İnsanın doğa üzerindeki hegomonya kurma çabasının, toprağı ilk kez denetim altına almaya başladığı Holosen çağıyla başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Söz konusu tahakküm, yüzyıllarla birlikte giderek ivme kazandı. Endüstri Devrimi patlak verdiğinde insanın doğa üzerinde yarattığı tahribat geri döndürülemez bir boyuta ulaştı. Endüstri Devrimi’yle başlayan süreçte insanın doğayı terk etmesi, kendisi için ‘yeni’ bir doğa ve bu doğanın yeni kavramlarını inşa etmesi; şeyleştirdiği doğa karşısında sanatçının konumlanışını, meseleye yaklaşımını ve ele alış tarzını da değiştirdi. Doğa ve doğaya içkin hayvan, böcek, bitki vb. canlıların yaşam koşullarındaki değişim sanatçının bir meselesi olurken, doğanın ontolojisinde gerçekleşen yapaylaşma (insan-yapımı doğa) hâli de sanatçı nazarında bir yapıntının temsiline dönüştü.
2000’li yıllardan itibaren, insan-doğa-hayvan gerilimini açık eden ve bu ayrımı yeniden tesis etmeyi amaçlayan çalışmaların sayısında ciddi bir artış görülür. Doğa tahribatı, ekolojik kriz, hayvan hakları, türcülük gibi meselelere odaklanan bireysel/kolektif çalışmalar yeni bir yaşam tahayyülü ihtimali üzerinde durur. Fikri ve kuramsal üretimdeki artış sanat alanı için de geçerlidir. Teorik zemindeki üretimin somut/nesnel karşılığı sanatta bir tür refleks olarak vücut bulur.
Aylin Zaptçıoğlu’nun 2020’nin sonlarında x-ist’te gerçekleşen In Situ/Ex Situ sergisi bu meseleleri odağına alması ve bunu gerçekleştirirken kendi duyumsal kaynaklarından yola çıkması nedeniyle son derece çarpıcıdır.
Şu sözlerle konuşmamıza başlamak istiyorum. Sanat pratiğinde uzun bir süredir insan-doğa-hayvan ilişkisini konu ediniyorsun. Ancak gözlemlediğim kadarıyla işlerin bir doğa güzellemesi sunmaktan öte, bir tür bütünsellik vadediyor. Rosi Braidotti’ye atıfla söyleyecek olursam; karşımızda olan doğa lehine insan merkezci hümanizm eleştirisinden ziyade tüm yaşamı içine alan bir birlik anlayışı. Senin zihninde bu süreç nasıl şekilleniyor?
İnsanı doğadan ayrı ya da doğaya karşı bir varlık olarak algılamıyorum. Özümüzde doğanın parçasıyız ve birçok açıdan hayatta kalmaya çalışan bir hayvandan farklı değiliz. Ama insanın bu ilişkiden ayrıldığı bir nokta var. Zayıflığının bilincinde olmak, devamlı her şeyden korkmak ve bunun diğer bir ucu olan her şeye hükmetmeye çalışmak gibi bir ikilem insanlığın kaderi olmuş gibi. Bu sadece doğa karşısında takınılan bir tavır da değil; insan kendine ve karşısındakine bu şekilde yaklaştığı sürece tüm yaşamla bütünleşmek, evrenle birlik duygusu günümüz için biraz romantik kalıyor. Kendi adıma bu toplumsal sistemin ideallerine ve hatta kendi fantezilerimdeki dünyadansa doğanın gerçekliğine bakmayı ve anladığım kadarını anlatmaya çalışmayı tercih ediyorum.
Sergide gördüğümüz figürler (hayvanlar, bedenler, yüzler) kanımca kendisi dışındaki şeylere göndermede bulunur. Şöyle ki, sanki karşımızdaki figürler alışılagelmiş hayvan tasvirlerinin aksine, bir durumun ya da duygunun ifadesi olarak belirirler. Bir hayvan sembolü/temsili olmaktan öte; nefret, öfke, mutsuzluk, memnuniyetsizlik gibi bir kavramın karşılığına bürünürler. İzleyicinin bu figürlerle karşılaşması halinde ise tüm sebeplerden dolayı sözünü ettiğim duygular duyumsanır. Bu görüşe katılır mısın?
Evet. Hepsi kendi dışında bir şeylere gönderme yapıyor. Tabii bu bakanın durum, duygu deneyimi doğrultusunda bir karşılık bulabiliyor. İnsan kendinde zaten olmayan bir duyguyu duyumsayamaz. Sadece kafasını karıştırmasından korkup duygularını bastırmaktan dolayı farkında olmayabilir. Mesela öfke, kendimizi koruyabilmek için yaşayabilmemiz gereken bir duygu ama toplumda kötü bir izlenimi olduğu için en çok bastırılanı… Bastırıldıkça da evrim geçirip bireyin kendisine dönerek depresyona dönüşüyor ya da dışarıya yansıtılıp şiddet ve nefret olarak ifade buluyor. Bu bastırılan memnuniyetsizlik, öfke, hüzün gibi insan hallerini hayvanlarda bile görüp gösteriyorsak bu kendi duygularımızın yaşanması için bir kanal arayışı sonucu oluyor bence.
Referansını Nuh Tufanı’ndan alan Nuh’un Gemisi adlı işine ayrı bir parantez açmak istiyorum. Burada artık daha önceki sergilerinde de aşina olduğumuz ve senin imzan haline gelen bir kompozisyon yapısıyla karşılaşıyoruz. Bu kompozisyon yapısı, tüm figürlerin yekpare halinde biraradalığına dayanıyor. Nuh’un Gemisi de bu sergide yer alan ayrı ayrı işlerin tek bir çatı altında buluştuğu; tek ve bir kompozisyondan meydana geliyor. Bu türden bir kurgusallık, yani figürleri tek bir mekâna sığdırma/istifleme hali kaotik bir görünüm sunarken; gerilimi bir üst seviyeye çekerek anlatılmak isteneni daha da çarpıcı kılmakta. Bu kompozisyon yapısıyla ilgili düşüncelerini/söyleceklerini merak ediyorum?
Böyle bir kompozisyonla çalışmaya başlamam çok bilinçli bir tercih değil, en azından hesaplı olmuyor. Genelde yapmak istediğim işle ilgili bir duyguyu yakalamak üzere boşlukta yaratacağı lekeyi tasarlıyorum. İçinde barındırdığı detaylar, ışığı, derinliği hatta formu bile resme çalıştığım süreç boyunca hep o hissiyatı vurgulamak için değişebiliyor. Figürlerin zaman ve mekândan bağımsız bir düzende, birbirleriyle ilişkileri içinde bir anlatım oluşturmak ve diğer yorumları izleyiciye bırakmak bana cazip geliyor. Her bakanla başka bir anlam ve hikâye kazanması benim için zenginleştirici bir deneyim.
Figürler, özellikle de hayvan figürleri, kendi varoluşsal dünyalarına ait gibi görünseler de, bulundukları halden bir o kadar memnun oldukları söylenemez. Köpek ve oyuncağı; çemberden geçen tavşan; akordiyon çalan maymun sanki insanların onlara biçtiği rolleri oynamaktalar. Önceki konuşmalarından aklımda kalan, doğayı ve hayvanları bir tür kendiliğindenlikleriyle ele aldığın üzerineydi. Burada senin nazarında nasıl cereyan ediyor?
Bir insan olarak benim süzgecimden geçtikleri için ne kadar kendilikleriyle ele aldığımı bilemiyorum. Öyle olsun istemişimdir. Doğayı ve özellikle hayvanları izlerken benim için vakit durabiliyor. Orada kendimi unutabiliyorum ama üretimlerimde doğayı ve hayvanları ele aldığımda süreç benim duygularımı ve durumlarımı da barındırıyorlar.
Tüm bu hayvanları bir biblo gibi sunman, taxidermy benzeri içleri doldurulmuş birer hayvan misali onları ruhsuz ve cansız bedenler haline sokuyor. Bu türden bir yaklaşımı bilinçli bir tercih olarak yorumluyorum. Bu görüşüme katılır mısın?
Bunlar çoğunlukla buluntu hayvan bibloları. Sevimli gözüken ama baktıkça tekinsiz bir duygu veren bu parçaların anlatımcılığını insanların her şeyde kendilerini yansıtmalarının örneği olarak görüyorum. Ben sadece bu gördüğüm ifadeleri vurgulamak için çeşitli kompozisyonlar kurdum. Yani sergide gördüğümüz insanların ruhsuz gördüğü hayvan figürleri aslında insanın kendisi.
İnsan figürlerini içeren resimlerinden söz etmek istiyorum. Benim dikkatimi çeken bedeni özellikle mesele edinmen ve buradan hareketle zamanında Sürrealistlerin ve Dadacıların yaptığına benzer bir şekilde formları kesip biçmen ve parçalara ayırman yönünde oldu. Fakat kanımca buradaki temel ayrım Dadaistler bunu biçim-içerik ilişkisini koparmak adına yaparken; sen verili formları parçalayarak onları estetik bağlamından kopardığın, soyutladığın yönünde. Beden üzerinde biçim bozan örneklerinde de bunu görüyoruz. Böylece kabul gören ideal güzellik anlayışını ters-yüz etmiş oluyorsun. Buradan hareketle sen neler söylemek istersin?
İçsel dünyamızın beden üzerindeki etkileri üzerine çok düşüyorum. Ruh ve bedenin ayrı olmadığına inanıyorum. Ama maalesef günümüzde ruhsal tarafımızla bağımız zayıf. Her şeyi akılla anlamaya, kategorilere ayırıp tanımlamaya çalışıyoruz. Parçalara ayırdığım, soyutladığım insan bedeni formları da algılarımızın bu kopukluğunu ve içimizdeki parçalanmışlığı ifade ediyor.
Bu noktada özellikle ıskalanmaması gerektiğine inandığım bir husus var. O da işlerinde kullanmış olduğun renk paleti. Çünkü Goethe’nin ‘renk kuramı’ndan itibaren biliyoruz ki renkler belli duyguların ifadesi veya karşılığı olarak kullanılabilir. Senin işlerin özelinde ifade edersek, geçmiş sergilerinde ve bu serginde pastel renklerin yoğunluğu hissediliyor. Bu tarz renk kullanımı belli ölçüde işlere romantik bir hava katarken, aynı zamanda da insanın kendisi dışındakileri şeyleştirdiği bir dünyayı açık ediyor. Hem rengi kullanma tarzın ve hem de sözünü ettiğim şeyleştirme meselesini senden dinlemek isterim.
Renk seçimlerimlerinin bilinçaltında bir karşılığı olduğuna katılıyorum. Gri tonların ağırlığının sebebi bence renklerin azaldığı şehirlerde çok vakit geçirmemiz gibi basit gerçeklikten bile kaynaklanıyor olabilir. Tabii bu renklerin azalmasındaki (seslerinin kısılması) bir diğer açıklama da bu hayat tarzının bizi yönlendirdiği sınırsızmışcasına tüketimin sebep olduğu ve senin de sözünü ettiğin gibi insanın bunları kolay sindirebilmesi için her bir şeyi şeyleştirmesi.
Göz formuna değinmeden elbette konuşmayı bitirmek istemiyorum. Sanat pratiğine baktığımızda göz formunu sembolik dili kuvvetlendirmenin bir aracı olarak kullandığın görülüyor. Bu serginde de gözlere yer veriyorsun. Fakat ben özellikle dikkatimi çeken ve Luis Bunuel’in Bir Endülüs Köpeği filmiyle ilişkisellik kurduğum bir işinden söz etmek istiyorum. Bir Endülüs Köpeği‘nde berberin jiletiyle kadının gözünü kestiği sahneyle senin yaşlı gözler tasvirin arasında analojik bir yakınlık hissettim. Tabii ki, söz konusu filmde bilinçdışı etkinin açığa çıkarılması vardı. Senin sanatında usa aykırı bilinçdışı bir jestten ne ölçüde söz edebiliriz?
Göz günümüzde en baskın algılama şeklimiz. Baktığımız şeyi anında zihnimizde tartıyoruz sonra işimize yarayıp yaramamasına göre birşeylere dönüştürmeye çalışıyoruz. Yani ilk bakarak tüketiyoruz. Benim resimlerde esinlendiğim Buddha’nın gözleriydi. İlk bakınca kimin olduğu anlaşılmayan hatta belki kime ait diye sordurmayan bu gözler zihinden bağımsız içsel bir gözü, hissederek ve yargılamadan bakabilmeyi anlatıyor. Egomuzdan bağımsız özümüzü oluşturan ve yok etmek için değil, bağ kurmak için bakan tarafımızı simgeliyor.