekli “el değiştirmeye” uğrayan bu tarihi kentin bugün “artık yokluğuyla mevcuda gelen” halini odağına alan sergideki tüm işlerin isimleri ve hatta serginin isminin dahi değişmesi Hasankeyf’in üzerindeki parmak izlerinin isim çokluğundan pek de bağımsız bir şey olmasa gerek…
“İşte suyumuzu kestiler ama masamda yine bir çiçek/ bir çiçeğin akşamı elbet bir çiçeğe benzeyecek.”[3]
Diyarbakır ve İstanbul’da farklı tarihlerde, ayrı isimlerde açılan bu sergiyi aradan geçen bir yıllık süreden sonra kendimin de aynı insan olarak kaldığından pek emin olmayarak gördüğümde, Turgut Uyar’ın şiirinde geçen ve akşamına benzeyen bir çiçeğin mekânın içinde bir bakış halinde dolaştığını da düşündüm.
Hasankeyf’in ve akşamının artık olmaması acaba neye benzer?
“Birdir Bîr” sergisinde sanatçı, Hasankeyf’in uğradığı tahribatı sadece kültürel mirasın kaybı, bölgede yaşayan yerel halkın yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalmaları, ikame edilen mimarinin çarpıklığı ve güvenlik politikalarındaki su savaşları gibi bölgede süregelen sorunlarla sınırlı tutmadan “aciliyet sıralamasında” genelde geride tutulan “ekolojik alanların” uğradığı şiddeti de havzadaki endemik kuş türleri üzerinden aktarmayı amaçlar. Bülbüllerin, Buddha’nın ya da İsa’nın sözlerinden çok daha önce öttüğünü söyleyen şair D.H. Lawrence “Ve başlangıçta kelime yoktu, cıvıltılar vardı” [4]der.
Bölgede nesli tükenme tehlikesi altındaki on iki kuş türünün ve endemik bitkilerin tasvirleri, İstanbul’daki sergi için üretilen mozaiklerden çıkan bir cıvıltı ve koku, bizden, kelimelerden ve yapılardan çok daha önceye dayanan bir şeyler olduğunu ve bu denli büyük bir tahribatın aynı zamanda cıvıltıyı ve kokuyu da hedef aldığını gösteren bir sahne yaratıyor. Hasankeyf’in, sabahının, dalının ve üstündeki kuşun ve cıvıltının artık olmaması acaba neye benzer?
Beynin çok büyük bir kısmı sudan oluşuyor. Artık Hasankeyf’in kendisi de öyle…
O da bizim gibi yaşayacak, sular altında… Belki de bu yüzden, insan olarak düşündüğümüz, anımsadığımız onca şey, sanki birdenbire değil de bir çekmecenin içinden, bir kıvrımdan, bir klasörden, bir kutudan çıkmıyor da, bir suyun derinlerinden yüzeyine doğru çıkıyormuş gibi dilimize geliveriyor.
Suyun derinlerinden gelip dilimizin kıyılarına varan sözün kaderini bir balık veya bir insan olarak belirleyen şey nedir? Hangi sözü bir balıkmış gibi su da bırakmalı, hangi söz çıkmadığında bir insanmışçasına boğulur? Dilimin üstüne suda ve karada yaşayabilen bir kurbağa geliyor.
Geçmişi yaktığında / yangın kurtarır onu / kül halinde…
[1] Italo Calvino, Görünmez Kentler, çev. Işık Saatçioğlu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002.
[2] Ülkü Tamer, Yanardağın Üstündeki Kuş, Ketebe Yayınları, İstanbul, 2021.
[3] Turgut Uyar, Büyük Saat, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002.
[4] D.H. Lawrence, İki Mavi Kuş, Can Yayınları, çev. Can Ömer Kalaycı, İstanbul, 2021.