Yüzeyler vardır. Her durumda karşılaştığımız, temas kurduğumuz ve etkileşim halinde olduğumuz. Dünyanın kurduğu ilişkiler ağıyla sarmalanırız. O halde buralarda sürekli bir şeyler oluşur. Bakışa, duymaya, dokunmaya etki eden birçok şey belirir. Buralarda gerçekleşen durumlar en derinde hissedilir. Tenimizden kopan bir parça derinlerde başka bir şekilde hissedilir. Bazan çığlığa, kahkahaya ve gözyaşına dönüştüğüne tanık oluruz. Kuvvetler ve bu kuvvetleri harekete geçirecek örgütlülük de bu yüzeylerde cereyan eder. Yaşam sevincini büyütecek ve başkalarına da yayacak kadar. Bu haliyle ten, iktidarlar için kabul edilecek bir yüzey değildir. Bu kadar kuvvet karşısında bozguna uğrayabilir. Ondan sürekli denetlenmeli, kontrol edilmelidir.
Karaköy’de Sabancı Üniversitesi’ne bağlı Minerva Han’da bulunan Kasa Galeri’de bahsettiğim bu noktaları yani teni ve tini yoklayan bir sergiyle karşı karşıyayız. Yekhan Pınarlıgil’in küratörlüğünde Renk Ver Bana başlıklı sergi, sanatçılar Semiha Berksoy, Marguerite Bornhauser ve Çınar Eslek’in eserlerini bir araya getiriyor. Duruşu, tavrı ve eserleriyle sanat dünyamızda kalıcı izler bırakan bir isim Semiha Berksoy. Makyajla güçlü bir ilişkisi var. Yüzündeki yuvarlak ruj lekeleri ve gülüşüyle kendine ait bir dünyanın yansımalarını göstermekle birlikte, iktidarı sarsıyor. Bu sergide bu özgünlüğüyle var. Hem de ‘Cray’ işiyle içten gelen ağlama eyleminin yüzeyde nasıl yankılandığını göstererek iç ve dış arasındaki gelgitleri yokluyor. Marguerite Bornhauser, ışık ve renk üzerinden tene bakıyor. Onun eserlerinde yüzeyler, ışık ve doğal olarak renkle şiirsel bir uyum yakalıyor. Çınar Eslek kilden eserlerinde ruhun karanlık yönlerine temas ediyor. Çaputtan yaptığı işte ise her bir ilmeğin kendi tekil halinin yanında, diğerleriyle kurduğu ilişkiler, temas ve kuvvetler ağının açılıp saçılmasına ve coşkusuna tanık oluyoruz.
Çınar Eslek’le açımızı oldukça geniş tutarak tene baktık.
Ten meselesi ciddi bir mesele. Onu bu kadar önemli hale getiren durumlar hakkında, özellikle- sergi bağlamında neler söylersin?
Kasa Galeri’de gerçekleşen “Renk Ver Bana” sergisi ten-tin bağlamında düşünürsek, bedenin yüzeyi yani derisi; açıklıklar, kesikler, içerisi ile dışarının geçiş yeri, iç ile dışının çevriminin yanı sıra, bir tür anlamlandırılmaya, sosyal, kültürel ve ruhsal temsiliyete ihtiyaç duyan duyusal süreçlerin yeri olarak da ifade edilebilir.
Tam bu noktada iktidar, ten üzerinden belirli normlar doğrultusunda yaşamsallığı, canlılığı kontrol etmeye çalışır.
Gündelik ve verili olan var. Yeni bir başlangıca izin vermeyen türden bir kıstırılmışlıkla tenleri çevreler. Bu durumda yeni olanı yaşama nasıl geçireceğiz? Senin dünyanda, yaşamında bu türden bir değişim var mı? Eserlerine kattığın oluyor mu?
Yaşam alanlarımız senin de bahsettiğin gibi kıstırılmış durumda. Bu yeni bir durum değil, yüzyıllardır başka formlarda kendini gösteriyor. Hele ki ekolojik krizle beraber, insanın ekosistemin bir parçası olduğu düşüncesinin önem kazanması ve buradan bedenin mesele haline dönüşmesi söz konusu.
Bir sanatçı olarak dert ettiğim sorunsallara kendi sanatsal üretim pratiğimle bireysel, organik, inorganik ilişkileriyle canlı bedeni, kişisel deneyimlerime, canlılığı düşünmeye dair sorular sorarak, esneterek, bükerek ele alamaya çalışıyorum.
Benim ilk sergim ve sonrası, kişisel deneyimlerimle ilişkili olarak ilerledi. Kendi bedenimde zorunlu olarak geçirdiğim operasyonlar sonucunda yaşamsal bir gereklilik olarak kurgudan mümkün olduğunca uzak, deneyimin evrimleşmesi olarak sanat yapıtına yansıdılar. Bu deneyimin bellekle ilişkisini okuyabiliriz başka bir açıdan.
Operasyon sonrası acı deneyimi nasıl kendine özgü ise benim için, her tekil yaklaşımın özgülüğü, deneyimin farkları, kapasiteleri, imkânları, kırılganlıkları, güçleri, bedenli bir öznellik olarak kurulmasının önemi benim ilgi alanıma girip çalışmalarıma yansıyor elbet.
Başkalarına kayıtsız kalamayacağımızı düşünüyorum. Her durumda onlarla bir araya gelmenin yollarını aramalıyız. Temas etme ve karşılaşmanın öneminden bahseder misin?
Birbirine temasın, zıtlıkları, çelişkileri ile bir arada konumlamaya, var edebilmeye, işaret edebilmeye dair başka bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Yargılar, doğrular, eylemlerle sınırlı olmayan biricik karşılaşmalar da yaşam alanı açması bakımından önemli sanırım.
Başkasıyla olan ilişkin sorunluysa kendini tamamen kapatmaya çalışıyorsun. Başkalarının seninle kurduğu ilişkiyi sorunlu görüyorsan da bu durum geçerli. Dışarıdaki kaostan azade olmak istiyorsun. Kendi oluşturduğunu düşündüğün kozmosunla yaşamanın telaşına düşüyorsun. Bu da iktidarın işine geliyor. Kaostan, onun kuvvetinden ve başkalarından azade kılınacak bir yaşam var mıdır?
İktidarın yöntemlerinden biri olan kontrol etmek; ten, ben ve beden üzerinden de gerçekleşiyor. Bu artık çok şiddetli boyutlara varmış durumda ve yaşamımızın her alanına sinmiş durumda.
Pandemide çoğumuzun bildiği üzere neoliberal kapitalizm hem ölümü hem yaşamı hem de iyileşme ve sağlık fikrini toplumsal tahakküm mekanizmaları ve pazar ilişkileri çerçevesinde kuruyor. Sosyal güvenceyi neredeyse toptan ortadan kaldırıp sağlık hizmetlerinin sadece gücü yetenin erişiminde olacak şekilde yeniden kurmasına tanık oluyoruz. Ayrıca var olanlara ve var olmaya dair hayati bir kaygıyla sürdürülen gündelik yaşamın tek tek kişiler üzerindeki ağır etkisinden, hem ilaçların hem alternatif yöntemlerin oluşturduğu sınırlamalardan, sağlık adına üretilen vitamin ya da ona denk gelen doğal ürünlerin kullanımındaki artıştan, iş güvencesi kayıplarından, ekolojik yıkımdan hareketle tartışılabilecek, pek çok bakımdan bugünün kapitalizminin ölüm ile terbiye etmeye dair mekanizmalarının olduğuna inanıyorum.
Tenin bu dünya karşısında biçare olduğu düşüncesi sürekli dayatılıyor. Halbuki bütün kuvvetler de orada.
İlk olarak zihin ve bedeni ayırarak bedeni dışlayan düşünce sistemlerinin indirgemeci tavrından uzak; bedenin, karmaşık maddesel bir varoluş olarak, yaşama, düşünme ve konumla(n)ma kuvveti olduğuna da bakmalıyız aynı zamanda.
Kilden yaptığın heykellerde buna benzer bir şeyler var gibi. Zihin ve beden ayrımı yok. Hatta orada bir mülkiyetsizlik var. Arkaik heykel gibi duruyorlar. Duyulur olanın en yoğun hissedildiği, ruhun kendinden taştığı bir hal söz konusu bu eserlerde. Böyle anlara çok nadir rastlıyoruz yaşamlarımızda. Belki de neredeyse hiç olmuyor.
Küratörümüz Yekhan ile çok uzun sohbetler ettik sergiyi oluşturma sürecimizde. Yekhan, serginin başlığını birbirini tamamlayan, birbirini destekleyen bazen birbirinin içine girmiş şekilde düşündü.
Yekhan’ın ifade ettiği gibi ‘’Renk vermek, ilk akla geldiği gibi kendini belli etmek, niyetini, duruşunu, kendini göstermek, sergilemek. Saklı kalabilecekken kalmamak, açığa çıkmak, hatta açık vermek. Ama bir yandan da, renk ve vermek kelimelerini biraz zamanda aralayarak okuyacak olursak, ressamın paletine, videocunun piksellerine, fotoğrafın kırmızısına, siyahına beyazına yani sanatın olmazsa olmazına işaret eden bir beklenti çağrıştırıyor, sanatçının temel hareketine gönderiyor zira renk vererek kendini açık ediyor sanatçı, renk vererek kendini var ediyor.’’
Ben heykelleri yaparken hareket noktam, kimi grupların ritüelleri sırasında transa geçmek için kendilerini boyuyor olmaları.
Trans, tarihsel süreci içinde ele alındığında ilkel denilen toplumların ilk aşamasında bireysel bir davranış olarak vardır. Kolektif bir biçim kazanması sonraları olmuştur.
Transa geçerek coşkunluk halini, ruhunu dışarı çıkarmak ve kendinden geçmeleri olarak görüyorum. Yani kendini ele vermek; tenin, tin ve dünya arasındaki arayüzün sınırlarını kaldırarak, tenine verdigi renkle en derinini su yüzüne çıkarıp, bilincinin hemen altını görünür kılması. Ve ruhumuzun en karanlık noktalarını açık etmesi. Kolektif bir tarafı da var tabii. Çok arkaik heykeller olarak okunmasının nedeni bu olabilir.
Dolayısıyla en derinde ve karanlık olanın açığa çıkmasını bu heykellerin yer aldığı bir tapınak kurarak gösterme niyetim, bedenin inanç sistemleri tarafından kontrol altına alınmasına karşı direnç göstermenin başka bir yöntemi gibiydi. Yerleştirmelerden biri olan bu altı heykel; farklı konumlandırmaları, yan yanalıkları ve gölgeleri ile birbirinin içine geçerek birbirine temas ediyorlardı.
Yani senin sergideki Çaputu Gördüm Çıplak Ağaçlarda işin gibi mi? Bu sözlerinden sergideki diğer işinle de bir benzerlik kurabiliriz bana kalırsa.
Bu yerleştirmemdeki her düğüm benim için tekil bir özne temsiliydi. Kontrol etmediğim ama bir araya gelme şekliyle tenleşen. Her attığım düğüm bir sonraki düğümün kopyası değil aslında. O kendi kendini şekillendirdi. Çizgisel olarak ilerlemeyen bir öncekine göre varlık kazandılar. Ten gibi boşlukları, girintileri, çıkıntıları ve yıpranmışlıklarıyla sistematik ilerleme yerine, eklenerek çoğalıp gücünü oluşturdular. Tenimizin en derininde hücre diziliminin tene yansıması olarak.
Bir taraftan oradaki ilmeklerin ilkel bir yönünün olduğunu düşünüyorum. Şaman ve Anadolu geleneklerini çağrıştırdı bana. İnsanlar ulu ağaçlara bir düğüm atarlar. O dünyalar için çok önemli bir durum. Oradaki inancı şöyle anlıyorum: Gerçekleşmesini istediği çok önemli bir şey var. Gelecekte bu isteğinin olması için geleceği düğümleme gibi geliyor bu ritüel.
Çaputu Gördüm Çıplak Ağaçlarda adlı yerleştirmem Şaman ve Anadolu geleneklerini çağrıştırsa da, hareket noktam geçen yıl şubat ayının sonuna doğru Türkiye’nin, göçmenlere Avrupa’ya gidebilmeleri için sınır kapılarını açmasıydı. Bu dönemde sınıra yakın bir yerlerde çekilmiş, gövdesinden kopuk, kurumuş ağaç parçasına iki üç tane çaput bağlanmış ve çevresinde hiçbir şeyin olmadığı sadece toz ve kuru toprak olan bir fotoğraf ile karşılaştım. Bu fotoğraf hiç aklımdan çıkmadı. Neredeyse hiç canlılığın olmadığı bu fotoğrafta tek canlı olan bu bağlanmış çaput ve çaputa yüklenen niyet. Geçmiş gitmiş birinin izi. Geride kalan ve istencinin ne olduğunu bilmediğimiz bir yaşam belirtisi. Yaşama gücü. Yaşam ve ölüm arasındaki direniş olarak yaşamın parıltısı. Yeri olmayan, kendiliğinden oluşan daha içimizde olanın yersizliğinin yansımasının tenleştiği dilek ağacı.
Dikkat ettiysen, dilek ağacında herkese bir yer vardır muhakkak. Düğüm atılacak bir yer vardır. Kalmadıysa bile bir yer mutlaka uydurursun. Küçük bir yerde olsa bulursun. Öte yandan içten içe kanıyorsundur. Belki bu kanamayı durdurmaya yönelik bir ilmek atıyorsundur.
Bir arada olmanın çeşitliliği.
Bence en önemli şey o içten gelen istencin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini aşıp o anda istencin yansıtılması ve dışavurumu. Belki çoğu insan o düğümü atarken o isteğinin olup olmayacağı ile ilgili şüpheleri vardır ama içindeki istencin dışarı çıkması bir bakıma.
Bir ben’in arzuları değil, birçok insanın da farklı farklı arzuları olduğunu da bu dilek ağacı metoforundan anlıyorum. Ben’den başkasını görüyorum orada. Bir başkasını da anlayabiliyoruz anlamak istersek. Bu durum bir kültür, inanç ve hatta batıl bir inanç olarak değerlendirebilir fakat o ağaçta gördüğümüz aslında bizim dışımızda bir başkasının da olduğudur. Bizden önce de birilerin var olduğunu görüyorum o ağaçta. Bu anlamda çok anonim bir durum var.
Kimliği, cinsiyeti, ne olduğu, sınıfsal durumu, nerede çalıştığının hiçbir önemi yok. Görünürde değiller bu istençte bulunan insanlar.
Dolayısıyla dilek ağacı, öznelliği ifadesini mümkün kılacak, öznenin duygulanımlarının, tutumlarının, inançlarının, ya da deneyimlerini dışa çıkmasını sağlayacak bir temsilden çok, ince bağlar ve öngörülemez ağlar ile süreçlerin, tutkuların, istençlerin dışa vurumu gibi.
Her düğüm bağlantısı temasın kendisini de önemli kılıyor. Her boşlukta bir yer var. O yerde zaten nereye ilmek atacağını onunla ilişkin ve mesafen belirliyor. Nerede yer bulacağın, boşlukları, girintileri, çıkıntıları ile yüzeyin pürüzlülüğü, içinin ve dışının belirsizliğiyle bütün bunlar da tenle ilgili. Bir anlamda da tenin kendisi. Ve bu yerleştirmede içimizde en derinimizde bulunan hücre çoğalmasını da dışarı çıkardı. Çoğalan ve kendi kendini şekillendiren bir yapısı var. Hepsi birbirini içinde barındırıyor.
Anadolu’daki bu inanç ve kültürden daha uç bir örnek vereceğim. Son zamanlarda Kalenderiler hakkında okumalar yapıyorum. Onların inançlarını inanılmaz bir şekilde ben’le alakalı olduğunu düşünüyorum. Ben’in sürekli kendine dönme durumu var. Kendine döndüğünde Tanrı’yı kendi yüzünde ya da başka yüzlerde görmesi söz konusu. Fakat beden ve tenle ilgili bambaşka bir ifadeye sahipler. Bu insanların mülkiyetleri ve egemenlik gibi bir dertleri yok. Ev, bark, çoluk çocukları yok. Toplu bir şekilde hareket eden, sürekli yürüyen bir halleri var. Saç, sakal, kaş ve bıyıklarını kazıtıyorlar. Ben’leri sürekli Tanrı yoluna adıyorlar. Tenleri parlatmıyorlar. Çok pejmürde bir haldeler. Sadece cinsel organlarını kapatacak bir çuval bağlıyorlar. Bu da dünyayı bambaşka kavrayış ve yaşayış.
Yukarıda M. Lazarus tapınak yerleştirmemden bahsettiğimde ruhumuzun en karanlık noktalarının açık etmesiyle ilgili olarak, mümkün olduğunca daha derinde olanın kontrol edilmesine ten, tin ilişki çerçevesinde bakarken gargoylara da baktım. Tapınağın bekçileri olarak konumlandırmak yerine ilkel olan dönemlerdeki boyayı kullanarak transa geçen toplulukların ifade biçimleriyle gargoyların ifade biçimlerini içiçe geçirdim bazı heykellerde.
Gorgoylar İtalyancada ‘homurtu’, ‘bağırma’ olarak tanımlanırken; Almanca ‘su pintisi’, ‘suya kusan’, Türkçe ‘boğaz’ gibi anlamlara geliyor. Ağızla hep bir ilişki kurmuşlar. Tamamıyla kontrol edilemez bir durum var. İnsanlar korkmasına rağmen kilisenin bekçileri olarak kiliseyi kötü ruhlardan korumak için saklı kuytu bölgelerde konumlanıyorlar. Sıradışı, güvensiz ve istikrarsız tavırlarıyla, her an eyleme dönüşecek durağanlıklarına rağmen çığlık atarcasına açılmış ağızları ve çok tekinsiz bir ifadeleri var. Cinsiyetleri de belli değil belirli dönemlerde. Gene oyuk olan, içerisi ve dışarısı ile geçiş yeri olan ağzımıza yani tenimize referans vermem bilinçli olmadı. Tesadüf olarak oluştu.
Bu sergide iki kadın sanatçıyla beraber yer aldın. Eserlerin bu sanatçıların eserleriyle birarada ve işler birbiriyle paslaşıyor. Tin ve ten bağlamında birbirine kapı açan okumalar var. Bu isimlerden biri sanat dünyamız açısından çok önemli olan Semiha Berksoy. Diğeri de Marguerite Bornhauser. Semiha Berksoy’la bir arada eserlerinin sergilenmesi nasıl bir duygu?
Küratör Yekhan Pınarlıgil, sergi bağlamı çerçevesinde sanatçıları, sergiyi, güçlendirme, etki etme, gücünü artırma yönünde bir araya getirirdi. Benim de çalışmalarımın yer aldığı üç sanatçı birbirinden farklı şekillerde ten ve tine bakıp serginin imkânlarını genişlettiler diye düşünüyorum. Sanat yapmanın gücü de bu galiba.
Makyajı, duruşu, yaşam ile sahne arasındaki geçişteki boşluğun neredeyse hiç olmadığı, günlük yaşamını da sahne gibi kullandığı ve bunu özgürlük ve özgünlük yaklaşımıyla yaptığı için Semiha Berksoy gibi güçlü bir sanatçıyla olmak elbette ki çok anlamlı ve benim açımdan büyük şans. Şablonlara girmeyen, giremeyen veya girmeyi reddeden duruşuyla başka sanatçılara çok uzağa gitmeden benim gibi sanatçılara yaşam alanı açmasıyla daha anlamlı.
Söyleşimizin açısını burada daha da genişletmek istiyorum. Mülkiyet üzerinden, sınıf ve cinsel yönelimler üzerinden de tene bakmak ve değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Kuir varoluşlar mevcut. Homofobik, ırkçı, sömürü ilişkilerine karşı çıkıyorlar. Bütün bu varoluşlar ve direnişler iktidarı sarsıyor. Bundan dolayı da o varoluşların dünyası tehdit ediliyor.
Cinsel farkı tartışırken, öznelliğin her bir kişinin farkları, kapasiteleri, imkânları, kırılganlıkları, güçleri, yeri ve zamanıyla kavranması gereken bedenli bir öznellik olarak, bir beden tipine norm olarak yaslanan ve tüm değerlerini ona göre yargılayan modelleri reddetmelidir. İnsan’ı tüm zenginliği ve çeşitliliğiyle temsil edebilecek tek bir model olmadığını düşünüyorum. Homojen olmayan, tekil olmayan ve tipler arasında farkları, kıyaslanamazlığı, mesafeleri ve boşlukları teslim eden bir alan, mevcut metaforların tümü bedenler üzerindeki hâkimiyeti tehdit eder.
Oluşların kendi tenleri onları farklı düzeyde etkiler. LGBTİ+’ların teninin dünyayla, yaşamla, hazla ve cinsellikle kurduğu ilişki bir heteroseksüelden farklıdır.
Her beden özgüllüğü ile tanınmalıdır.
Sınıf mevzusuna gelirsek, bu olgu artık o kadar da dillendirilmiyor. Sınıfın getirdiği bir yaşam, bakış ve duygulanımlar var. Bu böyle değilmiş gibi davranılıyor. Hangi sınıftan olduğumuz tenimizi etkiliyor. Mesela inşaatta çalışan bir işçiysen kazma, kürekle çalışıyorsan ellerin nasırdan kalkmaz. Bedeninde küçük büyük yaralar vardır. Daha da kötüsü uzun saatler çalışmana rağmen bir birikim yapıp yoksulluktan kurtulamıyorsun. Hep bir yorgun argınsın. Sadece karnını doyurmak ve barınmak için çalışıyorsun. Tenin yaşayacağı birçok olayı da böylece yaşayamıyorsun. Arzular hep bir başka zamana erteleniyor.
İktidar-bilgi rejimleri ve ağları tarafından beden, çeşitli toplumsal ve kendini kurma sistemleri tarafından manipüle edilen, pasif bir ham veri olarak görülür.
Sınıfsal yaşam koşulları, şekli, eylemleri, tercihler ve beğeniler bedenlerde cisimleşirler. Beden, toplumsal yapıları okuyabileceğimiz en önemli yüzeydir aynı zamanda. Az da olsa bunu dolaylı yollardan dile getiren sanatçılarımız var.
Sana güncel bir örnek vereyim. Refik Anadol’un Pilevneli Galeri’de “Makine Hatıraları: Uzay” adlı bir sergisi var. Uzayla ilgili iki milyondan fazla verinin renkli, yoğun bir dışavurumu söz konusu. Bir tarafta da, bir otobüs durağında tanık olduğum bir olay var. Bir otobüs durağında Refik Anadol’un sergisinin afişinin yanında bir evsizin özenle katlayıp, çalınmasın, yağmurda ıslanmasın diye durağın demirine astığı renkli bir yorgan var. İnsanlar Anadol’un sergisini büyük bir hayretle izliyor. Ama hangisine daha hayretle bakmamız gerektiği konusunda emin değilim.
Hangi verileri seçiyorsun? Hangi verileri dışarıda bırakarak bir merkezi dil ya da sistem dilini oluşturuyorsun sorusu önemli bence.
Bu dünyanın ‘fazlalıkları’ ya da ‘atıkları’ olarak görülenlerin verideki karşılığı nedir? Böyle bir karşılık var mıdır? Bu bedenler hangi renk skalasına denk düşer? Beden, veriye ve bilgiye yaklaşım çok önemli. Bedene böyle yaklaşırsak teni yüceltmeyiz.
Eğer beden, tüm bilme biçimleri için yok sayılmış bir koşul olarak işliyorsa, bedeni yüceltmek yerine, bedeni yeniden düşünme zeminleri sunmak ve sözü edilemeyenin var-sayımlarını açığa çıkarmak olabilir.
Salgın gibi hastalıklar yaşamın durmasına ya da yaşamda açılmış yarıklar açmasına rağmen bedenli olarak yaşamın kuvvetli bir duyumuna yol açıp değişim sağlıyor hâlâ. Diğer yandan da, hiçbir hastalık verili bir durum olarak görülmek zorunda değildir. Hastalığın kendisi de, her bir tekil bağlama göre yeniden tanımlanabilecek bir beden olarak anlaşılabilir.
Pandemiden dolayı dokunmanın ve temasın giderek azaldığı bir süreçte buraları yoklayan bir sergi benim açımdan önemliydi. Bu süreçte bir başkasından uzaklaşmadık. Kendimizden de uzaklaştık. Bir yüzeye temas etmek sakıncalı bir şey. Bu geçiş dönemi gibi gelebilir ama sanırım kalıcı bir hal alacak. Maske artık hayatımızın bir parçası olacaktır. Bambaşka virüs ve felaketlerle karşılaşacağız. Sistem bu şekilde devam ederse, aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar bekleyemeğimize göre daha ağır sonuçlar bizi bekliyor. Fakat ben’in, tenin ve bir başkasının önemini idrak ettik. Yeni yaklaşma, temas etme, dokunma ve bir araya gelme imkânları kurmamız gerekiyor. Bu türden sergilerde buna bir olanak sağlıyor. Durum bu, fakat birbirimize bir renk verelim diyor. Daha da önemlisi LGBTİ+ bireylere ve gökkuşağına olan baskının arttığı bir dönemde mücadele ve direnişi büyütmek gerekiyor. Burada Judith Butler’ı anmak istiyorum: Ancak başkalarına bağlı olduğumuzda özgürlüğü icra etme şansımız olacağını söylüyor.