Bu seneki bienali pek bir beklentim olmadan gezdim. Bu beklentisizlik hali, belki de sanat dünyasının geçmiş yılları unutturma ve “her şey eskisi gibi” inancını yayma teşebbüsüne bir tepki olarak başladı, ancak bienal tarihi yaklaştıkça bu seneki küratörlerin de benimle aynı fikirleri paylaştığını düşündüm. Nicolas Bourriaud’un çoğunlukla müze mekânlarına sıkışmış ve iklim krizi gibi önemli bir meseleyi zaman zaman yüzeysel bir şekilde ele alan Yedinci Kıta bienaline kıyasla bu edisyonun isimsiz oluşunu, temasızlığını, ve daha da önemlisi dağınıklığını takdir ettim. Beyoğlu, Fatih ve Kadıköy’de farklı mekânlarda yer alan işleri gezmek için kendime bir rota çizdim, ancak rotayı kısa İstanbul seyahatim süresinde tamamlayamadım. Her ne kadar gördüğüm bütün işlerden etkilensem de da rotayı tamamlayamamış olmak bir bakıma hoşuma gitti. Çoğu etkinliğin sosyal medyada paylaşmak üzere kurgulandığı bir dönemde, bienalin seyircisini semt semt gezmeye teşvik etmesini doğru buluyorum.
İçeride en çok görmek istediğim işin sergilenmesine rağmen, gezinin ilk durağı olan Merkez Rum Kız Lisesine giderken biraz canım sıkıldı. Hem bienal hem de Türkiye sanat etkinliklerinin bir zamanlar azınlıklara ait olan terk edilmiş mekânlara olan özel ilgisi beni rahatsız ediyor. “Bu şehirde bir dönem gayrimüslimler vardı, şimdi yok” anlatısının, azınlık hayaletlere olan saplantının, halihazırda yaşayan ve tam da “yok olmamış” azınlıklara saygısızlık olduğunu düşünüyorum. İstanbulda devamlı olarak terk edilmiş Rum, Ermeni ve Yahudi mekânlarda sergi yapılıyor, ancak bu gruplarla beraber olarak kapsamlı çalışılmıyor. Bu konuda lise arkadaşım Rayka Simoni’nin Avlaremoz’a Zülfaris sinagogu hakkında yazdığı kısa bir makale var, Rayka’dan farklı olarak benim eleştirimin temelinde mekânların kutsallığından çok mekânın öznelerinin kaybolduğu miti.
Okulun avlusuna girer girmez beni, daha sonra her bienal mekanında göreceğim küratöryal metin karşıladı. Metnin özellikle son iki cümlesini (Bırakın bu bienal de kompost olsun. Vaktinden önce başlayabilsin, bittikten çok sonra da devam edebilsin) gördüğüm her işte kendi kendime tekrarladım, bu cümleler gezintim sırasında bana bir rehber, bir pusula oldu. Uzun, anlaşılmaz ve içi boş basın bültenlerine, sergi metinlerine kıyasla bienalin bu ufak mantrası, bana çok daha samimi geldi.
Binaya doğru hareket ettiğimde etrafımı onlarca, belki de yüze aşkın ekran sardı. Farklı boyutlarda ve farklı yüzeylerde sergilenen ekranlarda arşiv görüntüleri, belgeseller ve röportajlar sessize alınmış bir şekilde oynuyordu. Ekranlarla meşgul olmadan önce, mekândaki detayları incelemeye karar verdim. Okul sıralarını ve kara tahtaları görünce yukarıda yaptığım eleştiriye rağmen, hak arayışlarını belgeleyen bir arşivin bir sınıf ortamında sunma fikrini yerinde buldum. Ekrandaki görüntülerin, aktarılan meselelerin, estetik ve politik kadar pedagojik bir amacı olduğunu da gözlemledim.
İtaatsizlik Arşivi [Ders Bitti], küratör, yazar ve sanat eleştirmeni Marco Scotini ile sanatçı/akademisyen Can Altay’ın ortak işi. Arşivde çok sayıda video görüntüsü var, bu görüntülerde farklı coğrafyalardan, farklı zaman dilimlerinden gelen sayısız gurup kendine özgü meseleleri üzerinden hak talep ediyor. Mekânı gezerken bir ekranda Bergama’daki termik santral projesine karşı direnen halkla röportajlar oynuyordu. Başı bağlı bir teyze Atatürk’ün posterini tutmuş “kanla elde ettiğini kalemle sattılar” diyordu. Bir başka ekranda İsrailli anti-siyonist entelektüel Yeshayahu Leibowitz’in bir röportajına tanık oldum. Karşı duvarda Kayyum Rektör İstemiyoruz sloganını gördüm, bir diğer odada ise tam olarak ülkeyi çıkaramasam da post-sömürgeci devrimlerden görüntüler izledim.
Arşivi gezen herkes, şüphesiz gördüklerinden yorulacaktır. Her bir videonun farklı uzunluklarda oluşu, videolarının seslerinin kısılması vs. bize izlediklerimizi teker teker sindirmektense toplu olarak yorumlamaya davet ediyor. Önerilen topluluk kavramını basitçe kesişimsellik ve dayanışma olarak okumaktansa, tek bir eylemin (itaatsizliğin) farklı dışavurumları olarak görüyorum. İtaatsizlik birçok haksızlık karşısında kendini ortaya çıkarıyor ve bu eylem çok sesli bir koro tarafından tekrar tekrar aktarılıyor. Bu bağlamda, arşivi oluşturan ekranlar bir itaatsizlik korosunu temsil ediyor.
Direnişi ve hak arayışlarını bir koro olarak hayal etmek benim öne sürdüğüm bir fikir değil. Akademisyen Catherine Grant, henüz geçen ay çıkan A Time of One’s Own isimli kitabında feminist koroya değiniyor: Grant’in incelediği birçok feminist sanatçı, koro konseptinden yola çıkarak bilinçlendirme girişiminde bulunuyor. Düzenledikleri etkinlik ve performanslarda feminist sanatçılar, aktivistler, teorisyenler ve diğer kreatifler beraber bir arada veya art arda konuşarak, okuyarak veya şarkı söyleyerek kendi topluluklarını ve seyircileri feminizm üzerine düşünmeye ve tartışmaya davet ediyor. Bu etkinliklerin pedagojik bir amacı var, bilinçlendirmeyle toplulukların baskı rejimlerini tanıması hedefleniyor. Ancak zaman zaman okunan, söylenen, tekrar edilen ifadeler birbirinin üzerine biniyor, aynı İtaatsizlik Arşivi’nde olduğu gibi tek bir anlatı yerine, ortaya daha karmaşık, ancak bir o kadar da güçlü bir hikâye çıkıyor.
Grant, feminist koro üzerine yazdığı bölümün sonunda farklılıklar üzerinden bir olma fikrini ele alıyor. Grant’e göre beraber ancak ayrık olmak “homojen olmayan ve garip, çeşitli ve çizgisel zamanın akışına uygun olmayan” bir feminizme işaret ediyor. Bu tanım üzerinden, mekânda sergilenen bir başka kaynağa, İtaatsizlik Arşivi [Park] başlıklı yayın hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Bu yayın, tam sekiz sene önce, arşivin Salt Beyoğlu’nda sergilendiği sıra basılmış. Yayının merkezinde tabii ki birinci yılını kutlayan Gezi direnişi var. İlk sayfada Gezi sırasında işgal edilen AKM binası ve binaya asılan pankartlar resmedilmiş. Yayında Üniversitede İtaatsizlik, Biyodireniş ve Denetim Toplumu, Toplumsal Cinsiyet gibi birçok farklı başlıkta yazı kaleme alınmış. Arşivde de sıkça yer alan Gezi direnişinin Grant’ın feminist tanımına birebir uyduğunu düşünüyorum. Sekiz yıl önce de Gezi ruhu diye tabir edilen o tanımsız, çoğul his aynı Grant’in de ifade ettiği gibi tarihsel bir çizgi üzerinde ilerlemiyor, direnişin hem geçmişinde hem ilerisinde, hem Türkiye’de hem de çok farklı coğrafyada, birbirini hiç tanımayan, görüşleri belki de zaman zaman birbirine uymayan bambaşka topluluklar tarafından filizleniyor.
Sekiz sene sonra, sadece Türkiye değil küresel ölçekte bir “kriz” söz konusu. Bu kriz çok katmanlı, ekonomik kriz ve yaşam pahalılığından, çevresel krizlere, popülizme, faşizme kadar uzanıyor. Ekranda oynayan her mücadele, bazen aynen ekranda görünen şekilde devam ediyor, bazen başka şekillere bürünerek tekrar ediyor. Belki de itaatsizlik korosunun bize vermek istediği ders, bizi bu krizlere karşı uyarmak, bu krizleri tanımamıza vesile olmak. Okuldan ayrılırken aklıma tekrardan küratöryal metnin son cümleleri geliyor. İtaatsizlik korosu da aynı kompost gibi vaktinden önce başlamış, şüphesiz bitiminden sonra da devam edecek.
17. İstanbul Bienali katılımcılarını tanıyalım: Crip Magazine
Daha fazla Argonotlar içeriği için
- 📩 Argonotlar haftalık güncel sanat bültenine abone olarak 3000+ kişilik topluluğmuzun bir parçası olun: E-posta adresinizle ücretsiz kaydolun.
- Her hafta güncellenen İstanbul sergi rehberine göz atın: Argonotlar AJANDA.
- 👁️🗨️ 17. İstanbul Bienaliyle paralel olarak gerçekleşen sergiler listesine göz atın: 17. İstanbul Bienali paralel sergiler listesi
- 🎙️ Güncel sergiler üzerine sanatçı ve küratörlerle söyleşiler: Argonotlar Söyleşi
- Sergi katalog ve broşürlerinden metinlere çevrimiçi olarak ulaşın: Argonotlar Kütüphane
Bu yazıyı beğendiniz mi?
Argonotlar Telif Kumbarası desteğinizi bekliyor!
Çok sesli ve bağımsız güncel sanat yayını Argonotlar, 2025 yılı yazar telifleri için okurlarını desteğe çağırıyor.
Siz de kampanyaya tek seferlik 750₺, 1000₺ ve 2000₺ olmak üzere üç farklı kategoriden sizin için en uygun olanını seçerek destek olabilirsiniz.